Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Cumhuriyet tarihinin en büyük ayıplarından biri muhtemelen 1942 yılında çıkarılan Varlık Vergisi’dir.

        Avrupa’da güç kazanan faşist rejimlerden de esinlenerek çıkarılan bu yasa “çok halkçı” olarak lanse edilmişti o günlerde.

        1942 yılı ortalarında kurulan Şükrü Saraçoğlu hükümeti bir taraftan harp yıllarında dengesi adamakıllı bozulan devlet gelirlerine ek kaynak sağlamak, diğer taraftan yıkıcı bir yoksulluğun içindeki halkın gözünde koşulları fırsata çevirmiş bulunan vurgunculara haddini bildirmek için çalışmaya koyulmuştu.

        Hükümet Varlık Vergisi’nin hazırlıklarını yaparken, verginin görünürdeki gerekçesi olarak; “piyasadaki para arzını azaltmak, Türk parasını kıymetlendirmek, fiyat artışlarını önlemek, aşırı kazancı vergilendirerek sosyal adaleti sağlamak” vb. gibi ekonomik hedefler ileri sürmüştü.

        Ancak Başbakan Saraçoğlu bazen gizli, bazen açık biçimde asıl amacın “servet transferi” olduğunu söylüyor, hedefin azınlıkların mallarını ele geçirmek olduğunu pek gizlemiyordu.

        Ağır vergileri ödeyemeyenler Aşkale’ye “çalışma kamplarına” gönderiliyordu.

        Cumhuriyet tarihinin ve o günün tek partisi CHP’nin acı ve hazin bir dönemi, büyük bir utancıydı Varlık Vergisi.

        Kim derdi ki, aradan 77 yıl geçecek ve Varlık Vergisi hortlayacak.

        Kısa bir süre önce yasalaşan ve yasalaşması öncesi benden başka hiç kimsenin dikkat çekmediği yeni vergi yasası, çok açık biçimde post modern bir “Varlık Vergisi”dir.

        Oturduğunuz konuta devlet kafasına göre bir değer belirleyecek.

        Sonra da bu değer üzerinden sizden 100’de 1’e varan oranda vergi alacak.

        Yani bir anlamda kendi evinizde devletin kiracısı olacaksınız.

        Diyelim ki, Boğaz’da bir eviniz var.

        Vakti zamanında almışsınız.

        Devlet diyecek ki, “Bu ev 10 milyon TL eder” ve sizden yılda 100 bin TL vergi isteyecek. Bir kere değil. Her yıl. Devletin belirlediği değer üzerinden.

        Evin değeri düşmüş, artmış devletin umurunda bile olmayacak.

        Her yıl yeniden değerleme oranında artacak bir de verginiz.

        Sizin böyle bir geliriniz var mı, böyle bir para kazanıyor musunuz sormayacak bile!

        Deyin ki, ananızdan, babanızdan kalan böyle bir eviniz var.

        Aylık geliriniz de 7 bin TL.

        Bütün gelirinizi verseniz vergiyi ödeyemeyeceksiniz.

        Mecburen o evi satacaksınız.

        Kiraya verseniz, muhtemelen kira geliri bile o vergiyi karşılayamayacak.

        Bazıları diyecek ki, “Zenginden vergi alınması seni niye rahatsız etti”.

        Gelirden vergi alınması beni hiç ama hiç rahatsız etmez.

        Ama bu gelirden değil, varlıktan vergidir.

        Yani Varlık Vergisi’dir.

        Bu yolla toplanacak vergiler Ali Ağaoğlu gibi, Simit Sarayı gibi, daha pek çokları gibi zenginleri kurtarmak için kullanılacaktır.

        Ve bildiğim bir şey var ise bu tip vergileri getiren iktidarlar, gerisini de getirirler.

        Ancak bu postmodern varlık vergisi ayıbının Anayasa Mahkemesi’nden dönmesi muhtemeldir.

        Çünkü zaten Emlak Vergisi yoluyla vergilendirilen konutlardan ikinci kez vergi almaya kalkışmak zaten Anayasa’ya aykırı bir durumdur.

        *

        Biatçılık

        Hürriyet gazetesinin pek sayın genel yayın müdürü Ahmet Hakan Coşkun beyefendi, Kanal İstanbul’u savunmuş ve bu kanalın yapımını doğru bulmayanları eleştirmiş.

        Ancak Ahmet Bey’in pek ilginç bir yaklaşımı var.

        Meseleyi kendi üzerinden değil, Bülent Ecevit üzerinden savunuyor.

        AK Parti’nin yıllardır “çılgın projemiz” dediği projenin aslında 1994 yılında Bülent Ecevit tarafından yapılmış bir proje olduğunu söyleyen Ahmet Bey soruyor: Çok merak ediyorum, Ecevit bugün yaşasaydı, iktidarda olsaydı ve Kanal İstanbul’u yapmaya kalksaydı...Ekrem İmamoğlu başta olmak üzere bütün Kanal İstanbul karşıtları… Sıkılmış yumruklarla...“Kanal İstanbul cinayettir” diye haykırırlar mıydı?

        Düne kadar dört bir yanda Oval Ofis’te Clinton ile karşı karşıya fotoğrafını kullanıp “Ezik” diye eleştirdikleri Ecevit’e sığınma durumunda olmak bazılarında ilginç bir ruh hali yaratmış olmalı.

        Ancak Ahmet Hakan’a şunu da hatırlatmak isterim.

        Şimdi 25 yıllık projesine iktidara yaranmak için gündeme getirdikleri Bülent Ecevit, FETÖ olan Gülen cemaatinin de destekçisi olmasa bile “gözyumucusuydu”.

        Bu grubu “bir sivil toplum hareketi” olarak gördüğünü defalarca söylemişti.

        Eğer meselelere böyle yaklaşacaksak, yani içeriğe değil özneye göre alacaksak o zaman Ecevit’in bu yaptığına da doğru muydu demek zorunda kalacak herkes?

        Sevgili Ahmet Hakan içinden geldiğin kültür nedeniyle bir kişiyi lider diye bellemişsen, onun doğrusuna da yanlışına da sahip çıkmak gerektiğini düşünüyor olabilirsin.

        Ama o biat değil, bilim kültüründen gelenler lider dedikleri kişinin hatalarını eleştirebilir, kimi fikirlerine ya da projelerine katılmayabilirler.

        Her lider gibi Ecevit’in de doğruları ve yanlışları vardır.

        Aslına rücu eden senin gibilerin anlamadığı da zaten budur.

        *

        Matematik ve siyaset

        Dün çeşitli internet sitelerinde AK Parti’nin genel başkan yardımcılarından Mahir Ünal Bey’in partinin imajını düzeltmek için çeşitli gazetecilerle ve gazete genel yayın yönetmenleri ile buluşup toplantılar yaptığını okudum.

        Haliyle güldüm.

        Yerel seçimler öncesi de partinin halkla ilişkiler ve tanıtım stratejisini Sayın Ünal belirliyordu.

        Özellikle İstanbul’da yenilenen seçimlerde Binali Yıldırım’ın stratejisini Mahir Ünal belirledi ve yönetti.

        Sonuç ortada.

        Şimdi de aynı şekilde belirlemeye devam ediyorsa durum vahim demektir.

        Aynı sayıları birbiriyle çarpıp her seferinde farklı bir sonuç beklenmeyeceğini bilmek için matematikçi olmaya gerek yok.

        Siyasetçiler bile bunu bilebilir!

        *

        Okullarda ilk yardım sorunu

        İki küçük çocuğun boğazlarına kaçan çikolata kapakçığı nedeniyle hayatını kaybetmesi ile ilgili çok şey söylendi ama bir şeyi nedense söylemedik.

        Ben dahil.

        Her iki olayda da ama özellikle okulda hayatını kaybeden çocuğun olayında çocukcağız yardım için oradan oraya koşturuyor, yardım arıyor.

        Koskoca okulda bir kişi, tek bir kişi dahi ilk yardım konusunda ders olmadığı için, bir kişinin bile böyle bir olaya nasıl müdahale edileceği konusunda bir fikri olmadığı için çocuk can çekişerek hayatını kaybediyor.

        Oysa bir Heimlich Manevrası ile hayatının kurtulması büyük olasılıkla mümkün ama okulda bunu bilen yok.

        Milli Eğitim’in bu konuda bir şey yapması şart. En azından öğretmenlere ve okul yöneticilerine bir ilk yardım kursu şartı getirilmesi gerek.

        *

        NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

        En iyi mücadele yönteminin işini iyi yapmak olduğunu anladığımız zaman.

        Diğer Yazılar