Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        DIŞİŞLERİ Bakanlığı, Twitter'daki bir yoruma yanıt yazmış.

        "Sıfır sorun bir idealdir. Komşularımızla ilişkilerimizin bozulmasının nedeni komşularımız."

        Nereden nereye...

        Oysa ne güzel başlamıştı her şey.

        Stratejik bir derinliğimiz vardı.

        Ortadoğu'daki tüm sorunları çözmek için yola çıkmıştı Dışişleri Bakanı'mız Davutoğlu.

        Ben de bu köşede yazmıştım, "Bu sorunların bazıları 100, bazıları 300, bazıları 500, büyük bölümü ise 2000 senelik. Demek ki, Ortadoğu 2000 yıldır Davutoğlu'nu bekliyormuş" diye.

        Ben böyle deyince herkes kızmıştı bana. Zaten benim kaderim bu. Herkes bana kızar.

        Ama kızmakta da haklıydılar.

        Davutoğlu işe sıkı başlamıştı.

        Suriye ile İsrail arasındaki sorunlar Ortadoğu'yu geriyordu.

        Biz hemen bu iki ülke arasında arabuluculuk yapmaya başladık.

        Daha doğrusu başladığımızı zannettik.

        Ardından İsrail ile Filistin arasında böyle bir girişimimiz oldu.

        Ama o da bir yere varmadı.

        Beşar "evladımızdı" neredeyse ama bizi dinlemiyordu.

        İsrail'le de aramız iyiydi o günlerde ama onlar da bize pek kulak asmıyordu.

        Sonrasında önce İsrail'le papaz olduk.

        Sonra da Beşar'ı evlatlıktan reddettik.

        Şimdiki durum malum.

        O arada İran ile İsrail ve dolayısıyla ABD arasında "nükleer kriz" patlak verdi.

        Biz yine arabuluculuğa soyunduk.

        Açıkça İran'dan yana tavır aldık.

        Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde İran lehine tek oyu biz kullandık.

        ABD buna çok bozuldu.

        İlişkiler kopma noktasına geldi.

        Kanada'da Obama çok ciddi bozuk attı. (Bunu daha önce detayıyla yazdım.)

        Bunun üzerine panikledik.

        Hemen Kürecik'e radar izni verdik.

        İran'la ekonomik ilişkileri minimuma indirmek için adımlarımızı attık.

        Bu sefer İran'la papaz olduk.

        İran yanlısı zannedilen AK Parti iktidarı döneminde, İran'la ilişkiler öylesine bozuldu ki, Osmanlı'dan bu yana en vahim durumuna geldi.

        Son olarak dün İran Genelkurmay Başkanı açık açık Türkiye'yi tehdit etti.

        "Bize karşı niye kullansın canım" dediğimiz İran'ın nükleer kapasitesinin hedefi olma noktasına ulaştı.

        Bütün bunların sonucunda uzun zamandır amele pazarında iş bekleyen terör örgütü PKK, yeniden müşteri buldu, yeniden taşeronluğa başladı.

        Ama bölgede öyle bir konumdayız ki, PKK'nın işverenini bile tespit edemiyoruz.

        İran mı, Suriye mi, Irak mı, İsrail mi, yoksa ABD mi? Ya da hepsi mi?

        Ve hepsinden vahimi, yine çok önce yazdığım gibi çok ciddi bir "mezhep çatışması" kokusu var havada.

        Sanki İslam dünyası, bir Şii-Sünni kavgasına doğru gidiyor, itiliyor

        Ve biz ne yazık ki, bu çatışmanın bir parçası olacakmışız gibi duruyor.

        New York Times gibi, "amacı ve kaynakları flu" bir gazeteyi okuduğumuz zaman bu "itelemenin" izlerini görüyoruz.

        Açıkçası ben tedirginim. Hatta korkuyorum.

        Hem de çok.

        Hayli çok.

        Çocuklarınızı üzmek için mi dünyaya getiriyorsunuz?

        DÜN Ahu Yağtu'nun babasının sözlerini ve tavrını eleştirince Neşet Yağtu aradı.

        Uzun uzun konuştu. Dinledim.

        Anlattığı aslında çok bildik, çok tanıdık, binlercesi yaşanmış bir aile hikâyesi.

        Neşet Yağtu şöyle girdi söze: "35 yıldır benim kızım bir kez bile yalan söylemedi. En zor anda bile gerçeği yüzümüze söyledi. Ama bu kez kızımı tanıyamıyorum."

        Neşet Yağtu'nun üzüntüsü, "kızını terk eden baba" olarak görülmesineydi.

        Bütün hikâyeyi anlattı. Tabii kendi açısından.

        "Ahu doğduğunda annesi Ahu'ya bakmakta zorlandı. Daha doğrusu bakamadı. İkimiz de çalışıyorduk. Paramız kısıtlıydı. Bunun üzerine annemden yardım istedik ve annemin yanına taşındık. Oldukça sosyal bir kadın olan annem, sosyal hayattan elini eteğini çekti ve Ahu'ya bakmaya başladı. Fakat zamanla annem ile Ahu'nun annesi olan eski eşim arasında sorunlar çıktı. Bunun üzerine annem üst katındaki daireyi bize verdi. Oraya taşındık. Ancak Ahu'nun annesi bunu da istemedi. 'Ben o kadınla aynı havayı solumak istemiyorum' dedi. Ancak memurduk ve hemen yeni bir eve çıkacak paramız yoktu. Biraz sabretmesini rica ettim. Ama o etmedi. Bir gün eve geldi, eşyalarını aldı, Ahu'yu da aldı ve ayrı bir eve taşındı. Kış günüydü. Ben de o gece onların evine gittim ve Ahu üşümesin diye sobayı kurdum ve yaktım. Çünkü becerememişti. Bunu bile çok gördü. Bana 'Sen ne yüzsüz adamsın buraya geldin' dedi. Ben de 'Sana gelmedim. Kızım üşümesin diye yardıma geldim' dedim ve gittim. Bir süre sonra çalıştığım TÜPRAŞ'ta lojman hakkı kazandım. Ahu her hafta sonu bana geldi. Bugünkü arkadaşlarının çoğu TÜPRAŞ lojmanlarında tanıştığı kişilerdir. Anlattıklarımın şahidi o lojmanlarda oturan insanlardır.

        Bu arada annesi, Ahu'nun babaannesiyle görüşmesini yasakladı. Bunu bile sineye çektim. Yeter ki kızımı göreyim diye. Bu arada ben de yeniden evlendim. Ahu her hafta sonunu bizde geçirdiği için eşim, Ahu'nun annesini arayıp 'Her hafta sonu bizde kalıyor, biz hafta sonları bir şey yapamıyoruz. Bir hafta hafta sonu, bir hafta hafta içi gelsin Ahu' demiş. Bunun üzerine tartışmışlar. İlişki kesildi. Ahu'yu bize yollamamaya başladı.

        Bu sırada anlatmak istemediğim bazı olaylar yüzünden ben Ahu'nun velayetini almak istedim. Yasal olarak buna hakkım doğmuştu. Ama bir kızın annesinden uzak kalmasının yaratacağı travmaya neden olmamak için davadan vazgeçtim.

        Ardından Ahu'nun annesi, çocuğu da alarak İstanbul'a taşındı ve izlerini kaybettim.

        Daha sonra Ahu'nun Gaye Sökmen Ajans'ta çalıştığını duydum. Aradım, Ahu'nun benimle görüşmek istemediğini söylediler.

        Vazgeçmedim, bir şekilde Ahu'ya ulaştım. Yeniden baba-kız olduk. Sık sık İzmir'e gelip bende kaldı.

        Bu arada Ahu ilk evliliğini yaptı. İlk kocasıyla çok samimiydik, hâlâ görüşüyoruz. Yeniden evlendi, şimdiki eşiyle de bana gelir, yemeğe gideriz. Ahu ile son yıllarda sorunsuz bir baba-kız ilişkimiz vardı. Ama ne olduysa düğünden sonra oldu. Ama bilini ki ben Ahu'yu asla terk etmedim."

        Bu uzun anlatımdan sonra sordum, "Peki Neşet Bey, kızınızı çok seviyorsunuz. Babalar kızlarına tapar biliyorum. Peki bu kadar sevdiğiniz kızınızı, loğusa yatağında niye üzdünüz? Bağrınıza taş bassaydınız da konuşmasaydınız olmaz mıydı?" dedim.

        "Peki benim torunumu görme, bilme hakkım yok mu? En azından bir telefon açamaz mıydı, Cem arayıp 'Bir oğlumuz oldu. Sağlıklı' diyemez miydi? Ben de 'Allah analı babalı büyütsün' der kapatırdım."

        En sıkıldığım telefon konuşmalarından biri oldu. Adam gibi ayrılamayan ve ayrıldıktan sonra insan gibi davranamayan ana babaların yüzünden çocukların çektiği sıkıntıya bakın.

        Biz bu çocukları "sevmek ve korumak" için mi dünyaya getiriyoruz, yoksa üzerlerinden birbirimizle hesaplaşmak ve onları üzmek için mi?

        Ne olursa olsun Neşet Bey'e hak veremiyorum.

        Bir babanın kızını üzmeye hakkı yoktur.

        NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

        Çocuklarımızın sahibi değil anası babası olduğumuzu unutmadığımız zaman.

        Diğer Yazılar