Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Hava bir mayıs günü için oldukça gri.

        Bir hızlanıp bir yavaşlayan yağmur, evden çıkma arzumu sıfırın altına indirmiş. Bahardan ya da yağmurdan ya da her ikisinden doğa fışkırmış, her yer yemyeşil, yemyeşilde yeşilin her tonu.

        Pencereden o tonları seyrediyorum. Saymaya çalışıyorum yeşilin kaç tonu olabileceğini.

        Acaba yeşil kadar fazla tonu olan bir renk var mıdır diye düşünüyorum.

        Uzaktan bakınca yeşildir ama yaklaştıkça, dikkat ettikçe hiçbir yeşilin bir diğer yeşile benzemediğini fark ediyorum.

        Pikapta dönen John Coltrane mi acaba beni bu kadar miskinleştiren.

        Blue Train çalıyor ama ben yeşile takmış durumdayım.

        YEŞİLE BAK KIZMA

        O sırada cep telefonuma mesaj geliyor.

        Başbakan yine kızmış.

        Bu kez Barolar Birliği Başkanı'na...

        Acaba o da benim gibi boş boş oturup yeşile baksa ve sevdiği bir müziği dinlese yine de kızar mıydı böyle...

        Boş boş bakmaya devam en iyisi. Çünkü o zaman insan hiçbir şeye kızmıyor. Kızanlara bile kızmıyor.

        John Coltrane, Lazy Bird'ü çalmaya başlıyor. Keyfim kaçıyor birden. Albümün son şarkısı olduğunu biliyorum. İşin yoksa kalk plağı kaldır, yenisini seç, onu koy pikaba, çok zor iş.

        Zaten yağmur da odunları ıslatmış. Doğru düzgün bir kış görmediğimiz için şömineye gidemeyen odunları.

        Barolar Birliği Başkanı'na değil kışa kızmak lazım oysa. İşini yapmadığı için.

        Kış kışlığını yapsa şimdi ıslanacak odun da olmayacaktı.

        Ama ben kışa bile kızgın değilim.

        HANGİSİNİ SEÇSEM

        Şimdi bir üçlemle karşı karşıyayım.

        Elimde üç plak.

        Norah Jones mu, Diana Krall mu, yoksa Amy Winehouse mu koysam!

        Kazanan Norah oluyor.

        Tam o anda gökyüzü biraz daha kararıyor.

        Yerimden kalkmışken bilgisayarı alıyorum masanın üzerinden.

        Başbakan ile Barolar Birliği Başkanı arasında geçenleri okuyorum.

        İkisi de haklı.

        Birinin söyleme özgürlüğü var, diğerinin de beğenmeme özgürlüğü.

        Hatta bir gün beğendiğimizi ertesi gün beğenmeme özgürlüğü bile var. Beğenmek bile konjonktürel değil mi?

        Belki de Başbakan benim gibi boş boş oturup yeşile bakarken dinleseydi Barolar Birliği Başkanı'nı, beğenirdi söylediklerini. Dışarıda yağmur, pikapta Norah Jones, ıslanan odunlar, kışlığını yapmamış kış ve ben haberleri okuyorum.

        Aslında kızmam lazım. "Huzur dolu bir cumartesi günü bana bu yapılır mı" diye, ama ona bile kızamıyorum.

        Başbakan, Barolar Birliği Başkanı'na kızmış, AK Parti toplantısına gitmiş.

        Söylediklerini okuyorum.

        Yıllardır dinlediğim Norah Jones şarkılarından daha iyi ezberlediğim cümlelerini tekrarlıyor.

        Paralel, yargı, vesayet, darbe girişimi, biz, biz, biz....

        Yeni bir cümle yok anlaşılan. "Her gün yeni bir şey söylemek lazım cancağızım" durumu burada geçerli değil.

        Plak takılmış bir kere.

        Aman Norah Jones takılmasın. Çizilirse eğer nereden bulurum o plağı bir daha...

        Bilgisayarı kapatıp divana kaykılıyorum.

        Aklım artık yeşilde değil.

        BOŞ ADA KALMADI

        Acaba diyorum Başbakan'ın paralelci dediklerine söylediklerini geçen baharda biz söyleseydik ne olurdu halimiz.

        "Getirin onu buraya, yargılayın, devlet içinde örgütlenmek neymiş gösterin" falan deseydik mesela.

        Diyorum ya, beğenip beğenmemek konjonktürel.

        "Ne istediniz de vermedik" dahi konjonktürel.

        Bir yandan hâlâ yeşilin tonlarına bakıyorum, ama aklım paralelde artık.

        Hayal kuruyorum Norah Jones'un da dürtüklemesiyle.

        Başparalelcinin Amerika'dan Türkiye'ye iade edildiği canlanıyor gözümde.

        Türk subayları, bir işadamına ait uzun menzilli özel bir jetle gidip alıyorlar Pennsylvania şerifinden.

        Uçak yoğun güvenlik önlemleri altında Atatürk Havalimanı'na iniyor ve askeri uçakların beklediği bölgeye yanaşıyor.

        Buradan zırhlı bir araca alınıyor ve götürülüyor.

        Ancak bir sorun var.

        Nereye götürülecek?

        İmralı dolu.

        Bozcaada, Gökçeada desen cezaevi yok. Keza Avşa ve Marmara Adası'nda da durum aynı.

        Üstelik de bu adaların tamamı meskûn.

        En iyisi yine Silivri.

        Ama oradakilerin de paralelle arası iyi değil. Ne isterse verildiği gün de iyi değildi üstelik.

        Ama çare yok. Tek yer Silivri. Hem zaten Silivri'de yatanlar "kindar nesil"den değiller; olsalar zaten Silivri'de olmazlardı, yaşlı başlı adama kötülük yapacak tıynette olmadıkları kesin.

        Sonra gözümde yargılama sahnesi canlanıyor...

        SANIĞA SORULDU

        Mahkeme reisi paralelcilerin reisine soruyor.

        "Nasıl örgütlendin devlette, anlat bakalım?''

        Yaşlı reis gözyaşları içinde anlatıyor.

        ''Vallahi öyle bir niyetim yoktu. Ben kendi halinde mürit toplayan bir vaizdim. Sonra bir gün siyasetçiler bana gelmeye başladı. Benden ne istediğimi sordular. Ben de müritlerime iş istedim. Kırmadılar verdiler. Ben de onlara oy verdim. Benim müritlere iş verildiği duyulunca iş ve işçi bulma kurumuna döndü bizim cemaat. Siyasetçilerin işe aldırdığı evlatlarım, tanıdık diye bizimkileri aldılar. Öylece herkes bizden oldu. Benim bir kabahatim yok.''

        Mahkeme reisi kızar.

        ''Bırak saçmalamayı. Hangi siyasetçilerle işbirliği yaptın. Sizi devlete kim bu kadar yerleştirdi, onu anlat.''

        Yaşlı paralelci anlatmaya devam eder:

        ''Vallahi tam hatırlamıyorum. Darbeden sonraydı galiba. Turgut diye biri vardı. Bizi pek sever miydi bilmiyorum ama o günlerde başladı. Sonra Tansu diye bir hanım geldi. Sağolsun bizi çok sevdi. Arkadaşlarımızı vekil bile yaptı, Çok hayrını gördük. O öyle yapınca Mesut isimli arkadaş da bizi sevmeye başladı. Ama bunlar içinde en hayırlılarından biri Bülent Bey'di. Bizi sivil toplum örgütü gibi gördü. Hiç karışmadı.''

        Mahkeme reisi sert tonla sorar:

        ''Bu dördü mü size yardım ve yataklık edenler!''

        USTALIK DÖNEMİ

        Yaşlı paralelci gözyaşlarına boğulur bir anda:

        ''Olur mu efendim. Ben kimsenin hakkını yemem. En çok faydayı bu hükümetten gördük. İşin başında acemiydiler. Devlette kadroları, bürokraside adamları yoktu. Bizden rica ettiler. Biz de koskoca devleti kıramazdık ya, kabul ettik. Sağolsunlar yargıyı bize teslim ettiler. Biz de askeri vesayeti kaldırıp onlara teslim ettik. Polisi tanımıyorlardı. Biz polisteki arkadaşlarımızla onlara güvenli bir ülke sağladık. Allahları var bize çok iyi davrandılar. Hiç kimse yapmamıştı, bize bakanlarını, yardımcılarını yolladılar. Haklarını yiyemem, ne istediysek verdiler. Eski hükümetler zamanında çıraktık. Bu hükümetle usta olduk. Hatta beni daha önce memlekete davet ettiler de işim vardı gelemedim. Kısmet bugüneymiş.''

        Mahkeme reisinin kafası karışır:

        ''Bırak bu hükümeti, CHP hükümetiyle yediğiniz haltları anlat.''

        Yaşlı adam ağlamayı bırakır, gülmeye başlar.

        ''CHP hükümet olsaydı belki bir şey yapardık ama ben CHP hükümeti varken çocuktum. Sonra da onlar hiç hükümet olmadılar. Hükümet olamamış CHP nasıl bizi devlete soksun. Zaten onlarla pek bir işimiz de olmaz. Bizim arkadaşlara terstir CHP. CHP'lilerin taşıdığı suyla abdest bile almaz bizimkiler.''

        Hâkim uzun uzun düşünür.

        Sorguyu keser.

        Çünkü uzatmak tehlikelidir.

        VE KARAR AÇIKLANIR

        Yaşlı adam konuştukça dava Silivri'den çıkacak, Anayasa Mahkemesi'ne gidecektir.

        Türkiye'nin son 30 yılında başbakan olmuş, bakan olmuş kim varsa ''paralel örgüt"e yardım ve yataklıktan Yüce Divan'lık olacaktır. İşin kötüsü Yüce Divan'ın başındaki adama da güvenmek zordur. Ne yapacağı belli olmaz.

        Hâkim seslenir:

        ''Yaz kızım. Gereği düşünüldü. Sanığın suçu yaygınlaştırmak için söyledikleri göz önüne alınarak beraatine, suça iştiraki sabit görülen CHP'nin dört kez ağırlaştırılmış müebbetine, sanığın ortalığı daha da karıştırmasının önüne geçilmesi maksadıyla Amerika Birleşik Devletleri'ne iadesine...''

        Tam bu noktada gözüm yine bahçedeki yeşilin tonlarına takıldı.

        Amma çok tonu vardı bu yeşilin.

        Ve hayret, bu bahar gününde bazı yapraklar sararmıştı.

        Ağaçlarda bir sorun vardı galiba. Belki de bazı bitkiler diğerlerini rahatsız ediyor, kimyalarını bozuyordu.

        Oysa bize göre hepsi yeşildi.

        NİYE KIZDI BİLMİYORUM

        BAŞBAKAN'ın Metin Feyzioğlu'na kızma nedenini anladığımı zannediyorum.

        Konuşmasına baktım.

        Pek kızılacak bir şey yok ama çok uzun.

        Okuması 1 saat sürmüş.

        Birisi 1 saat konuşsa, benim ne kadar akıllı, ne kadar yakışıklı, ne kadar karizmatik olduğumu anlatsa dahi sıkılırım.

        Sonunda da sinirlenirim.

        KİM NEYLE EĞLENİR

        İKİ gün önce, zenginlik arttıkça seks yapma sıklığının azaldığını bir araştırmaya dayanarak yazdım.

        Bir okurum mail atmış.

        ''Abi bizim atalarımız araştırmaya gerek kalmadan bu işi çözmüşler zaten'' diyerek şu atasözünü yollamış:

        ''Zengin parasıyla eğlenir, fakir karısıyla.''

        NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

        Yazın yediğimiz hurmaların kışın ne yapacağını unutmadığımız zaman.

        Diğer Yazılar