Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        "MADEN riskli iştir, kaza olur" derler.

        Doğru maden riskli iştir. Kaza olur ama "eksik varsa" olur.

        Çocukluğumdan beri pek çok madene girmiş çıkmış biri olarak söylüyorum bunu.

        Maden kazası birkaç nedenle olur:

        1. Madende en önemli şey kullanılan malzemedir. Doğru değilse, uluslararası güvenlik standartlarında değilse kaza olur

        2. İşletme yöneticileri ehil değilse, bilgili değilse kaza olur.

        3. Havza fazladan risk yaratıyorsa ve havzayla ilgili yeterli jeolojik araştırma yapılmadan madencilik yapılıyorsa kaza olur.

        4. Maliyeti düşürmek veya üretimi artırmak için riskler göz ardı ediliyorsa kaza olur.

        Tüm bunlar doğru yapılıyorsa kaza olur mu?

        Olur ama oranı çok çok düşük olur.

        Soma'daki maden kazasıyla ilgili aklıma şu sorular geliyor:

        - Kullanılan malzeme yeterli niteliklere sahip miydi?

        - Madenlerde yüksek güçlü trafolar kullanılır, ancak güvenlik nedeniyle yağlı trafo kullanılmaz. Çünkü kuru trafo da yağlı trafo da patlar ama yağlı trafo yanar, kuru yanmaz.

        - Maden içinde kullanılan düşük gerilim kabloları, maden içi kullanıma uygun yanmaz malzemeyle sarılı kablolar mıydı?

        - Maden içindeki elektrik panoları, madenlerde kullanılması gereken türde "hava almaz" exproof panolar mıydı?

        - Maden içi kaçış tünelleri ve bağlantı galerileri var mıydı, kullanılabilir halde miydi?

        Tüm bunlar mutlaka soruşturma sonucunda ortaya çıkacaktır.

        Dediğim gibi, kaza yine olabilir.

        O zaman da akla şu gelir:

        - Güvenlik protokolleri belirlenmiş miydi?

        - Kaza sonrası kurtarma protokolleri var mıydı?

        - İlgili personel bu protokollerle ilgili eğitim almış mıydı?

        Açıkçası burada şüphelerim var.

        Bilmem bilir misiniz, kömür madenleri ateş olmadan da kendi kendine yanar.

        Eğer madenin içine çok fazla hava pompalanıyorsa, eğer galerilerde çok fazla oksijen varsa kömür kendi kendine "okside olmaya", yani yanmaya başlar.

        Bu çok hassas bir dengedir.

        Gereğinden az oksijen, içerideki gazdan dolayı işçilerin zehirlenmesine yol açar, ama yanma riskini ortadan kaldırır. Gereğinden fazla oksijen durduk yerde kömürün yanmasına neden olur ve patlama riski yaratır.

        Haberlerden izlediğim kadarıyla yangın başlayınca işçileri kurtarmak için madenin içine hava pompalanmış.

        Oysa bu yangını körüklemekten başka bir işe yaramaz.

        Bunların tümü ortaya çıkacaktır elbet.

        Ama ben şunu bilir, şunu söylerim.

        Bu kazalar neden medeni ülkelerin madenlerinde olmaz da, insana verilen değerin az olduğu ülkelerin madenlerinde olur?

        Var mıdır bunun bir yanıtı!

        Bu yüzden 300 ölümüz, 76 milyon yaralımız vardır.

        Bu kadar değersiz olduğumuzu bilmek yaralamıştır hepimizi.

        Eften püften milletvekili

        TBMM'deki üç muhalefet partisi, CHP-MHP-BDP, CHP'nin öncülüğünde ortak bir soru önergesi vermişler bir süre önce.

        "Soma'daki maden işletmelerindeki güvenlik sorunlarıyla ilgili araştırma önergesi" 23 Ekim'de verilmiş.

        Önergede de bir suçlama falan yok.

        "Bölgedeki madenlerde çok kaza oluyor, kimi ölümlü, kimi yaralanmalı, bir komisyon kurup bunu inceleyelim" demiş muhalefet.

        Önerge 20 gün önce TBMM gündemine gelmiş.

        İktidar partisinin oylarıyla reddedilmiş.

        Sonra da milletvekili Şamil Tayyar çıkmış televizyona ve CHP'nin "böyle eften püften önergelerle TBMM'yi çalışamaz hale getirdiğini" söylemiş.

        Eften püften önergenin reddedilmesinden 20 gün sonra, sayısını şu anda tam bilemediğim ama 300 civarında olduğunu tahmin ettiğim sayıda canımızı kaybetmişiz.

        "Bu önerge kabul edilseydi bu kaza olmazdı" demem elbette mümkün değil.

        Ama neyin eften püften olduğuna siyaseten karar verilemeyeceğini söylemem mümkün.

        Özellikle de "eften püften milletvekillerine".

        Aptalız ya yeriz bunları

        SİNİRLERİMİ aldırdım diyordum...

        Sinirlenmeyeceğim artık diyordum...

        Ne mümkün.

        Kazaya içim yanıyor.

        Sayısını bile öğrenemediğimiz kayıp canlara içim yanıyor.

        Ama daha fazla canımı acıtan, sonrasında olanlar.

        ''Kaza her yerde var'' denilerek ''kabullenmemiz'' isteniyor.

        Örnekler veriliyor.

        Medeni ülkelerden verilen örnekler yüz yıllık.

        "Yüz yıl öncesinin bilgisi, becerisi, teknolojisi aynı mı?" diye sorsak, "Onlarca yıldır dünyada böyle kaza olmadı" desek ''hain'' olacağız, ''paralelci'' olacağız.

        Danışman sıfatıyla dolanan sefiller, acısını tepkiyle gösteren Somalıyı tekmeliyor yerlerde, jandarma nezaretinde.

        ''Çüşşş" desek yine hain olacağız, yine ''paralelci'' olacağız.

        Biz galiba milletçe göçük altında, kapkaranlık galerilerde kalmışız da haberimiz yok...

        CELAL ŞENGÖR'DEN MEKTUPLAR

        Tabipler Odası'nın cehaleti

        SEVGİLİ dostum Celal Şengör'ün geçen hafta yayınladığım ilk mektubuyla ilgili çok güzel şeyler yazdınız.

        Bana da cesaret geldi doğrusu.

        Celal Hoca'nın bu haftaki mektubunu da seversiniz herhalde:

        " Sevgili Fatih,

        Viyana'dan enfes bir uluslararası bilimsel bir toplantıya katıldıktan sonra mutluluk içinde dönüp geldiğimi yazmıştım en son. Türkiye'de geçirdiğim bir hafta içimi karartmaya yetti:

        Önce, elime geçen 8 Mayıs 2014 Perşembe tarihli bir Aydınlık gazetesinin ilk sahifesinde koca bir fotoğraf: Haberin başlığı 'Neden hayat kurtardın' davası başladı. Mide bulandıran, insanı insanlığından uzaklaştırmayı hedefleyen bu iğrenç dava bozuntusunda hepimiz kahraman hekimlerimizin yanındayız. Buna şüphe yok. O davayı açanlar insanlıklarından feragat etmişlerdir.

        Ancak kahraman hekimlerimizden de biraz özen, mesleklerine, tahsillerine biraz saygı beklemek de hakkımızdır. Yoksa onlara 'Size saldıran cahillerden ne farkınız var?' demek zorunda kalırız ki bu Türkiye'yi tam bir kör dövüşünün içine atar.

        Fotoğrafta bir pankart ve arkasında tabipler birliğinin başkanıyla beraber bazı üyeleri. Pankartın üzerindeki yazı aynen şöyle: 'Camii'ye ayakkabılarımızla değil steteskoplarımızla girdik." Bu cümlenin neresinden başlamalı? Bir kere camii, cami kelimesinin bağıntı gösteren şeklidir ve burada ikinci i bir ektir. Meselâ, Sultanahmet Camii, Sultan Ahmet'e ait cami anlamındadır. Camiye gidiyoruz derken de oraya gelen e ismin e halini oluşturmaktan sorumludur, y bir bağlaçtır. Camiye yazarken ise üstten virgüle gerek yoktur, zira üstten virgül ancak özel isimlerde kullanılır.

        Ya 'steteskop'? Bu kelimenin Yunanca 'stetos' yani göğüs kelimesi ile 'skope' yani gözlemekten türetildiğini her hekimin bildiğini sanırdım. Dolayısıyla hekimliğin sembolü haline gelmiş olan bu âlet Türkçe'de stetoskop olarak yazılır.

        Okuma yazma bilmediğini pankartlarıyla gösteren bir tabipler topluluğu ne kadar ciddiye alınabilir? Onları haberleştiren Aydınlık gazetesi de 'Neden hayat kurtardın?' sorusunun sonuna gelmesi gereken soru işaretini gereksiz bulmuş herhalde. Gel de aklını muhafaza et.

        İkinci konum gümrük: Viyana'dan postaya verdiğim kitaplarım gümrükte falçata ile özensiz bir şekilde açıldığından, kitaplardan birinin sırtı bir uçtan diğerine yarılmış! Bu kaçıncı kere oluyor ve her seferinde ben aynı kitabı bir kere daha satın almak zorunda kalıyorum. Gümrükte çalışan, gümrük muayene memuru sıfatlı insanlıktan nasibini almamış varlıkların bulunduğunu kaç kere Gümrük Müdürlüğüne bildirdim. Netice sıfır. Bu kim bilir daha kaç kişinin başına gelmiştir. Umarım bu mektubum onları da harekete geçirir, Gümrük Müdürlüğünü şikâyet ederler, mahkemeye verirler. Ben artık o yolu izleyeceğim. Senin de bu kepazeliğe son verme konusunda yardımlarını istirham edeceğim.

        Keşke daha iç açıcı şeyler yazabilseydim. Ama hep diyorum ya, Türkiye kravat takan ve modern otomobillerle gökdelenler arasında dolaşan cahillerin doldurduğu bir Afganistan'dır! Pakistan bile değildir.

        Sevgilerle, aziz kardeşim,

        Celal

        P.S.: Cadı avını okuyunca çok güldüm. Kültürleri lafın nereye geldiğini anlamaya yeter mi onu bilemeyeceğim.

        Bir de Malleus Maleficarum'un yazarı olan Heinrich Kramer'in kadınlar tarafından reddedildiği için kadın düşmanı olan bir manyak olduğunu yazaydın cuk oturacaktı hani.

        Ellerine sağlık, arkadaşım."

        Celal Hoca'nın notundaki "Malleus Maleficarum" ne diye merak ediyor olabilirsiniz. Heinrich Kramer'in James Sprenger ile birlikte 1400'lerin son çeyreğinde yayınladıkları bir kitaptır ve cadı avcılarına rehber niteliğindedir. Cadılığı kadınlara yükleyen bir saçmalıklar manzumesidir.

        NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

        Bakanlarımız Koreli bakanlar kadar olabildiği zaman.

        Diğer Yazılar