Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Kasıklarımı tutarak gülüyorum. Altıma kaçıracağım diye korkuyorum gülerken.

        Düne de böyle başladım.

        Bir gazetemiz, muazzam bir manşetle çakmıştı dün yine.

        "Gezi'de yangına benzinle giden paralelci emniyet müdürü çıktı" diyordu haber.

        Manşet ise şöyleydi:

        "O çadırların hepsini yakın."

        Gezi olaylarını başlatan hadiseyi hatırlıyorsunuz.

        Bir gece sabaha karşı polis destekli zabıta Gezi'ye girmiş, orada ağaç nöbeti tutan az sayıda gencin içinde kaldığı çadırları yakmış, sonra da sıradan insanların Gezi direnişi başlamıştı.

        Ortak fikrimiz şuydu: "Bu çadırları yakma emrini veren bulunsun ve cezalandırılsın."

        Aklı başında herkesin de talebi bu yöndeydi.

        Ama o günlerde böyle bir şey olmadı.

        Tam aksine o çadırları yakanlar "kahraman" ilan edildi.

        "Destan yazdıkları" söylendi.

        Ne şimdi suçlanan müdür görevden alındı, ne de bir başkası.

        Tam aksine hepsi taltif edildi.

        O gün Gezi'de çadırları yakmakla suçlanmayan, Gezi olaylarını tırmandırdığı için görevden alınmayan polis müdürü, aradan aylar geçtikten sonra görevden alındı.

        Ama Gezi'den ötürü değil.

        17 Aralık'tan sonra "paralelci" olduğu suçlamasıyla.

        Ve şimdi Gezi'nin üzerinden bir yıl geçtikten sonra Gezi'yi başlatmakla sorumlu tutuluyor.

        Peki 1 yıldır aklınız neredeydi?

        1 yıl önce kahramandı, 1 yıl sonra hain öyle mi?

        Bence bu durum, devletin tüm kademelerindeki bürokratlara "ibret" olmalı.

        Nasıl mı?

        Orasını da onlar düşünsün artık.

        Gezi zekâ-orantısız zekâ

        BAŞBAKAN'ın "Gezi zekâlılar" diye bir kelime kullanmasına bazıları çok kızdı.

        Ben ise hiç ama hiç kızmadım.

        Gezi'nin ilk günlerinin en önemli argümanı "Gezi zekâsı" değil miydi?

        En yaratıcı espriler, en güldüren eleştiriler, tarihe geçecek cümleler hep o günlerde söylenmedi mi?

        O günlerin en moda lafı "orantısız zekâ" değil miydi?

        Gezi zekâlılardan kasıt bence bu "orantısız zekâ"dır.

        Üzülünecek değil, övünülecek bir tanımdır.

        Bekleme odasında

        LİCE'de meydana gelen olaylara şaşıranlara şaşırıyorum.

        Açıkçası bir süreden beri "Nereden çatlayacak" diye bekliyordum.

        Çözüm süreci ya da barış süreci, adı her ne ise, aslında büyük umutlar vaat ederek başladı.

        Çok ciddi bir "umut" verdi.

        Herkese.

        Güneydoğu'daki vatandaşa, PKK'lıya, Kürt siyasetinden medet umana, Kürt siyasetinden medet ummayana, milliyetçiye...

        Herkese lafı çok doğru olmayabilir ama büyük çoğunluğa.

        Başbakan'da da "siyasal Kürt hareketi"ni "bekleme odasına" almanın rahatlığı vardı.

        Terör durmuştu, analar fazla ağlamıyordu, Nevruzlar olaysız geçiyordu, Gezi gibi riskli bir olayda çok etkili olabilecek Kürt siyaseti Gezi'den uzak durarak hükümete nefes aldırmıştı.

        Bir anlamda siyasal Kürt hareketinin "şiddet bölümü" bekliyordu.

        Hükümet, PKK'yı "bekleme odasına" oturtmuştu. "Teşhisi koydum, tedaviye başlıyorum" demişti.

        Pek çokları bu bekleme sürecindeki yanlışları görüyor, fakat "Hastaya bir şey olur, benden bilinir" diyerek sesini çıkarmıyordu.

        Ancak bekleme odasında sıkılanlar, teşhisin yanlış olduğunu düşünenler ve tedaviden umut kesenler yavaş yavaş hareketlenmeye başladılar.

        Ancak bekleme odasının kapısında sağlam bir bekçi vardı: Abdullah Öcalan.

        Otoritesini kullanarak odadan çıkmak isteyenlere mâni oluyor, "Hele bir durun. Bana da mı güvenmiyorsunuz. Doktor iyi, ben kefilim" diyordu.

        Ancak siyasal Kürt hareketinde doktora karşı güvensizlikler "Rojava" ile baş gösterdi.

        Hükümetin Suriye'deki Kürtlere karşı gösterdiği refleks ve takındığı tavır, doktorun teşhisine olan güveni sarstı.

        Tedavinin bir türlü başlamaması da güven kaybında bir başka etken oldu.

        Diyarbakır'daki "anneler"in PKK'ya karşı başlattığı eylem, siyasal Kürt hareketinde farklı bir bakış gelişmesine neden oldu.

        "Burada bizim istediğimiz türde bir çözüm olmayacak. Belli ki bölge halkına barışı tattırıp sonra da PKK ile Kürt halkını karşı karşıya getirecekler" düşüncesi örgüte hâkim olmaya başladı.

        Kalekollar filan işin bahanesi.

        Burada asıl olan, tedavinin ciddiyetine güven kalmamış olması.

        Bu güven yitiminden Öcalan da payını alacaktır.

        Şimdi "En kötü ihtimalle başa döneriz" diye düşünenler olabilir.

        Ama görünen o ki, baştan da geri bir noktaya dönebiliriz.

        Bayrağı da BDP mi geri koyacak

        "BAŞTAN da kötü bir noktaya dönebiliriz demekle ne kastediyorsun?" diyenler olabilir.

        Kastım şudur:

        Önceki gün Lice'de gösteri yapanlar arasından birkaç kişi uzun namlulu silahlarla askere ateş açtı.

        Asker de karşılık verdi.

        Ne yazık ki, iki vatandaşımız hayatını kaybetti.

        Bir askerimiz de yaralı.

        Sonuç?

        Sonuç şu:

        O sırada olay yerinde bulunan askerlerin silahları toplandı ve ölümlere neden olan asker bulunacak.

        Elbette hukuk devleti içinde olması gereken budur.

        Ancak burada bir karşılıklılık söz konusu olmalı.

        Yani askere ateş açan da, aynı ciddiyet ve kararlılıkla bulunmalı.

        Bu iş tek yanlı olarak yapılınca yarın terörle mücadele dediğiniz zaman mücadele edecek kimseyi kolay kolay bulamazsınız.

        Demek istediğim şudur ki, hükümet tek yönlü bir yola girmiştir.

        Bu yaklaşımla ya çözüm olacaktır ya çözüm.

        Karargâha kadar inip "namusunuz" sayılan bayrağın indirilişine bile sesiniz çıkmıyorsa, Berkin öldürülürken görülmeyen çocukluk burada göz önüne alınabiliyorsa, zaten başka bir olasılık da kalmamış gibidir.

        Büyük ihtimalle indirilen bayrağı yerine koyma görevi de BDP'ye verilecektir zaten.

        Bu nasıl istek!

        ADAM profesör.

        Aşk uğruna cinayet işliyor.

        Adli bir mesele.

        Ama sonrası akıl alır gibi değil.

        Profesörün eşi kadın, aynı üniversitede bir fakültenin dekanı.

        Ve rektör emir veriyor:

        ''İstifa et.''

        Bu nasıl bir kafadır.

        Suç bireysel değil midir?

        NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

        İçinden nasıl çıkacağımızı bilmediğimiz durumlara kendi kendimizi düşürdüğümüzü anladığımız zaman.

        Diğer Yazılar