Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        MUHALEFETİN çatı adayını günlerdir yazıyoruz, tartışıyoruz.

        Galiba biraz da ayıp ediyoruz.

        Daha ortada "alternatifi yok".

        Alternatif ortaya çıktığında, alternatif aynı şekilde tartışılacak mı bilmiyorum.

        En azından "kayıtsız şartsız destekçileri" tarafından tartışılmayacak, onu biliyoruz. Ancak hükümete yakın yazar ve gazetelerin, Ekmeleddin İhsanoğlu'nu tartışma biçiminden pek de hoşlandığımı söyleyemeyeceğim.

        Mesela Ekmeleddin İhsanoğlu'na "Cemaatçi" yaftası yapıştırmaya çalışıyorlar.

        Cemaat'e, "Ne istediniz de vermedik" diyen, bildiğim kadarıyla Ekmeleddin İhsanoğlu değildi!

        Üstelik İhsanoğlu'nu şahsen tanıyan biri olarak söylüyorum, Cemaatçi falan değildir.

        Bunun bir felsefi ve İslami nedeni de yoktur.

        Nedeni, Ekmeleddin İhsanoğlu'nun "kişiliği"dir.

        İhsanoğlu, kendini konumlandırdığı yerde Cemaatçi olmayı "zül" sayar. Böyle bir biatı kendine hakaret olarak görür.

        Bu yüzden Cemaatçi falan olamaz.

        "Suudi Kralı'nın adamı" diyorlar.

        İhsanoğlu, İİT'nin başındaki adam olarak, bütçesinin önemli bir kısmını karşılayan ülkenin kralına yakın olabilir, ama ülkenin başındaki adamların Suudi Kralı'nın otel odasına gittiği yerde Ekmeleddin İhsanoğlu'na "kralcı" demek komik olur.

        Mason da diyorlar ki, tartışmaya bile değmez.

        Ben, CHP'nin 2. turu beklemeden İhsanoğlu'nu destekliyor olmasını ilkesel ve siyasi olarak yanlış buluyorum.

        Ama İhsanoğlu'nun Türkiye'de rejim tartışmaları yaratmayacak, ülkede yeni gerilimlerin odağı olmayacak, parlamenter sistemi zorlamayacak, uluslararası ilişkileri, özellikle de sorunlu olduğu bölgelerde bozmayıp düzeltebilecek bir Cumhurbaşkanı adayı olarak "doğru" buluyorum.

        Komisyon kurdur, üye verme, bu mu samimiyet

        17 Aralık soruşturması başlayıp 4 bakan hakkında "müthiş"" iddialar ortaya saçıldığında, iktidar önce bir sallandı, sonra hemen duruma hâkim oldu.

        Savcılar görevden alındı, polis müdürleri sürüldü, hâkimler değiştirildi, durum kontrol altına alındı.

        Ama tüm bunlar, 4 bakan hakkındaki iddiaları içeren fezlekelerin TBMM'ye gelmesini engelleyemedi.

        Ardından hükümetin ikinci barajı kuruldu.

        Fezlekelerin yerel seçim öncesi TBMM kürsüsünden okunmasını ve görüşülmesini engellemek.

        Bu da başarıldı.

        TBMM Başkanvekili Sadık Yakut, utana sıkıla da olsa fezlekelerin görüşülmesini engelledi.

        Ardından iktidar partisi çok yerinde bir öneriyle geldi:

        "Bu bakanlar hakkındaki iddiaları araştıracak bir Meclis Soruşturma Komisyonu kuralım."

        Gerçi zaten yargıya intikal etmiş bir konunun TBMM Komisyonu eliyle soruşturulması biraz garip ve hatta kuvvetler ayrılığı prensibine aykırı gibi duruyordu, ama yine de kabul edilebilir bir öneriydi.

        Muhalefet mırın kırın etti. Hatta bazı "münafıklar" çıkıp bunun bir oyalama taktiği olduğunu falan da söyledi, ama koskoca iktidar partisi, TBMM'yi kandıracak değildi ya.

        Sonunda TBMM toplandı ve Soruşturma Komisyonu kurulması kararı alındı.

        Ama ne oldu!

        Hiiiiiiiiiiiiiiiiçbir şey!

        "Soruşturma Komisyonu kuralım" önerisi getiren iktidar partisi AK Parti, kurulacak olan soruşturma komisyonuna üye vermedi.

        Aylar süren ısrara rağmen, TBMM Başkanlığı'na yapılan itirazlara rağmen AK Parti kendi önerdiği ve kendi istediği komisyona üye vermeyerek komisyonun kurulmasını ve çalışmasını engelledi.

        Artık şurası net ki, Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi böyle bir komisyon kurulamayacak, çalışamayacak, 4 bakanı ne aklayabilecek ne de suçlayabilecek.

        Sonra da bazı okurlar bana diyecek ki: "Neden iktidarı suçluyorsunuz?"

        Peki kimi suçlayayım sizce?

        Bu samimiyetsizlik bile başlı başına bir ayıp değil mi!

        Yeni Türkiye'de 'hırsız' demek

        BODRUM'da birkaç genç, yatıyla gezmekte olan dönemin makbul ve hayırsever işadamlarından Reza Zarrab'a "Hırsız" diye bağırmış.

        Reza Zarrab ne yapmış?

        Kendine yakışanı.

        Adamlarını bir otomobile bindirmiş, karada gençleri buldurmuş ve adamlarına dövdürmüş.

        Sonra ne olmuş?

        Tabii ki bir şey olmamış.

        Makbul ve hayırseverliği yukarıdan tescilli işadamının adamları, ellerini kollarını sallaya sallaya gitmişler.

        Yeni Türkiye böyle bir şey işte.

        Emin olun, Reza Zarrab delikanlı gibi çıkıp kendi kavga etse hiçbir şey demem.

        "Kızmış, bileğine güvenip saldırmış" derim, gençler haklı bile olsa geçerim.

        Ama gençler yine de şanslıymış.

        Hayırsever ve makbul bir işadamına "Hırsız" dedikleri için "çete kurmaktan" yargılanıp içeri atılabilirlerdi ki, bu olmamış.

        Dahası "Hırsız" diye bağırdıkları zaman sadece Reza Zarrab değil, o sırada oralarda bulunan diğer hayırsever ve makbul işadamlarının da adamlarından oluşan birkaç yüz kişilik bir grup tarafından çok daha kötü dövülebilirlerdi.

        30 yıl sonra konuşmak kolay

        PROF. Celal Şengör'ün dün yayınladığım mektubu üzerine sevgili dostum Kemal Ulusu da bir mektup yollamış.

        Şöyle yazmış:

        "Değerli kardeşim,

        Hadise Ekmel Bey değil, bunu bir anlasalar. Çok değerli bir şahsiyet olduğu muhakkak.

        Çatının 2. turda olması da çok iyi olurdu. Bizler gibi kongreler yaşamış olsalardı, bu taktikleri bilirlerdi.

        Bence de azınlıkta kalmak kötü değil, bir gün gelecek bu kısıtlı azınlığın ne denli doğruları düşündüğü ve yaptığı ortaya çıkacak.

        Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya ile ilgili Celal Hoca'nın size yazdıklarına da aynen katılıyorum.

        O yıllar rahmetli oğlum Altuğ, Suadiye'de tam karşımızdaki Suadiye Lisesi'ne ancak benim veya anasının kolunda gidebiliyordu. Evimizin cadde üzerindeki salonunda camın önünde zaman zaman, ama balkonda kurşun gelir diye asla oturamıyorduk. Yalnız ben mi? Tüm İstanbul ve Türkiye.

        Ayrıca ben 1983'teki seçimde o konsey tarafından milletvekili adaylığımda VETO yemiştim ama hiçbir zaman bunu gündeme getirerek kendilerini suçlamadım. Ben sadece kurunun yanında yaş olarak yanmıştım o kadar.

        Geçmişi o zamanlardaki şartlara göre değerlendirmeyi bir türlü öğrenemedik. 30 yıl sonra konuşmak çok kolay.

        Sevgilerimle.

        M.Kemal Ulusu"

        Hesap sorulmazsa yargıyı kullanmak gelenek olur

        DÜN Hürriyet'in sürmanşetinde Haşim Kılıç vardı.

        Taha Akyol'a konuşmuş.

        Söylediklerini satır satır okudum.

        Haşim Bey kibarca, "Mahkeme kötü niyetli davranmış" demeye getirmiş, ama bunu zarafetle yapmış.

        Bu kötü niyet Anayasa Mahkemesi'nden döndü.

        Ama onca insanın yılları içeride geçti.

        Aileleri manen ve belki de maddeten perişan oldu, ömürlerinden 4'er, 5'er yıl gitti.

        Peki bu "kötü niyetli yargılamayı yapanlar"ın yanına kâr mı kalacak bu yaptıkları?

        Yargı eliyle intikam almaya çalışmanın, hukuku eğip bükmenin bir bedeli olmayacak mı?

        Bu hâkimlerden hesap sorulmayacak mı?

        Bunlar yargılanmayacak mı?

        Eğer bu olmazsa, yargı eliyle insanların hayatlarının karartılması geleneği devam eder ve yerleşir.

        Bunun hesabının sorulması şarttır.

        NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

        Bazılarının telefonlarına çıkmamak gerektiğini bildiğimiz zaman.

        Diğer Yazılar