Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Türk toplumunun adalet kavramına atfettiği önem, kendini en çok da sinemamızda hissettirmiştir. 80’lerin ortasına kadar Türk sinemasının ana damarını teşkil eden “Yeşilçam” filmleri, bunun en önemli göstergesidir zaten. İyi ve kötü kavramlarının, adeta sınırlarını çizen bu filmlerde, ilahi adaletin er veya geç tecelli edeceğine olan inanç esastı. Öyle ki kötüleri birer birer tepeleyen esas oğlanlar, hep şu mealde kükremiştir hasımlarına: “Döverim seni, hepinizi döverim ulen!”

        Peki ne oldu da, bu filmler birdenbire yok oldu? 40 yıl boyunca yerinden zerre kımıldamayan bir sinema dili, nasıl olur da aniden buharlaşır? Yoksa toplum olarak adalete olan inancımızı mı kaybettik? Ülkenin son bir yıldır kendini yolarak tartıştığı yüksek yargı meselesi, bu durumun bir göstergesi midir mesela? Adaletin, doğru olanın değil de, sesi en gür çıkanın yanında olduğuna mı inanmaya başladık aniden? İyi de, Yeşilçam filmlerinde bu gerçeklik için de reçeteler mevcut değil miydi? Ruhunu ayakta teslim eden bir karateciler kuşağını nereye koyacağız şimdi biz? “ Ben ölürüm, ama asla yıkılmam ulen!”

        İnsanların kafasını karıştırmak istiyorsanız, herkesin ilgili olduğu bir konuda, mevcut olmayan bir problem yaratın. Sesi diyaframdan, kelimeleri de ciğerden üflemek kaydıyla, “adamı fener yemiş bıldırcına çevirmeniz” işten bile değildir. Buradaki durum da aynı hesap. Öyle ki aslında ne toplum “o kadar” değişti, ne de Yeşilçam filmleri sırra kadem bastı? Sadece bu naif hikâyelere maruz kaldığımız mecra değişmiş durumda. Yeşilçam filmleri artık sinemalarda değil, her gün, her saat ve her dakika televizyonlarda “dizi” kod ismiyle fink atıyor. Aslına bakılırsa, her yıl “Yeşilçam” estetiğiyle çekilen 3-5 tane sinema filmine rastlamanız bile mümkün hala! “Söyleyin bana, bu da mı gol değil ha!”

        Bu değişimin sosyo-kültürel analizi, başka bir yazının konusu. Fakat kısaca, dünyayı daha iyi tanıyan ve daha entelektüel bir sinemacılar kuşağının yetişmesinin, bunda ana faktör olduğunu söyleyebiliriz. Sinemacılarımız halkın sevdiğinden ziyade, kendi dertlerini beyaz perdeye taşımakta daha istekli. Doğal olarak mevcut talebin tatmin edilme görevi de, televizyona düşüyor. O da bu işi “Yeşilçam”dan hiç de geri kalmadan başarıyor “Maşallah.” “Bıktım İllallah…”

        Yeşilçam’dan geri kalmadan diyorum, zira o dönemde çekilen filmlerin genetik materyalinin tümü, sanki dizi filmlere aktarılmış gibi. Bir baba bile kromozomlarındaki malumatın tümünü çocuğuna aktaramazken, biz bu işi nasıl başardık bilemedim. “Nam-ı Kemal” bir neslin torunları olmanın avantajları sanırım! “Ey yumurtaya can veren Allahım…”

        Şimdi birileri çıkıp da: “Nesi var ki Yeşilçam filmlerinin” dese, pek de diyecek bir şeyim yok hani. İster geçmişe duyulan özlem diyelim, ister dürtü tatmini, o filmleri hepimiz çok sevdik. Öyle ki onca teknik ve ekonomik imkânsızlığa rağmen, yönetmeninden, aktörüne, ışıkçısından kameramanına tüm ekibin, yaptığı işe samimi olarak inandığı, kaç sektör var ki memlekette? Zaten çoğu zaman tebessüm hatta kahkahalarla karşıladığımız sahnelerin altında da bu naiflik yatmıyor mu? Yoksa : “Ben senin babanım. Bak, sende de aynı doğum lekesinden var. Bütün sülalenin erkeklerinde vardır bu lekeden” kabilinden bir repliği, yaptığı işe inanmayan, isteksiz bir aktöre söyletirsen tebessüme değil, ancak kaşıntıya yol açarsın. Tam da bugünlerde televizyonlarımızda izlediğimiz dizi filmlerde olduğu gibi. Burada samimilik tonundan yaptığım açıklamaların da, hakkının verilmesini rica ediyorum. Zira “Anti-Klişe Timi” ufukta belirmiş durumda. Şimdi kaçmam lazım, gelecek yazıda konuya devam edeceğim.

        “Vur ha vur!”

        fatihomeroglu@cyapim.com.tr

        Diğer Yazılar