Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        1830’ların İstanbul’unda geçen bir polisiye, “Yeniçeri Ağacı”... Kahramanı, Sultan II. Mahmud tarafından iki cinayeti çözmekle görevlendirilen haremağası Yaşim. Tarihin ilk “hadım” dedektifi Fransız edebiyatına düşkün ve mükemmel bir aşçı. Onu, yaratıcısı anlattı. Sizi İngiliz tarihçi Jason Goodwin’le tanıştırıyorum...

        Osmanlı İmparatorluğu. Yıl 1836. Sultan II. Mahmud, bir yandan Batı’ya ayak uydurma gayretiyle sistemde çeşitli yenilikler yapıyor, bir yandan da devlet içindeki karışıklıklarla uğraşıyor. Bir gün Vaka-i Hayriye sonrası Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıyla kurulan Asakir-i Mansure-i Muhammediyye mensubu bir subayın cesedi bulunuyor, eşzamanlı olarak da gözdelerinden biri haremde boğularak öldürülüyor. II. Mahmud cinayetleri aydınlatması için zeki ve hızlı Haremağası Yaşim’i görevlendiriyor. İstanbul’un dolambaçlı sokaklarında katilin izini süren Yaşim’in olayları çözmek için 10 günü vardır.

        İngiliz tarihçi Jason Goodwin’in Yaşim romanları yıllardır konuşuluyordu. Şimdi nihayet bizde de yayınlanmaya başlamasına kendi adıma çok sevindim. Üstelik 10 yıl önce yazılmış olmasına rağmen “Yeniçeri Ağacı” adlı ilk kitapta, yaşadığımız döneme denk düşen şeyler var. Ama neticede bu bir polisiye roman, bu yüzden okuyacakların tadını kaçırmak istemem. Şu cümle yeter şimdilik: “İstanbul geçmişten gelen kâbuslara ve gelecek korkusuna teslim olurken imparatorluğun gaflet uykusundan uyanması için belki de önemli bir sarsıntı geçirmesi gerekiyordu.”

        İşte Jason Goodwin’le Yaşim romanlarının ilki olan “Yeniçeri Ağacı”na dair konuştuklarımız...

        Polisiye romanlarınıza geçmeden, Türkiye’yle ilgilenmeye nasıl başladınız?

        Ülkenizi ilk kez 1990’da gördüm, bir arkadaşımla birlikte Polonya’dan İstanbul’a yürüyerek seyahat ettiğim zaman... Kapıkule’den girmiş, Edirne’den İstanbul’a ilerlemiştik. Açıkçası, Türkiye’ye ilk görüşte âşık olmuştum. Sıcak, dost canlısı insanlar, Selimiye Camii’nin hâlâ her gördüğümde soluğumu kesen silueti, şahane yemekler... Benim için muhteşem bir deneyimdi! Tabii çok genç ve bilgisizdim; Osmanlı’nın izlerinin başka coğrafyalarda, bilhassa Avrupa’da korunduğunu daha sonra fark ettim. Bulgaristan’da içtiğim nefis, sade kahve bile sizdenmiş.

        ‘KÖYLÜ AVRUPA’NIN SONUNA ŞAHİT OLUYORDUK’

        “On Foot to the Golden Horn: A Walk to Istanbul” adlı bir kitap da yazdınız...

        Sırf Türkiye seyahatim yok o kitapta. 1990, Avrupa tarihi açısından da önemli bir yıldı. “Köylü Avrupa”nın sonuna şahit oluyorduk, yani toprakla meşgul olan, at besleyen ve hasatı makinelerle değil, elle toplayan insanlar pek kalmamıştı. Doğu Avrupa’da bu tür bir hayat biçiminin bir süre daha korunmasını sağlayan komünizmin çöküşüyle, eski usul tarım da bitmişti. Arkadaşımla yürürken, 6 ay her gece, kapıları çalarak uyuyacak bir yer istedik ve kimse bizi geri çevirmedi. Bazen saman balyaları üzerinde, bazen de yumuşak yataklarda uyuyorduk, yine de yiyeceğimiz hep vardı. Ama şu hep aklımda: Evlerinde gecelediğimiz insanlar bizi uğurlarken, “ötedeki tepe, ilerideki vadi ya da şu uzaktaki köy” konusunda uyarıyor, “Biz iyi insanlarız ama dikkatli olun, oradakiler kahvaltıda bebek yer” diye özetlenebilecek şeyler söylüyorlardı. Onlar için her zaman tetikte olunacak birileri vardı...

        “Lords of Horizons: A History of the Ottomon Empire” da vardı. Sizin yazdığınız bu Osmanlı tarihi, diğer yazılanlardan farklı mı?

        Benimki daha eğlenceli. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu’nu istatistiklerden değil, insan deneyimlerinden yola çıkarak yazdım, kısmen de yabancı seyyahların izlenimlerinden, gezi notlarından faydalandım. Böylece ortaya enteresan bir kolaj çıktı. Sanıyorum Osmanlı macerasının yükselişindeki enerjiyi de, sonlara doğru yaşanan tükenişi de doğru yansıtabildim.

        Edgar ödüllü romanınız “Yeniçeri Ağacı”nı konuşalım... Yaşim’i yaratırken neler vardı aklınızda?

        Amacım, alışılmış bir maço süper kahraman yerine yaşayan bir karakter yaratmaktı. Polisiye filmler ve romanlar, zaten bu tür karakterlerle doluydu ve bir yenisine bence hiç gerek yoktu. Yaşim, duyarlı bir adam, konuşması ve düşünce biçimi erkeksi ama çocukken hadım edilmiş. Her kayıp aslında bir kazançtır ya, ona da öyle oluyor. Sadece erkeklerle değil kadınlarla da konuşabilmesi ve sarayın içinde dilediği her yere girip çıkabilmesi bu kazançlardan Ayrıca haremağası olması, onu bir “arabulucu” ve koruyucu haline getiriyor.

        Kimi koruyor?

        Güvenliği ona teslim edilmiş insanları, padişahın ailesini, toplumu. Yaşim, hiçbir zaman tam olarak diğer insanlar gibi yaşayamayacağı, hep bir çeşit alacakaranlık kuşağında kalacağı için insana dair her şeyi araştırıyor. İnsanların zihni nasıl işler, zayıf ve güçlü yanları nelerdir, öğrenmek istiyor çünkü. Öğrendikçe de tam anlamıyla bir sorun çözücüye dönüşüyor.

        ‘KİTABIN FİNALİ ŞU SON DARBE GİRİŞİMİNİ ANDIRIYOR'

        Bir aşk hayatı var mı kahramanınızın?

        Okuduğum metinlerde, paşalarla evlendirildikten sonra gizli gizli hareme geri dönmenin özlemini çeken cariyelere dair hikâyeler vardı. Yaşim hadım edilmiş, evet ama bir cinsel hayatı olmadığı anlamına gelmiyor bu. Her şeyden önce iyi sevişiyor. Ama âşık olmak istemiyor, çünkü bu, tehlikeli bir şey. Kederli bir adam, çünkü hiçbir zaman çocuk sahibi olamayacak.

        Yaşim romanlarını yazarken edebiyatçı mıydınız, yoksa tarihçi mi?

        Okurlarımı eğlendirmekten başka amacım yoktu ama okura yalan söylememeye, gerçekleri çarpıtmamaya dikkat ettim ve hikâyeme tarihten karakterleri de dahil ettim. Sultan II. Mahmud ya da sonradan Valide Sultan olan Martinikli efsane kadın Aimee Dubucq de Riviery gibi... Sadece ufak tefek değişiklikler yaptım. Mesela Valide Sultan 1836’da ölmüştü ama ben yaşamasına izin verdim hatta onu Fransız asıllı büyükanneme benzettim. “Yeniçeri Ağacı”nda tamamen kurgusal bir hikâye anlatsam da finale doğru olanların Türkiye’deki son darbe girişimini andırdığını yeni fark ediyorum. 150 yıl önce geçen ve10 yıl önce yazdığım bir hikâyenin bugünü yansıtması biraz korkutucu aslında.

        1830’ları seçme nedeniniz neydi?

        Osmanlı İmparatorluğu’nun belirsizlikler ve siyasi ihanetlerle dolu, gergin ve karışık bir dönemi. Modernlerle gelenekçiler arasındaki büyük mücadelenin arka planında “Kim kazanacak?” sorusu duruyor. Dolayısıyla benim için o yıllar Fatih ya da Kanuni döneminden daha zengin malzeme içeriyordu. Yaşim’in dört macerası daha var, her kitapta İstanbul’un farklı bir yüzüne tanık oluyoruz. Üçüncü roman kısmen Venedik’te geçiyor. “Baklava Kulübü” adlı sonuncudaysa, İstanbul’daki İtalyan ihtilalcileri görüyoruz. Osmanlı dönemi İstanbul’unun, Avrupa’daki baskıdan kaçanlar için güvenli ve sakin bir sığınak olduğunu öğrenmek Batılıları şaşırtıyor ama bunlar gerçek.

        Eski İstanbul’u lüfer, dil peyniri isot biberi aracılığıyla dolaşmak

        Eylülde çıkacak bir yemek kitabı yazdınız: “Yashim Cooks İstanbul: Culinary Adventures in the Ottoman Kitchen”. Kitapta Yaşim’in tarifleri yer alıyor...

        25 yıldır İstanbul’a gelip gidiyor ve her gelişimde leziz yemekler yiyorum. Yemek yapmayı sevdiğim için de tariflerini istiyorum. Bu kitaptaki yemekleri çocuklarıma binlerce kez pişirmişimdir. Her birinde küçük değişiklikler, bana özel numaralar var. Mesela benim pastırmam da Kayseri’de yapılan kadar nefis. Türkiye’de ilk arnavut ciğeri yemiştim, Edirne’de bir çarşıda; onun da tarifi var. Yemek yapmak bence seyahat etmenin bir yolu, Yaşim yiyecek içecek alışverişine çıktığında okurlar İstanbul’un farklı yerlerini keşfediyor. O yılların İstanbul’unu lüfer, dil peyniri, isot biberi aracılığıyla dolaşıyoruz.

        Şimdi ne üzerine çalışıyorsunuz?

        Film yönetmeni babamla bir projemiz var. 1686’da İngiltere’ye hediye edilen Türk atı Azxarax’la ilgili. Azxarax, öyle hızlıymış ki o yılların Ferrari’si sayılıyormuş. Gerçek bir hikâye ve içinde aşk da var. Bir kısmını Türkiye’de çekmemiz gerekiyor. Görüyorsunuz ya, ülkenize gelmek için hiçbir fırsatı kaçırmıyorum.

        ‘Halil İnalcık Osmanlı tarihçiliğinin Muhteşem Süleyman’ı’

        “100 yaşında kaybettiğimiz Halil İnalcık, büyük bir tarihçiydi. Devrimci işler yaptı, arşivlere dalıp Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihini bilgisizliğin karanlığından çıkardı. Öncesinde Osmanlı tarihini çoğunlukla yabancı tarihçilerin fantaziyle karışık, güvenilmez kitaplarından okuyorduk. Osmanlı’nın kuşaktan kuşağa korunmuş muazzam bir arşivi olduğunu onun çalışmaları sayesinde öğrendik. Sayısız tarihçi ve âlim yetiştiren Halil İnalcık, Osmanlı tarihçiliğinin Muhteşem Süleyman’ıdır.”

        ‘Yaşim, bir süper kahraman değil ama süper okuyor’

        Romanın başında kahramanınız, rüyasında benim de en sevdiğim romanlardan olan “Tehlikeli İlişkiler”in meşum karakteri Merteuil Markizi ile konuşuyor. Onun okuma tutkusunu, kitaplarla ilişkisini anlatır mısınız?

        Yaşim bir süper kahraman değil ama süper okuyan biri. O dönemin bütün İstanbulluları gibi, birkaç dil biliyor. Türkçe, Rumca, Ermenice, Fransızca biraz da Gürcüce konuşabiliyor. İngilizce konuşamaması, benim tercihim. Paris’teki bir kitapçıdan devamlı yeni kitaplar getirten Valide Sultan, okusun diye bunları ona da veriyor. Yaşim tam bir Fransız edebiyatı tutkunu; Balzac, Stendhal, Gautier ve Alexandre Dumas seviyor. Okurken zihninde yazarla ya da karakterlerle kavga ettiği de oluyor.

        Bu kitapları yazarken kimlerden etkilendiğinizi de sorayım o halde...

        Edebiyatta kahramanım Charles Dickens. Görkemli bir iş yaparak 19’uncu yüzyıl Londra’sının ruhunu tüm canlılığıyla yazıya dökmüştü. Eski İstanbul’u yazarken, Dickens’ın Londra’yı ele alış biçiminden yararlandım, bu 2 bambaşka şehrin birbirine ayna olabildiğini de fark ettim. En sevdiğim polisiye yazarı Raymond Chandler da tehlikeli ama nefes alan insanlarla dolu karmakarışık ve cehennem gibi sıcak bir şehir yaratmıştı. Benim İstanbul’umdaki herkes, sıradan bir sebze satıcısı bile olsa Chandler romanlarındaki gibi yaşayan karakterler olsun istedim.

        Diğer Yazılar