Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Yapay zekânın insanlığı yok etme ihtimali var mı? Gençliğinde Nazi Ordusu’na katılmış büyük bir yazar o günleri sonradan nasıl hatırladı? Ek olarak yaşlılık üzerine 2 roman ve dengeyi sağlamak için dünyanın en huzur veren seslerinden birinin anlattıkları...

        ROMAN

        Brazzaville topluluğundan David Brown’la yaptığım röportajın uzun geldiği için çıkardığım bir bölümünde yaşlılıktan konuşmuştuk. “Bu dünya benim yaşlanmayı isteyebileceğim bir yer değil” demişti ve bir gözlemini anlatmıştı: “Amerika’dayken sokağa çıktığımda yaşlı insanların gözlerinde tuhaf bir şaşkınlık okuyordum. Sanki bir sabah uyanıp kendilerini doğup büyüdükleri yerlere benzemeyen bir yerde, bilmedikleri bir gezegenin ücra bir köşesinde bulmuşlar gibi görünüyorlardı. Çünkü biz, onları topluca bir yerlerde tutuyoruz, gözümüzden uzak dursunlar, ölene dek bizi rahatsız etmesinler diye...” Önüme konusu yaşlılık olan iki roman düşünce hatırladım bunu. David Brown’ın acımasız bir zihnin ürünü olan kitaplar aynı yazarın; Italo Svevo’nun. İlki, Can Yayınları etiketiyle çıkan “Yaşlılık”. Orijinal adıyla “Senilita”... Modernizmin en enteresan kalemlerinden biri sayılan ve “Zeno’nun Bilinci” adlı kitabını okuyunca çarpıldığım Svevo enteresan bir işe girişmiş ve 20’nci yüzyılın karmaşıklığını doğrudan insana bakarak anlatmış. Ana karakter Emilio, giriştiği her iş elinde kalmış, ‘hayat beceriksizi’ bir adam; yeteneksiz, sığ ve tutkusuz...

        Daha kötüsü yaşlanmış, elinde boşa harcanmış bir hayatın anılarından başka bir kalmamış. Onun hikâyesi üzerinden okuyoruz arka arkaya patlak veren büyük savaşların ve bir türlü erişilemeyen huzurun çağını...

        İkinci kitap ise, Aylak Adam’dan çıkan “İyi Yürekli Yaşlı Adamla Güzel Kızın Öyküsü”... Yazarın gençlik takıntısı ve acımasız keskinliği bir kez daha kendini gösteriyor. Âşık olduğu genç kızı dilediği zaman çağıran ve bir dahaki sefere kadar onu, sözde rahatsız etmemek için ama aslında bencillikten, üzerine yeni yükler almamak için aramayan yaşlı adam sandığı kadar iyi yürekli midir? Ve yaşlılığın, gençliğin özünden beslenmeye, onu tüketmeye hakkı var mıdır? “Vicdan azabı, insanın kendini aynada görmesine benzer” diyen Svevo, bu kez dünyayla değil kendiyle uğraşıyor ve yakaladığı en zayıf yerine saldırıyor. Svevo’yu bu noktada David Brown’a teslim ediyorum... O yaşlılıktan şikayet etmiyor çünkü, sakin bir kabullenişi tercih ediyor... Röportajdan alıntılıyorum yine: “Dünya tam da olması gerektiği gibi bir yer. Bazı şeyleri acı verici bulmadığım anlamına gelmiyor bu elbette. Gene de şahsen yeryüzünün akıl almayacak kadar güzel ve eşsiz olduğunu düşünüyorum. Kızıma bakıyorum; Ortadoğu’da yaşananlar konusunda en ufak bir fikri bile yok, evinin üç beş sokak ötesinde uyuşturucu karşılığında kendini satanlar olduğunu bilmiyor. Henüz o kadar masum ki bunların hepsi ona uzak şeyler. Keşke biz de öyle olabilsek; biraz daha masum, biraz daha bir şeylerden habersiz... Her şeyi denetleyebileceğimiz fikrinden acilen kurtulmamız lazım. Buradayız, çünkü çok büyük bir güç bizi seviyor, benim kızıma duyduğum sevginin milyonlarca kat fazlasını hissediyor bizim için. Öyle böyle değil, çünkü kızıma duyduğum sevgi hakikaten ölçülebilir bir şey değil ve ben, daha büyük bir şeyi hayal bile edemiyorum. Şanslıyım, çünkü Barcelona’da yaşıyorum ve etrafta yaşlı insanlar dolaşıyor. Onları gördüğümde kendimi daha iyi hissediyorum. Yaşlıların ve bebeklerin gözlerinde hep aynı bakış oluyor; yıldızların ötesindeki gerçek evimizi bilen bir bakış...”

        Bana sorarsanız Italo Svevo’nun kitaplarını okuyun ama fonda David Brown’ın İstanbul’da yaptığı kayıtlardan oluşan “Brazzaville in İstanbul” albümü çalsın hafiften...

        TAVSİYE

        Gittiğin yerde iyi misin Laika?

        Bu sayfada zaman zaman yazarlardan, editörlerden okuma tavsiyeleri almaya karar verdim. İşte onlardan ilki. “Pöti: Bir Barınak Köpeğinin Öyküsü” ve “Pöti ve Dede: Bir Dostluk Öyküsü” adlı kitapların yazarı Gökçe Gökçeer’den... Hayvanlar, insanlık tarihi boyunca hep insanlara ‘hizmet’ etmiş, onlar için çalışmış, onlar yaşasın diye denek olmuş, ölmüş ya da sakat kalmış. Ne yazık ki bu durum, hâlâ çok farklı değil. Tarihin en ünlü köpeklerinden Laika’nın başına gelenler de, hafızalara kazınan en hüzünlü hikâyelerden biri. Laika, Dünya’nın yörüngesine çıkan ve orada hayatını kaybeden ilk canlı. Aslında bir sokak köpeği olan ve kısa bir süre sonra Sovyet uzay köpeğine dönüşen Laika, sıkı bir eğitimden geçirildikten sonra 3 Kasım 1957’de Sputnik 2 ile uzaya fırlatılmıştı. Bir arıza sonucu oluşan aşırı ısınmadan dolayı hayatını kaybettiği düşünülen Laika hakkında onlarca kitap yazıldı. Owen Davey’nin yazdığı “Laika The Astronaut” da bunlardan biri. İllüstrasyonların muazzamlığından uzun uzun bahsetmeyeceğim, hepsi de hayranlıkla incelenmeyi hak edecek kadar güzel. Kitap, Laika’nın zavallı bir sokak köpeği olarak bulunuşunu, seçilişini, eğitimden geçişini anlatıyor. En güzel yanı ise, hayal gücünün sınırsızlığından yola çıkarak hikâyenin sonunu can acıtmayacak şekilde bağlaması... Laika uzaya fırlatılıyor, kaybolduğu sanılıyor. Oysa o, çoook uzak bir gezegende kendine yeni bir aile buluyor ve sonsuza dek mutlu yaşıyor. Gerçek sona da, mutlu sona da ağlamak serbest! Owen Davey, yurtdışında birçok ödül almış genç, başarılı bir yazar ve çizer. “Knight Night”, “Foxly’s Feast” ve “Build a Robot” gibi yine olağanüstü çizimlerin eşlik ettiği başka harika kitapları da var.

        PSİKANALİZ

        “André Breton’dan bu yana birçok yazarın bir baş dönmesine tutulmuş gibi teslim olduğu düş öykülerinden daha sıkıcı bir şey yoktur. İnsan, kendini ifade etmek veya itirafta bulunmak için değil, kendini saklamak için yazar. Roman kahramanları için rüyalar ve hayal etmek başka şeylerdir. Herkes düş görür ama herkes yazmaz. Düş psikanalizin kraliyet yoluyken, edebiyatın demokratik çıkmazıdır.” Edebi metinlerin kurgularını psikanalizle çözerek bizi konuşamadıklarımızla yüzleştiren Michel Schneider, Nabokov’un kelimelerinde dil üzerinden tahakküm kuran totaliter rejimlerin izini sürerken, Freud’a “Ne düşünüyorsun?” diye sorup onun akla tutkusunu masaya yatırıyor. Cesur adımlarla “ideal” psikanalizin peşine düşüp, Pessoa, Henry James ve Schnitzler’in eserlerinde saklı arzuları ararken, Proust’un annesiyle ilişkisinin köklerini araştırıyor. “Okumak ve Anlamak”, psikanaliz kuramını sorgularken, edebiyatın dehlizlerindeki insanlık hallerini çözümlemeleriyle aydınlatıyor.

        BİLİMKURGU

        Ev yönetimi, profesyonel yardım, sürdürülebilir risk analizi, enformasyon raporlama gibi becerileri olan, sahibinin en derin korkularını ve tutkularını öngörerek arzu ve isteklerini gece gündüz demeden yerine getiren algoritmik bir kişisel asistan, yaşamı daha çekilebilir ve yönetilebilir kılarken, sahibine karşı pasif bir aşkın pençesine düştüğünde neler yaşanır?

        Çok karışık bir durum bu, kabul ediyorum. Üstelik hiç olmayacak demek değil. Kendi adıma “Her” filminin de etkisiyle, gelecekte bu tarz hadiselerle mutlaka karşılaşacağımıza eminim. Peki ama o zaman ne olacak? Bilmiyorum. Bekleyip görmek gerek.

        “Yarının Aşkı”, Isaac Asimov’un bilimkurgu edebiyatına yön veren “üç robot yasası”nın ihlal sınırlarında gezinerek okuyucuya bir “robotun” gözünden 24 saatlik bir kesit sunuyor. Éric Sadin, önü alınamaz dijital devrimin bir sonraki basamağına dair gelişmelerin ve mucizevi öngörülerin süreklileştiği bu “aşırı rasyonalizasyon” çağını, yapay zekânın insanlığı alt edeceği korkusu üzerinden eleştirerek dokunaklı bir tekno-romantizm kurguluyor.

        ÖZYAŞAM

        Alman edebiyatının en önemli yazarlarından Nobel Ödüllü Günter Grass, “Kedi ve Fare”de çocukluğunu geçirdiği Danzig’e götürüyor okuru. Avrupa, İkinci Dünya Savaşı’nın karanlığına gömülürken, ergenliklerini yaşayan bir grup genç, günlerini Danzig Limanı’nda avarelik ederek geçirmektedir. Ancak savaşın şiddeti yayıldıkça, gençlerin yazgısı da tarihin bu dehşet verici döneminin koşullarıyla kesişecektir. Bu ortamda 14 yaşındaki Mahlke, Nazi Ordusu’nda gösterdiği başarılarla ulusal bir kahramana dönüşecektir. Grass kendine has grotesk üslubunu konuşturarak görkemli bir başyapıta imza atıyor. Üstelik okuduğumuz aslında bir nevi otobiyografi, yani yazarın kendi hikâyesi. 15 yaşındayken Hitler Gençliği’ne, 17 yaşındayken de Nazi Ordusu’na katılan -ya da katılmak zorunda kalanGünter Grass’ın geçmişinin gölgesi hem romanın anlatıcısı Pilenz’de hem de Mahlke’de somutlaşıyor. Savaş zamanında insanların kime ve neye dönüşmek zorunda kaldığı, toplumla birey arasındaki kedifare oyunuyla, edebiyat tarihinin bu en unutulmaz metaforlarından biri aracılığıyla sorgulanıyor.

        Gülenay BÖREKÇİ gborekci@cyh.com.tr/ HT CUMARTESİ

        Diğer Yazılar