Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Kederden, acıdan, günlük hayatın irili ufaklı dertlerinden ara sıra da olsa kurtulmak için bir hayal âlemine sığınmanın gerekliliğini dile getiren ilk Sigmund Freud olmuştu. Ama ondan da önce Robert Louis Stevenson uzak denizlerde ve ıssız adalarda geçen romanlarıyla kaçış edebiyatı denen türü yaratmıştı. Stevenson’ın asıl büyük başarısı ise “Her şeyden ve her yerden kaçabilirsiniz ama kendinizden asla!” anafikriyle yazdığı “Dr. Jekyll ve Bay Hyde” oldu. Peki ya kendisi, o kaçabilmiş miydi?

        İskoçyalı romancı Robert Louis Stevenson’ı bilirsiniz; hani şu bizi daha çocuk yaşta macera duygusuyla tanıştırıp uzak seyahatlere çıkmayı, yaşadığımız hayatın dertlerinden kaçıp dünyanın uzak yerlerinde kaybolmayı, korsanlarla savaşmayı arzulatan “Define Adası” ve “Kaçırılan Çocuk”un yazarıdır kendisi. Ama bence daha önemlisi “Dr. Jekyll ve Bay Hyde”ın yaratıcısı, yani “Her şeyden ve her yerden kaçabilirsiniz ama kendinizden asla!” diyerek bize güçsüzlüğümüzü hatırlatan ve en derin yaramızı görünür kılan adamdır. Bana öyle geliyor ki karmaşık bir hayat hikâyesi olan Stevenson, yazdığı bütün kitapların da kahramanı aslında. Uzak bir adaya kaçmak isteyen de o, medeniyete dönmek isteyen de. Korsan da o, kaptan da. Bilim âşığı zarif entelektüel Dr. Jekyll da, ipsiz sapsız, kaba saba Bay Hyde da. İyi ile kötünün ezeli savaşı hem kitaplarının hem de ruhunun merkezinde... Yıllar önce Borges’in çömezi olarak ün yapan, bir süre önce de Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Beş Şehir”ini bir yabancı gözüyle yeniden yazan Arjantinli Alberto Manguel de benim gibi düşünüyor besbelli. Zira ünlü yazarın son günlerini anlattığı “Palmiyelerin Altında Stevenson” adlı romanında bu meseleyi ele alıyor. Anlatayım...

        YAZAR BİR GÜN ADADA GÖLGESİYLE KARŞILAŞIR

        Sağlık sorunları, daha doğrusu yakasını bir türlü bırakmayan tüberküloz yüzünden İskoçya’yı terk edip Güney Pasifik Okyanusu’ndaki ılıman iklimli Samoa Adaları’na yerleşen Stevenson, hayatının son altı yılını orada geçirmiş. Anlatılanlara göre, bu süre zarfında Samoalılar kimselere benzemeyen bu tuhaf adama öyle saygı duymuş ki ona bir çeşit kabile reisi hatta halk kahramanı muamelesi etmiş. Şüphesiz bunda, Batı devletlerine karşı Samoalıların haklarını korumak için başlattığı kampanyanın da etkisi olmuş herhalde. Stevenson 1893’te Samoalı bir kabile şefini desteklediği için, ‘isyancı’ ilan edilmiş.

        Manguel’in romanı tam da bu noktada başlıyor: Samoalıların “Tusitala” yani “Hikâyeci” adını taktığı Stevenson sağlığının adamakıllı kötüleştiği günlerde adaya yeni gelen İskoç misyoner Baker’la karşılaşıyor ve apansız ortaya çıkıp bir anda sırra kadem basma yeteneği olan bu genç adamla tanışması, hayatını tümüyle değiştiriyor. Bir anda memleketini özlemeye başlıyor, karısını artık hiç de çekici bulmadığını, daha kötüsü onun da kendisini beğenmediğini fark ediyor. Ada halkının düzenlediği bir şölende, bir yandan ağzından kan gelerek öksürürken, bir yandan da kabile şefi Tootei’nin olağanüstü güzel kızına ilişiyor gözü. Kızın yarı çıplak dans edişini seyrederken, yüzünün yandığını hissediyor ve kendisini rüyalarından sorumlu tutmadığı için Tanrı’ya şükreden kişiyi hatırlıyor. Kava’sından büyük bir yudum alıp aynı şükran duasını mırıldanıyor içinden.

        Ertesi sabah, tazelenmiş adeta gençleşmiş uyanır. Yataktan fırlayıp her zamanki gibi doğru ile yanlışın savaşını anlattığı yeni romanının başına oturuyor. Ama hikâye beklenmedik bir yola sapmış sanki; karanlık, şiddetli, hatta “zehirli” şeyler çıkıyor artık kaleminden. Okuyunca yazdıklarını tereddüt etmeden yakıyor.

        "ONLARI SİZİN YERİNİZE BEN ÖLDÜRDÜM" DİYEN GÖLGE

        Ve hemen ardından garip olaylar baş gösteriyor, adım başı yeni bir cinayet işleniyor ve cennet kısa sürede cehenneme dönüşüyor. Vahşice öldürülen ilk kişi ise kabile şefinin kızı. Üstelik cesedin yanında Stevenson’ın kanlar içindeki şapkası duruyor. Tabii henüz ondan hesap soran yok. İskoç misyoner Baker’ın soran bakışları hariç! Bir sonraki gün adadaki hanın ateşe verildiği haberi geliyor. Civarda yine Stevenson görülmüş, hem de elinde bir gaz lambasıyla... Cinayetler de sürüyor. Nedenini bilmediği bir şüphe ruhunu kemirirken, Baker bir kez daha çıkar karşısına: “Ha sizin eliniz, ha benimki, ne fark eder! Kızı istediniz, ben de sizin adınıza aldım onu. Tanrı’ya küfreden ayyaş kalabalıklardan iğreniyordunuz, çünkü sizin yaşamınız yavaş yavaş tükenirken onlar hayat doluydu, ben de sizin hoşunuza gitsin diye hepsini ortadan kaldırdım. İş bitti, bunu isteyen sizdiniz. Zaten hep söylersiniz ya; hepimiz aynı hikâyenin karakterleriyiz, sadece ara sıra rollerimiz değişir. Anlayacağınız, bir daha gelmeme gerek yok.” Ardında bir esinti bırakarak gider. Ama artık hiçbir esinti Stevenson’ı rahatlatamayacaktır.

        Dr. Jekyll ile Mr. Hyde karakterlerinin, yaratıcılarının kişiliğinden bağımsız bir şekilde ortaya çıkmadığını daha iyi ne gösterebilir! Tedirgin edici ama insan ruhunun karmaşıklığını aydınlatma yolunda gayet işe yarar bir deneme. Üstelik belirtmek isterim; kurgu tamamen hayal ürünü olsa da ifade ve anlatımların bir kısmı Stevenson’ın mektuplarından, günlüklerinden alınmış.

        ‘Batık gemiler ve korsanlar arasında’ büyüdü

        Stevenson 13 Kasım 1850’de İskoçya’da doğdu. Zayıf bünyeli, çabuk hastalanan bir çocuktu. Tüberküloza yakalandığında, ona Alison Cunningham adlı bir hemşire bakıyordu. “Cummy” diye çağırdığı bu hemşire Stevenson’ın masallarla tanışmasını sağlayan kişiydi. Her gece uyumadan önce ona kitap okuyordu. Stevenson’ın zengin bir hayal gücü vardı; çocukken oyunlar icat ediyor, şifreler yaratıyor, defineler arıyor, haritalar çıkarıyor, silahlar yapıyordu. “Define Adası”nın hikâyesi o yıllardan belli olmuştu sanki. Sonradan çocukluğunu yakın dostu olan yazar Henry James’e şöyle anlatacaktı: “Bir İskoç çocuğu batık gemilerin, demir kancaların, korkusuz korsanların, yüksek dağların, sert rüzgârların ve vahşi denizlerin hikâyeleriyle büyür. Hayallerinde çocuk değildir. Altın arar, korsan olur, ordulara kumanda eder, dağlarda kaçak gezer, haydutluk yapar, gemisi batar, mahkûm olur, elleri kan içinde kalır, savaşı kaybetse bile zarafetini korur ve sonunda daima masumiyet ve güzelliği zafere taşır.

        ‘Çocuk için oyun neyse, yetişkin için roman odur’

        Stevenson edebiyat anlayışını şöyle özetlemişti: “Bir çocuk için oyun neyse bir yetişkin için de roman aynı şeydir. Dıştan bakınca herhangi bir insanın hayatı kaba bir çamur yığını gibi görünebilir, ama her insanın kendine ait o çamur yığınının içinde haz duyarak oturabildiği bir altın oda mutlaka vardır.” Stevenson kendi altın odasını buldu hatta yetinmeyerek oraya başkalarını, okurları da çağırdı. Daveti kabul edip gelenleri düşsel bir dünyanın güvenli sınırları içinde dolaştırırken, onlara kimi zaman çok eğlenceli kimi zaman ürkütücü serüvenler anlattı, hakikatler dünyasında yaşadıkları sıkıntıları, en azından kitabı ellerinde tuttukları süre boyunca unutturdu. Yazdıklarının “kaçış edebiyatı” diye adlandırılmasının temel sebebi bu.

        Bir bedende iki ruh

        Stevenson’ın psikanalitik devrimin hemen öncesinde, çığlıklarla uyandığı bir karabasandan ilhamla yazdığı “Dr. Jekyll ve Bay Hyde’ın Tuhaf Hikâyesi”, iyi ile kötüyü tek insanın bedeninde savaştırıyor. Şöyle...

        İnsan ruhunun karmaşasından haberdar olun Dr. Jekyll, katıksız iyilik ya da katıksız kötülük diye bir şey olmadığını seziyor. Ve bunu bilimsel olarak da kanıtlamak istiyor. Ona göre insan ruhundaki kötülük ve iyilik ayrıştırılabilirse, katıksız iyiliğe de erişilebilir. Sonunda mucizevi bir karışım yaratıyor ve bu ilacı içerek Bay Hyde adını verdiği ikinci bir kişiliğe bürünüyor. Jekyll ne kadar tatlı, nazik ve iyiyse, Hyde da o kadar çirkin, kaba ve ahlaksız. Köşesinde sessiz sakin oturmaya da hiç niyeti yok, dolayısıyla kötücül eylemlerine başlıyor. Dr. Jekyll ise uzun süre “Ben yapmadım, o yaptı” diyerek oyalanıyor, Bay Hyde’ın aslında kendi olduğunu aklına getirmeyerek... Bay Hyde ikide bir yerini bir başkasına devretmek zorunda kalmaktan bıkmış. Gösterinin yıldızı olmak istiyor, yönetime ele koyuyor. Savaş başlıyor. En ürpertici şey, finale doğru gerçekleşiyor; Jekyll ilacı içmeden, kendiliğinden Hyde’a dönüşüyor. Artık kendini temiz hissetmesi için bir sebebi kalmadığı için de intihar ediyor.

        Arjantinli yazar Alberto Manguel, işte Dr. Jekyll’ın kişilik bölünmesini yaratıcısına vakfederek yazmış “Palmiyelerin Altında Stevenson”ı.

        Diğer Yazılar