Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Sinema yazarı ve romancı Mehmet Açar, yeni kitabıyla okurlarının karşısında. Doğan Kitap etiketli “Kayıp Hasta” rüya ile gerçeğin birbirine karıştığı tedirgin edici bir distopya. Ve bütün distopyalar gibi halimizi daha iyi anlamamız, insanlık olarak nereye gittiğimizi fark etmemiz için bir uyarı.

        Arkadaşım Mehmet Açar, en sevdiğim sinema eleştirmenlerinden. Ayrıca “Hayatın Anlamı Ya da Akhisarlı Hasan Tütün’ün Maceraları” ve “Siyah Hatıralar Denizi” gibi sağlam romanların yazarı. Yeni kitabı “Kayıp Hasta”ya gelince, bence Açar’ın bugüne dek yazdığı en büyük şey. Kahramanı Ali Z. adında biri. Olaylar bir hastanede geçiyor ve bunun dışında her şey müphem. Ali Z.’nin sırt çantası kayıp mesela, ayrıca kimliği ve evrakları bulunamıyor. Oraya niçin geldi, nasıl çıkacak hatta aslında kim; bunlar bile belli değil... Alttan alta hissedilen ve dozu gittikçe artan gerilim de cabası. Mehmet Açar’la romanını konuştuk ama baştan söyleyeyim zor oldu, çünkü bu iç içe geçmiş Escher’vari bilmeceleri andıran romanda sorduğum her soru daha sonra olacak başka bir olayı açık edebilirdi. Yine de sürprizi ve okurun hevesini kaçırmadan konuşmayı denedik... Benim için en büyük sürpriz, saplantıyla sevdiğim Douglas Hofstadter’in kitaplarından etkilendiğini öğrenmekti.

        Mehmet, bana yeni romanınla Kafka’ya sıkı bir selam çakmışsın gibi geldi, bununla başlayalım mı?

        Haklısın. Kafka’yı çok severim. Beni en çok etkileyen yazarlardan biri. Ama gerçek anlamda tümüyle Kafkaesk bir metin yazıp yazmadığımdan çok emin değilim. Kafka, bir dünya kurar ve o dünyanın içinde okuru hapseder. Kafka’nın metinleri, rüyadan hiç uyanamamak gibi bir his verir bana. Okur finalde kendini boşlukta hisseder. Benim romanım ise daha farklı. Olaylar ilerliyor ve bir yere bağlanıyor...

        Devlet Araştırma Hastanesi olarak geçen “akıllı hastane” fikri enteresan. Sonuç olarak tıp, teknolojiye hem en ihtiyaç duyulan alanlardan biri hem de kadim zamanlardan beri değişmeyen birtakım uygulamalara gerek duyuyor. Doktorun hastayı dinlemesi mesela... Buradaki akıllı hastane ne yapıyor; hastaları iyileştiriyor mu yoksa başka bir varoluş sebebi mi var?

        Hastaneyi zihnimde şekillendirdikçe roman da şekillendi. Hastaneyi bir karakter gibi ele aldım. Zaten gerçek hastanelerle hiçbir ilgisi yok; tümüyle hayali bir yer. Kendi isteğinizle gitmiyorsunuz, hastane sizi çağırıyor. Devlet çağırıyor. Gitmek zorundasınız. İçeri girince de çıkması zor. Vermek istediğim duygu, iktidarın insanı her yandan kuşatıyor oluşu. Akıllı hastaneye girince artık beyninizle, bütün iç organlarınızla hastaneye teslim olmuş durumdasınız. Yıllar önce annemin bir röntgen filmi üzerine, doktorun öğrencileriyle yaptığı konuşmaya şahit olmuş ve hiçbir şey anlamamıştım. O gün doktorların bedenimizin içinde olup bitenleri bizden çok daha iyi anlamaları beni etkilemişti. Nörologlar da MR’lara bakıp beynimizi bizden çok daha iyi anlamıyorlar mı? “Kayıp Hasta”nın çıkış noktası biraz kendi biyolojik hakikatimizle olan kopukluğumuz, biraz da beynimizin kontrolünü kaybetme korkusudur...

        ‘KADINLAR ÂŞIĞIM DEDİKLERİNDE GERÇEKTEN ÂŞIKTIRLAR’

        Hastanede adamın çılgın bir cinsel arzuyla dolması ve karşılaştığı kadınları arzulaması meselesi, David Cronenberg’i hatırlatıyor. Onun filmlerinde vücuda giren öldürücü bir virüs libidoyu tetikler ya, sanki öyle. Romandaki bütün o arzulu sevişmelerde ne oluyor aslında? Arzu ya da cinsellik insanları kontrol etmenin bir yolu olabilir mi?

        Cinsellik baskı altına alınabilir ama kontrol edilemez bence... Bu yolla insanların kontrol edilip edilemeyeceğini ise bilmiyorum. Ama hastanedeki deneylerden birisi olduğu kesin. Sonuçta, Ali Z. aşkla cinsel arzuyu ayıramaz hale geliyor. Benim için önemli olan, Ali Z.’deki o kafa karışıklığı... Ben şöyle düşünürüm: Kadınlar âşığım dediklerinde gerçekten âşıktırlar. Onların aşkı daha gerçek gelir bana, erkeklerin aşkı ise sahip olmakla ilgilidir biraz... Her neyse, bu bir aşk ve cinsellik romanı değil ama Ali Z.’nin bu konudaki kafa karışıklığı romanın önemli motiflerinden biri.

        Hastanenin Rüya Laboratuvarı, Şuurdışı Enstitüsü gibi departmanları Tanpınar’ı düşündürüyor. İshak Bey mesela gayet Tanpınarvari bir şahsiyet. Kimler, hangi yazarlar, hangi eserler seni etkiledi bu romanı yazarken?

        Tanpınar çok doğru bir tespit. “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” çok sevdiğim bir roman... Burada da etkileri olduğu kesin. Şuurdışı Enstitüsü zaten açık bir gönderme. Ama edebiyat dışı başka metinler de var. Romana başlamadan önce Michel Foucault okudum mesela. Douglas Hofstadter’i unutmayalım; özellikle de “Ben Bir Garip Döngüyüm” adlı kitabını... Bir de ünlü nörolog Ramachandran’ın “Öykücü Beyin”i...

        Rüyaların en gerçek yanımızı anlattığını düşündüm hep ama senin kitabını okurken bundan da emin olamadım...

        Romanda okurun üstünde durduğu gerçeklik zemini sürekli kayıyor. Özellikle finale doğru anlatım Escher’in resimlerine dönüyor adeta. Bunu çok bilinçli yaptım. Yani, sonuçta böyle düşünmekte haklısın ama ben hâlâ rüyaların gerçeklerden daha gerçek olduğunu düşünüyorum. Gerçeklik ve rüya arasında bir anlatı labirenti kurmaya çalıştım. Ama sonuçta, gerçekliğe giden yol rüyalardan geçiyor. Çünkü hafızamızın en saf hali rüyalarda karşımıza çıkıyor. Rüyalar gerçeklerden bile daha dürüst. Rüyaları anlarsak, kendimizi daha iyi anlarız.

        ‘Ülkelerin sadece dürüst yöneticilere ihtiyacı var’

        Hastane hastane değil de aslında başka bir yer olabilir mi? Mesela günümüz Türkiye’sinin gölgesi oraya ne şekilde düşüyor?

        Açıkçası bu romanda alegori yok ve roman Türkiye’de geçmiyor. Nokta. Gerisi tümüyle aşırı yoruma girer. Olup bitenler derin devlet yapılanmasına sahip bütün ülkelerde olabilir. Edward Snowden CIA’de çalışırken “Obama gelince bu işler bitecek” diye düşünürmüş. Yani liberal Obama gelince derin devletin başta Amerikan halkı olmak üzere dünyadaki bütün insanların özel hayatını gözetlemekten vazgeçeceğini sanıyormuş... Sonra ne olduğunu hepimiz biliyoruz. Obama geldi, o işler aynen devam etti. Snowden şimdi vatan haini.

        Ben romanını teknolojinin hükmettiği modern hayata dair bir eleştiri olarak okudum...

        Aslında ileri teknolojinin geleceği daha da güzel kılacağını düşünenlerden biriyim. Bence dünyayı her koşulda demokrasi ve ileri teknoloji kurtarır. Benim meselem, teknoloji ve bilimin, demokrasi dışı yönetim biçimlerinin elinde iktidarın sopasına dönüşmesi... Teknoloji herkesin işine yarar ve kötü adamlar da kullanabilir. “Kayıp Hasta” bu kaygının bir ürünü...

        Toplum mühendisliği kavramı da önemli.

        Valla ben sevmiyorum bu tür çabaları ve açıkçası çok da endişeleniyorum. İnsanların düşüncelerini belirlemeye çalışmak, onları güdülecek bir koyun sürüsü gibi görmek çok tehlikeli bir süreç. İktidarlar ya da iktidar olmaya çalışanlar, böyle düşünmeye başladıkları anda karanlık bir alana giriyorlar bence... Kısa ve orta vadede iyi sonuçlar alsalar da uzun vadede ters tepiyor. Dünya tarihi bunun örnekleriyle dolu... Ülkelerin sadece dürüst yöneticilere ihtiyacı var. İktidarları kalıcı kılmak için toplumu tektipleştirmek, düzene uygun kafalar yaratmaya çalışmak vahim çabalardır...

        ‘Demokrasiler ayakta durdukça çok karamsar olamam’

        Mehmet Açar’ın kitabında şu kısım çok çarpıcı: Bir yanda Muhafazakârlar, bir yanda Özgürlükçüler var ama bir süre sonra ikisinin de sistemin beslediği unsurlar olduğunu hissediyoruz. Birbirleriyle mücadele ediyorlar ama sistem ne kadarına müsaade ediyorsa o kadarına güçleri yetiyor. Bazıları itaat ederek bazıları da başkaldırarak hizmet ediyor sisteme. Ona bunu da sordum; şöyle cevapladı:

        “Romanın geçtiği ülkede iktidar ile muhalefet arasında süregelen bir çatışma var. İktidar ile muhalefetin ideolojik konumlarını çok net çizmedim aslında. Sonuçta benim için önemli olan, devleti ele geçirenin hastaneyi de ele geçirmek istemesi. Özgürlükçüler ise hastanenin temsil ettiği zihniyete karşı çıkıyor... Bu arada, iktidar ve muhalefet, Özgürlükçüleri istediği gibi kullanmaya çalışıyor... Ve evet haklısın, sayıları çok az olan, ülke siyasetinde temsili güçleri sınırlı olan Özgürlükçüler bu oyunları bozmakta pek başarılı değiller...” Ardından, “Dünyada bir şeyleri değiştirmek nasıl mümkün o halde; çıkış var mı bu hastaneden?” diye sordum. İşte anlattıkları: “Valla bilmiyorum. Sonuçta orası benim hayal dünyam ve ben günümüz dünyasına o hastanenin içinden bakıyorum. Yolunda gitmeyen çok şey var ve dünya gerçekten kötü bir dönemden geçiyor. Roman da bunun bir yansıması. Ama sonuçta demokrasiler ayakta durdukça çok karamsar olamam ben... Ayrıca ileri teknoloji ve yapay zekâların dünyayı daha iyi bir yer haline getireceğini düşünüyorum. Bence en kötüsü, paranoya ve nefrete teslim olmak...”

        ‘Romancılığım, eleştirmenliğimi besliyor’

        Doğrudan filmlere gönderme yapmadığında bile sinemanın sihirli evreninde soluk alıp veren bir yazarla karşı karşıya olduğunu hissettiriyorsun. Eleştirmen Mehmet Açar’ın romancı Mehmet Açar’a yol gösterdiği söylenebilir mi?

        Sinema kültürüm, romancılığımı mutlaka besliyordur; aksi düşünülemez. Filmler popüler kültürün bir parçası olduğu için romanlarımda bu tür göndermeler her zaman vardır. Öte yandan, romancılığım da eleştirmenliğimi besliyor. Sonuçta, roman yazarken bir anlatı yapısı kuruyorsunuz. Film de senaryo yazarı ve yönetmen tarafından kurulan bir yapıdır. Filmi seyrederken bir yazar olarak o yapının kuruluş aşamalarını görebiliyorum... Romancılık, analiz sırasında gerçekten çok işime yarıyor.

        Sinemacı Mehmet Açar’ın bu romanı okurken neler söylediğini merak ettim...

        Daha önceki romanlarımın sinemaya çok uygun olduklarını düşünmüyorum. Yani, üçünden de film çıkar ama çok şeyin değişmesi, atılması gerekir. “Kayıp Hasta” ise filme uyarlanmaya daha müsait galiba. Zaten sinema bir karakterin öznel bakış açısını yansıtmak için çok ideal bir dil sunar.

        Diğer Yazılar