Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Eski Ev-Yeni Sanat Uluslararası Plastik Sanatlar Sempozyumu, Urla’nın Yağcılar Köyü’nde gerçekleştiriliyor. Ve Yağcılar’ın ünlü Bağ Evi, bir hafta boyunca avlusundan üzüm bağlarına, restoranından teraslarına tüm alanlarıyla bir açık hava atölyesine dönüşüyor. Almanya, Danimarka, İngiltere, Hollanda, İtalya, Kuveyt, Lübnan ve Türkiye’den sanatçılar üretiyor, paslaşıyor, paylaşıyor, tartışıyor ve yeni projeler için tasarılar yapıyorlar

        Urla’ya giderken aklımda bu çok sevdiğim, küçük Ege kasabasında uluslararası plastik sanatlar sempozyumu düzenleyen insanın nasıl bir çılgın olduğu vardı. Yani enginar festivali, bağbozumu, hepsine tamamdı ama plastik sanatlar? Hele ki Contemporary İstanbul’un hemen ardından ve Uluslararası İstanbul Bienali ile eşzamanlı olarak. Diğer yandan İzmir ve civarı benim çocukluğumun geçtiği yerlerdi ve beni yeniden oraya götüren her neden benim için güzel bir nedendi.

        Özetle Urla’da 1 haftadır devam eden Eski Ev-Yeni Sanat Uluslararası Plastik Sanatlar Sempozyumu’nu düzenleyenlerden Sema Hanım’la buluşmaya hazırdım. Ve işte ilk sürpriz burada bekliyordu beni. Zira 6’ncısı düzenlenen Uluslararası Eski Ev-Yeni Sanat Plastik Sanatlar Sempozyumu’nun kurucularından Sema Sertkaya benim çok sevgili çocukluk, gençlik arkadaşım Sema çıkmasın mı! Bazen olur, insanlar birbirlerini kaybedebilir ve sonrasında hiç beklemedikleri yerlerde bulabilirler. (Sempozyumun adındaki eski ev tam da burada yerini buluyor işte.)

        Eski Ev-Yeni Sanat Uluslararası Plastik Sanatlar Sempozyumu her yıl farklı bir tema çerçevesinde, Urla’nın Yağcılar Köyü’nde yer alan Bağ Evi otelin ev sahipliğinde gerçekleştiriliyor. Aslında sempozyuma bütün köyün ev sahipliği ettiğini söylersem, yanlış olmaz. Bir hafta boyunca avlusundan üzüm bağlarına, restoranından teraslarına tüm alanlarıyla Bağ Evi, doğanın tam ortasında bir sanat atölyesine dönüşüyor. Almanya, Danimarka, İngiltere, Hollanda, İtalya, Kuveyt, Lübnan ve elbette Türkiye’den 20’yi aşkın ressam, heykeltıraş, fotoğrafçı, bu açık hava atölyesinde üretiyor, paslaşıyor, paylaşıyor, tartışıyor ve yeni projeler için tasarılar yapıyorlar. Görmeniz gerek; bir tarafta kurşundan heykeller üreten bir ressam, bir tarafta çektiği yüzlerce fotoğrafı anlaşılmaz tuhaflıkta kolajlar haline getiren bir fotoğrafçı, her yerde boyalar, paletler, fırçalar, sonbaharın imzası kuru yapraklar; sesler, sessizlikler. Son gün bütün yöre halkı üretilen eserleri görmeye geliyor. O da ayrı bir âlem, çünkü bu eserler tavanlarda, duvarlarda, ağaç dallarında, kısacası her yerde... Satıştan elde edilen gelir, bölgedeki eski Rum evlerinin restorasyonu için kullanılıyor.

        Küratörlüğünü Tuncay Topcu, Sema Sertkaya, Bengü Bahar Üzlikcan’ın yaptığı sempozyumun önceki yıllarında, mübadele, göç gibi temalar ele alınırken, bu yıl “güzel” teması seçilmiş.

        Etkinliklerin son iki gününü izlerken bana fotoğrafçı Mehmet Gazioğlu eşlik etti. Gazioğlu, İstanbul’un tarihi semtlerindeki çalışmalarından sonra bugün rotasını Anadolu’ya çevirmiş durumda. Kapadokya’dan Mardin’e uzanan geniş bir coğrafyada yeni eserlere imza atıyor, “sürrealistin rüyası” adını verdiği fotoğraflarında kelimenin tam anlamıyla dünyayı “tepetaklak” ediyor.

        Gazioğlu şu sözlerle anlatıyor kendini ve fotoğrafla ilişkisini: “Sanayiciyim ama bir süredir yeni bir serüvenin de içindeyim. Yeni işim fotoğrafçılık: Renkler, gölgeler, ışık, hız. Son bir yılda Türkiye’yi fotoğraf çekerek adım adım dolaştım. Ve alışılmadık bir stille gördüklerimi, bozdum değiştirdim, üzerinde oynayarak tanınmaz hale getirdim, tepetaklak ettim. Burada değişik disiplinlerden sanatçılarla tanışmak ve onların bilgilerinden yararlanmak da açıkçası bana iyi geldi. Dünyayı başka sanatçıların bakış açılarından görebilmek güzel bir şey. Kasım ayındaki ikinci sergimden sonra 3 küratör arkadaşımla beraber Eski Ev-Yeni Sanat’ı İstanbul’a taşımayı planlıyoruz.”

        ROMAN

        ‘Aşk kendi yolunu daima bulur’

        Vianne Rocher’ye, hani şu “Çikolata” filminin kahramanı olan kadına benziyor Serap Doğan. “Çok uslu bir çocuktum, kurallarla, otoriteyle sorunum büyüdüğümde başladı. Çalışmayı seven ama hırsları olmayan, yaptığı her işi tutkuyla yapan, özgürlüğüne düşkün biriyim. En sevdiğim şeyler, üretmek, derleyip toplamak, sistemler kurmak... Hayatımda bir şeyler monotonlaştığında o ortamdan ışık hızıyla uzaklaşıyorum” diyor. “Hepsi bu kadar mı” diye soruyorum. Devamını röportajımızda anlatıyor...

        Yeni kuşağın en dikkat çeken öykücülerinden biri olan Yalçın Tosun’un eşi olarak tanıştığım ama bugün ilk romanını okuduğum Serap Doğan’la “Maviye Bakmak”ı konuşuyoruz. Şöyle diyor romanının özünü oluşturan aşka ve ona dair genel algımıza dair: “İlişkilerden söz ederken genellikle büyük olaylardan bahsediyoruz; yalanlardan, şiddetten, maddimanevi çıkar çatışmalarından. Oysa iki kişi arasında yaşanan ve adı konmamış gerginlikler de önemli. Bu gerginlikleri önemsemediğimiz için o büyük olaylar yaşanıyor belki de. Diyelim ki biri sevgilisinin elini tutar ama sevgili o eli kavramaz. İşte insana kendini dışlanmış hissettiren bu küçük şeyler çok önemli. Aşka dair bir yanlış da şu bence: “Mutsuzluğumuzu çoğu zaman hayatımıza yeni birini katarak gidermeye çalışıyor, mecburiyetten ya da çaresizlikten beslenen tatminsizliğe de ‘aşk’ adını veriyoruz. Keşke önce kendi bütünlüğümüzü kurabilsek...” İşte Serap Doğan’ın anlattıkları...

        (Maviye Bakmak, Serap Doğan, Doğan Novus)

        Günümüzde aşk ve ilişkiler üzerine ağırlığını hissettiren, düştü düşecek duygusu veren bir “Demokles’in kılıcı” var mı, varsa o nedir?

        Sosyal medyanın çılgın dünyası var. Artık ilişkiler fotoğraflar üzerinden kuruluyor hatta yorum yazan üçüncü kişiler de misafir ediliyor. Bir anda binlerce arkadaşınız olabiliyor. “İyi ki kıskanç bir kadın değilim” diyorum bazen kendime. Kıskanç biri, hele göz önünde birisiyle birlikteyse, çıldırabilir. Tüketim açısından da kapitalizmin en vahşi dönemini yaşıyoruz. Birbirimizi bile tüketiyoruz artık. Genç nesilde kesinlikle böyle. Yine de bu saydıklarımı ilişki konusunda tehdit olarak görmüyorum. Aşk kendi yolunu daima bulur.

        Sizin bir üstesinden gelme yönteminiz var mı

        Samimi olmak lazım. Ben başka bir yol bilmiyorum. Her şeyden önce kendimize samimi olalım, itiraf etmekten korkmayalım; yüzleşmemiz gereken şey ne olursa olsun... Kabullenelim ki sindirebilelim. Asi, burnunun dikine gitmeyi tercih eden biriyim fakat bir noktadan sonra, “Bu mesele benden büyük” diyebilmek gerektiğinin farkındayım.

        Romanınıza dönersek; bu işin en zorlayıcı yanı neydi?

        Sizin kafanızda olanın, okuyucuya aynı şekilde geçip geçmeyeceğini değerlendirmek. Onun dışında hikâye kurmak ve sayfalarca o hikâyenin tutarlılığını korumak da zorluyor. Fakat bir yandan da bu çok zevkli bir şey. Kadın karakterin geçirdiği ruhsal değişimleri yazarken, bunları sürreel hatta spiritüel durumlar olarak anlattım. Son yüzyılların gözbebeği olan analitik düşünceden uzaklaşabilen masalımsı, daha doğrusu yazarın sorularıyla bulanıklaştırılmış bir kitap yazmak istedim. Anlayacağınız hikâyeyi özellikle bulanıklaştırdım; resmi netleştirmek okuyucuya kalsın, herkes kendi doğrusunu bulsun diye...

        Peki yazmanın en büyük ödülü nedir?

        Birisine, mahremiyetini ihlal etmeden dokunabilmek. İşte bu muhteşem bir duygu. Yaptığım başka hiçbir iş beni bu kadar mutlu etmedi.

        İnsanın yazdıkça kendisi olmaya yaklaştığı söylenir, sizce de öyle mi?

        Yazarken kendi içimde saklı kalanları kurcalıyor, cevapları bulmaya çalışıyorum. Kendimi zorlamayı, gıdıklamayı, konforumu bozmayı seviyorum. Demek ki yazdıkça ben de kendim olmaya yaklaşıyorum.

        Nasıl yazıyorsunuz, yazmak için özel bir mekânınız, saatiniz var mı?

        Ah, keşke öyle lükslerim olsa! İzlediğimiz Amerikan filmlerindeki gibi şehrin belli başlı kafelerine gidip insanları gözleyerek yazmayı çok isterdim. Ben genelde trafikte sıkışmışken ya da kuaförde randevu saatimi beklerken yazıyorum. Bazen yürürken bazı fikirler, diyaloglar geliyor aklıma. O zaman da cep telefonuma not alıyor, uygun bir zamanda da o notları temize çekiyorum.

        BU HAFTA NE OKUSAK?

        “Blogcu anne” Şermin Yaşar’dan hüzünlü bir roman. Irvin Yalom da ölüm korkusundan bahsederken bizi aslında hakikaten “yaşamaya” sevk ediyor.

        Tarihi Hoşça Kal Lokantası Şermin Yaşar Doğan Kitap

        Ölüm Korkusunu Yenmek Irvin D. Yalom, Robert Berger Pegasus Yayınları

        Diğer Yazılar