Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Gazeteci, yazar, çevirmen Vivet Kanetti, yeni romanı “Huysuz Büyüyor... Bari”de Türkiye’nin yakın dönem toplumsal, sanatsal ve siyasi hayatını mizahi bir dille anlatıyor. Röportajımızda da söylediği gibi, “En zor koşullardan sağ çıkabilenler, hayatlarından şakayı eksik etmeyenlerdir...”

        Anlattıkları her şeye inandıklarımız ve anlattıkları hiçbir şeye inanmadıklarımız vardır. Bir de bu ikisinin dışında kalanlar; ritmiyle, tonlamasıyla, seçtiği sözcüklerin çağrıştırdıklarıyla bizim için nice bilinmezin kapısını aralayanlar... Onları dinlemek zevklidir, insanda çalkantılı bir yolculuk hissi uyandırır, başdöndürürler, o yüzden yazdıklarını inanarak okuruz. Gazeteci, yazar, çevirmen Vivet Kanetti, onlardan. (İtiraf edeyim, yukarıdaki cümleleri de onun romanından azıcık değiştirerek aldım.)

        Kanetti, yeni romanı “Huysuz Büyüyor... Bari”de, insanlarla irtibatı asgariye bağlama derdindeki Huysuz’un hikâyesini anlatıyor. Huysuz, her şeyi merak edip herkesten sıkılan 17 yaşında akıllı, duyarlı ve alaycı bir genç kız. Ama dilindeki hafifliğe, uçuculuğa rağmen roman, epey sert şeylerden bahsediyor. “Bu ülkenin yakın tarihi böyle de anlatılabilirmiş” diyorsunuz. Azınlık meseleleri, Kürt sorunu, solun ve sağın büyük yanlışları, siyasi darbelerin ve baskı dönemlerinin bize yaptıkları, yaptırdıkları, hem olanca trajikliğiyle önünüze geliyor, hem de yazarın sımsıkı sarıldığı mizah sayesinde nefessiz kalmaktan kurtuluyorsunuz. Vivet Kanetti’yle romanını konuşmak için buluştuk. İşte röportajımızdan kalanlar...

        ERDAL EREN’LE AYNI YAŞTA

        Kahramanınız Huysuz 17 yaşında. Ne çocuk ne yetişkin; göz açıp kapayıncaya kadar geçecek bir ara dönemi yaşıyor. Huysuzun Teki adlı önceki romanınızın devamı olduğunu biliyorum ama gene de neden anlatmak için 17 yaşı seçtiniz?

        Huysuz’un artık çocukluktan çıkmış olduğunu vurguladığınız için teşekkür ederim. Kimi okurlar bir çocuk kahramanın büyümekte olduğunu görmeyi reddedebilirler. Var öyleleri. Oysa 17, evet iki arada bir derece bir yaş, hâlâ çocukluk papağanlıklarıyla dolu ama aktarabildiği olaylar, konuşmalar, kavramlar daha çeşitli. Şimd Teoman’ın hepimiz için ayrı bir yeri olan “17” şarkısı geldi aklıma. 12 Eylül’cü cuntanın idam edebilmek için yaşını büyüttüğü, köfte ve makarna yaşından yeni çıkmış, kereviz ve bamya dönemini muhtemelen hiç yaşamamış Erdal Eren’i hatırladım.

        Kitapta en sevdiğim yerlerden biri işte o kerevizin, bamyanın yaşla alakasının anlatıldığı bölüm. Yengesi Huysuz’a diyor ki, “Kereviz, bamya, enginar gibi tuhaf sebze yemeklerini lezzetli bulduğun gün öpüşmekten de zevk alacaksın. Sen daha köfte, kızarmış patates ve domatesli makarna çağındasın.”

        Cinselliğe hazır oluş çağını anlatmak için bir metafor bu. Hazlarda çeşitlilik arayışını, büyümeye ve cinselliğe açılma konusunda bir gösterge sayabiliriz. Çocukluk farklı tabii. Çocukken biliyoruz ki mutluluk monotonluktadır, makarna, kızarmış patates ve köftenin tadı her zaman zirvedir, her zaman efsane... İşte bu kadar.

        Bir dönem Türkiye’sini, mobilyaları, giysileri, mekânları, kitapları, filmleri, şarkıları, imalı sözleri, “şangırtılı kalp kırılmalarını”, karanlık sırları ve hayata dair başka birçok küçük ayrıntıyı kullanarak anlatıyorsunuz. Bu ayrıntılar bir hayatı ve bir ülkeyi ne şekilde özetler?

        Özetlemez ama ideolojik açıklama ve analizleri, aforizmaları en aza indirgeyecek şekilde başka bir hiyeroglif kullanmanıza yardımcı olur. Edebiyatta ayrıntılarda kaybolmanın belki en büyük getirisi budur. Hayatta omzunuza binmiş konvansiyonel yüklerden sizi arındırması. Sizi arındırırken okuru da daha özgür, inisiyatif sahibi ve etken kılar.

        ‘EN BÜYÜK OTORİTE SOPADIR’

        Ağır siyaset var romanda. Azınlık meseleleri, Kürt sorunu, solun ve sağın büyük yanlışları, kötülükleri... Bir karakteriniz, “Bu ülkede en büyük otorite sopadır” diyor mesela.

        Bütün bu saydığınız konulara global bir değinme, hepsini büyük başlıklar altında kucaklama yok da, bazı spesifik vakalar geçiyor, evet. Ama hiç girmeyelim onlara izninizle. Okurun keşfetme, yorumlama, yarı saklı olanı, tam söylenmemiş olanı, ima edileni, bilinç sandıklarına kapatılanı kendi kendine adlandırma inisiyatifini almayalım.

        Hafifliğe, mizaha sığınmak size nasıl yardım etti?

        Hafiflik meselesi önemli. Benim favori yazarlarım en umutsuz sularda dahi biraz kayarlar o suların üstünde. Ben de o denizlerde hiç değilse birkaç taşı kaydırmaya, zıplatmaya çalışıyorum. Acemiliğin hiç bitmediği bir uğraş...

        O halde başka bir şey sorayım; siyasi meseleler insanın günlük hayattaki ilişkilerini, seçimlerini, kaderini etkiler mi?

        Hem de çok. Ama yaşarken ayırdına pek varılmıyor. Hem yaşamak hem de ne yaşadığını tam manasıyla anlayıp yorumlamak dünyanın belki en zor işi. En kolayı da başkalarının hayatına belirli bir mesafeden bakıp keskin yargılar yürütmek tabii ki.

        ‘AYAKTA KALABİLENLER, MİZAHA SIĞINANLAR OLDU’

        Bosnalı romancı Alexandar Hemon size verdiği röportajda “Kalanlar aşanlardır” demiş. Anlattığınız ağır meseleler biz “kalanlar için” gerçekten geride mi kaldı?

        “Aşmak” geride bırakmak ve unutmak değil. Aksine. Hemon, benim yaptığım Bosna belgeselinde “aşmak” derken aslında şundan söz ediyordu: Savaşın çok acılı anlarında, yokluk, yoksunluk, çaresizlik anlarında bir mizahi bakış üretebilmiş insanlar sonradan ayakta kalabilenler oldu. O bir direnme ve “tutunma”ydı. “Tutunamayanlar”ı yüceltmek daha makbul bizim kültürümüzde biliyorum ama, etrafa dikkatle baktığımda, en zor koşullardan sağ çıkabilmiş kimi kadın ve erkeklerin yüzlerinden tebessümü, hayatlarından şakayı eksik etmediklerini görebiliyorum ve bu “aşkınlık”ı sadece kendim için değil hepimiz için, evet çok umut verici buluyorum.

        Şunu fark ettim, hayatta tahammül gösteremeyeceğinizi sandığım davranışlara romancı olarak başka türlü yaklaşmış, karakterlerinize en alaycı satırlarınızda bile şefkatli davranmışsınız...

        Yani tabii, gerçek hayattaki “ben”le yetinmemek, çoğalmak, hem genişlemek hem hafiflemek, Muhteşem Gatsby’nin yazarı Scott Fitzgerald’in çok sevdiğim düsturuyla “Vaaz verirken dahi bunu çaktırmamak” bir hedeftir hep benim için.

        Son olarak... Neden “bari”?

        Yok artık Gülenay! O da bu romanın kerevizi ve bamyası olsun ve bırakalım okur kendi bulup kendi pişirsin.

        Aşkın içinde katillik mi var?

        Aşktan yana yüzü gülmemiş bir karakteriniz aşkın içinde katillik olduğunu söylüyor. Aşk bize neden istemediğimiz şeyleri yaptırıyor? Âşık olduğumuzda neleri, kimleri öldürüyoruz?

        Evet aşk üstüne teoriler hakkında kötümserlik rekorları kıran bir kadın Huysuz’un yengesi. Huysuz’un sayısız akıl hocasından biri. Uzun yıllardır evliliğini gayet güçlü bir şekilde sürdürmesine rağmen aşk konusunda aşırı kötümser oluşu, hoşuma gidiyor. Hayatta vardır böyleleri, yumurtladıkları teorilerle yaşadıkları arasında alaka yoktur.

        Huysuz, “Sözcükler annemin hamamı ve şifalı sularıydı” diyor. Sözcükler sizin için ne anlama geliyor?

        Benim sözcüklerle övünmem biraz görmemişlik olur; zenginin havuzuyla övünmesi gibi bir şey. İçindeyiz işte. Kâh çimleniyoruz kâh debeleniyoruz kâh birkaç kulaç atmayı başarıyoruz. Huysuz’un annesine yönelttiği hafif baygınımsı hayran ve ayran gözlerle bakmıyorum kendime.

        ‘Osmanlı mutfağı neydi, ne değildi’lerin başladığı dönem’

        Yemek en önemli ayrıntılardan. Sonuçta insanların karakterleri, zaafları, arzuları en çok yemekli bölümlerde, rakı masalarında ortaya çıkıyor...

        Esasen rakı masalarında pek yemek konuşulmaz. Ayıptır hatta. Hiç değilse benim anlattığım dönem ve çevrede. İçilir ve çatalın ucuyla ağzına ufaktan bir şeyler götürülürken bambaşka şeylerden söz edilir. Komplekssizce hem yiyip hem de tabiri caizse yemek üstüne “döktürmeler”, ne yediğini ballandırarak anlatmalar, uzun tarifler vesaire, bunların kadınlar arası ev içi muhabbetinden çıkıp toplumda bir statü kazanması, basına fırlaması zengin sınıfın büyümesiyle başlıyor...

        Bir nişan sahnesi var romanda...

        Evet, Bodrum’da özene bezene hazırlanan büyük nişan dolayısıyla görüyoruz muhabbeti. Böyle bir adet peydahlandığında, o komplekssizleşen ve yeni bir kültür edinmek isteyen sınıfın ihtiyaçlarını karşılayacak hizmet sektörü de gelişiyor, sonra basın da “life style” sayfalarıyla o hizmet sektörünün içinde yerini alıyor. “Osmanlı mutfağı neydi, ne değildi”lerin ilk başladığı dönemler bunlar... İstanbul’da Huysuz’un en iyi arkadaşının evinde de görüyoruz azıcık yemek muhabetini. Bir de Gazianteplilerin evinde ama olsun artık o kadarı.

        BARİ

        “Bizimkilerin dillerinden düşürmedikleri bir sözcüktür ‘bari’. İçine sandıklar dolusu sitem (nankörsün, kadirbilmezsin, vefasızsın), istihza, kinaye, azar, pazarlık, homurtu, vızıltı, hepsinin süzülmüş karması, daha fazlası, kıyıda köşede ne bulursanız tıkıştırırsınız. Bari... Kimden çıkmıştı bu aile sakızı; yani kim moda etmişti, şimdi sorsanız bizimkiler de hatırlamaz, o derece küflü zamanlara uzanıyor olsa gerek herkesin diline zamklanışı, herkesin herkese çektiği bir silaha dönüşmesi.”

        Diğer Yazılar