Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Bu deprem sonrası yine “Kim sorumlu?” tartışmasını yaşayacağız. Hayatını kaybedenleri bir kenara not edip, yıkılan evlerden sorumlu kurumların nasıl bahaneler uyduracağına bir kez daha şahit olacağız. Bakanlık, valilik ve belediyelerden adli makamlara giden savunma dosyalarını okuyacağız.

        17 Ağustos depreminde bu tartışmaları yaşadık. Mahkemelere de yansıdı. Kurumlar sorumluluğu birbirine attı. Ve kimin sorumlu olduğu, görev ve yetki alanları şu an bile net değil.

        Her kurum imar mevzuatını işine geldiği yerinden tutuyor. 17 Ağustos sonrası açılan davalarda valiliklerle belediyeler arasında görev ve yetki tartışması yaşanmıştı. Bu depremde de yakınlarını kaybedenler dava açtığında benzer bir tablo karşımıza çıkacaktır.

        Geçmiş dönemde ilgili bakanlığın il müdürlükleriyle belediyelerin koordinasyonunda sorunlar olduğu ortaya çıkmıştı. Düzenlemeler yapıldı, ama binaların kontrolü tarafında ne kadar adım atıldığı halen daha bir muamma. İmar konusunda, denetim ve kontrollerde vurdumduymazlık pek değişmiş görünmüyor.

        Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum, Elazığ ve Malatya’da depremde yıkılan, ağır hasarlı olan bina sayısını verirken, keşke bu binaları kimlikleri hakkında dabir şeyler söyleyebilseydi. Yanındaki bina ayaktayken yıkılmış olanlar için elindeki kayıtlarla düşüncesini ifade etseydi. En azından bu şiddette bir depremde yıkılan binalardan kimin sorumlu olduğuna da vurgu yapsaydı.

        Uzmanların uyarısıyla göstere göstere gelen depreme rağmen uyarılmayan, boşaltılması için işlem yapmayan binalar için belediye ve ilgili bakanlık, kurumlar nasıl hesap verecek? İstanbul’da böyle bir deprem yaşamış olsaydık, tablonun ne olacağını düşünebiliyor musunuz?

        Deprem bölgesine göre konut inşası bir yana mevzuatlara uygun konut yapımında ve belediyelerin görevlerini ifa etmede bile ciddi sıkıntılar söz konusu. Belediyeler halen daha imar konusunu rant ve seçimler yaklaştığında oy meselesi olarak görüyor.

        Depremle gelen büyük yıkımlarda bu belediye başkanlarının sorumluluğunu ne yapacağız?

        17 Ağustos depremi sonrası Danıştay, tazminatların ödenmesini gündeme getiren kararında belediye ve valiliğin denetim, kontrol, zemin etüdü yapması gibi üzerlerine düşen görevleri yapmamasını ‘olumsuz eylem’ olarak kabul etmişti. Valilik de bu karar sonrası dönemin İl Bayındırlık Müdürlüğü (Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü) ile ruhsat verilen binaların denetiminden sorumlu olduğu gerekçesiyle belediyeleri adres göstermişti. Anlayacağınız kimin sorumlu olduğu konusunda vatandaşın kafası karışmıştı. Şu an değişen bir şey var mı?

        REKLAM

        ***

        İstanbul Havalimanı’ndan Kanal İstanbul’a para transferi!

        İstanbul Havalimanı’nın 2013’te ihalesi yapıldığı günlerin akabinde “Kanal İstanbul” ile eş zamanlı olarak yapılacağı söylenmişti. Hatta Kanal İstanbul’dan çıkan hafriyat ile 3. Havalimanındaki çukurların doldurulacağı, böylece meydanın zeminindeki kod farklılıklarının da düşük maliyetle giderileceği açıklanmıştı.

        Maalesef iki proje beraber yola çıkamadı. Kanal İstanbul’dan hafriyat gelmeyince havalimanının kodu ihale şartnamesinde yer aldığı şekilde aşağı çekildi. Kamuoyunda tartışma konusu oldu, ancak yanlış tartışıldı. Kod farkının düşmesiyle maliyetinde azaldığı için bunun hesaplanması üzerinde konuşulması gerekirken “Kod neden düşürüldü?” gibi tartışmalar yapıldı.

        Uzun bir aradan sonra İstanbul Havalimanı ile Kanal İstanbul’un yolu bu defa yine kesişecek ve tartışma konusu olacak gibi görünüyor. Ulaştırma eski Bakanı, son Başbakan İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin başkan adayı Binali Yıldırım, nerden icap ettiyse Manisa’da Elazığ depremi ile ilgili açıklama yaparken konuyu Kanal İstanbul projesine getirdi.

        Bir finans modeli olan Yap-İşlet Devret (YİD) ile gerçekleşen projelerde devletin haklarını ve gelirlerini belli bir süre özel sektöre aktarıldığını elbette Yıldırım da biliyor. O halde bu durum devletin külfetten kurtulması olabilir mi? Turgut Özal döneminde tanıştığımız YİD modeline özel sektör devletin külfetini üstlenmek için mi ilgi gösterdi? Elbette değil. Eleştirilerim Yıldırım’ın YİD modeline bakışına değil.

        Özellikle Binalı Yıldırım döneminde, devlet büyük paralar dökerek veya haklarını devrederek önemli projeler hayata geçirildi. Ancak günün sonunda bu projelerin, uzun vadede istihdama, üretime, milli ve yerli teknoloji geliştirilmesine hiçbir katkısı olmadı. Kaldıraç olarak kullanmak akıllara bile getirilmedi. Sadece yerli veya yabancı şirketlere müteahhitlik yaptırıldı.

        “İnşaat yapalım, istihdama katkı sunalım. İş bitince dağılalım.” Düşüncesinin savunulacak bir yanı yok. Şehir hastanelerinin aceleyle yapılan inşaatlarına, hasta başına gelir garantisine odaklanmak yerine, bu hastanelerde kullanılacak her türlü malzemenin üretimine, teknolojik ürünlerin geliştirilmesine yönelik plan ve projelerle yola çıkılmış olsaydı, kötü mü olurdu? Bu şekilde sağlık sektöründe belkide ihraç edilecek mamüllerimiz olurdu. Ama olmadı. Hastane inşaatlarından çok daha fazla parayı hastanelerin iç donanımı için ithal ürünlere ödedik.

        Türkiye’de Aselsan’a, TÜBİTAK’ın bazı birimlerine, özel sektörde çok sayıda şirkete yeterli zaman verilmiş olsaydı ve böyle bir plan yapılsaydı, hastaneler için yerli ve milli teknoloji ürün tıbbi cihazlar rahatlıkla geliştirebilirdi. Ama kamudaki yurtdışından yerlinin 10 katı fiyata hazır ürün almayı sevenler lobisi bir türlü aşılamadı.

        Binali Yıldırım görevde bulunduğu dönemlerde çok büyük rakamların döndüğü projelere imza attı. Karayolları, demiryolları, limanlar, tüneller, terminaller, havalimanları yaptı. Ancak milyarlarca doların döndüğü bu projelerin hiçbirinin ihalesinde milli ve yerli üretime öncelik veren hususlar olmadı. Bilakis projeler aceleye getirilip, çoğu zaman yeterliliği olan çok daha düşük maliyetlerle yerli şirketlerden ürün tedariki sağlanmasına fırsat bile verilmedi.

        Bu sebeple Yıldırım ile büyük projeleri, büyük paraları anıyoruz, ama yerli ve milli üretimden, üründen bahsetmemiz mümkün olmuyor. Geçtiğimiz yıllarda o kadar para makul kullanılsaydı, emin olun çok daha fazla köprü ve yol yapılabilirdi.

        Binali Yıldırım diyor ki;

        “Bugün havacılığın merkezi Amerika’dan Türkiye’ye İstanbul’a gelmiştir. Bu yüzden İstanbul bunu hak etmiştir. Projelerimizi küçümsemeye çalışanlar oldu.”

        Evet, İstanbul Havalimanı büyük ve dünyanın gündeminde olan bir proje. Ama Binali Bey çok fazla abartmış. Havacılığın merkezi bir havalimanıyla yer değiştirmiyor. Hatta İstanbul Havalimanı da Binali Bey’in aceleye getirdiği büyük projelerden birisi. Savunma SanayiBaşkanlığı'nın (SSB) milli ve yerli teknolojiye öncülük ettiği gibi ulaşım sektörü tarafında da yerli ve milli ürünler olsaydı, Binali Bey’e hak verebilirdim. Fakat şu haliyle bu değerlendirmesinin bir karşılığı yok. Çünkü havalimanı ihalesi o kadar aceleye getirildiki ihalesinin İngilizce metni bile hazırlanmadı. Şartnamesinde yerli ve milli ürünler için tek bir kriter dahi yoktu.Kaldı ki biz İstanbul Havalimanı’nda neden yerli mermer kullanılmadığını tartışmıştık. Nerde kaldı yerli teknoloji?

        Binali Yıldırım diyor ki;

        “İstanbul Havalimanı Aralık ayı sonu itibariyle garanti edilen yolcunun üzerinde yolcuya ulaştı. Biz bundan dolayı da 30 milyon Euro fazla para aldık. Artık bunun üzerine de her yıl, 1 milyar 50 milyon Euro para alacağız, 25 yıl boyunca. ‘Kanal İstanbul’u nasıl yapacaksın’ diyorlar. İstanbul Havalimanı’nın 5 yıllık kirası Kanal İstanbul’u yapar.”

        Evet, İstanbul Havalimanı’ndan 9 ayda geçen yolcu sayısı Atatürk Havalimanı ile aynı oldu ve garanti edilen yolcu servis ücreti rakamını karşıladı. Ama ilk 2 yılın kira bedeli 25 yıl sonraya ötelendi. Doğru 30 milyon Euro civarında fazla para kamuya ödendi, ama 2 milyar 90 milyon Euro’yu kira bedeli bu sene ve gelecek yıl ödenmeyecek! Asıl önemli olan kira bedelinin ödenebilmesi için havalimanının sağlıklı ve verimli işletme imkanlarına biran önce kavuşmasıdır.

        Binali Yıldırım diyor ki;

        “Kardeşim insan biraz düşünür. Bu ülkenin gençlerinin işe ihtiyacı var, yatırıma ihtiyaca var. Ekonomisinin canlanmasına ihtiyacı var. Bunu harcayarak yapacaksın. Dökmeden, toplama var mı? Önce dökeceksin zeytini sonra toplayacaksın. Oraya harcanacak para zaten hava limanından geliyor. O para on binlerce gençliğe iş demek, o para 100 bin kamyoncuya nakliyeciye iş demek. Yeni yeni iş alanlarının oluşması demek. Olumsuz tarafından konuşmak kolay.”

        Açıklamanın bu bölümü çok ilginç. Zeytin toplama örneği tuhaf. Zeytin yağının iyisi yere dökülmeyen, dalından toplanan zeytinlerden elde ediliyor. Ekonominin canlanması için inşaat sektörünün halen daha siyasilerin gündeminde olması ise ülkemiz adına üzücü.

        Kamyon üretmek yerine kamyoncuya iş bulmaya odaklanmak, ilaç piyasasını düzenlerken, ilaç üretimini ihmal etmek, şehir hastanesi yaparken inşaatı işin merkezine koymak, metro yaparken müteahhidi gözetmek, metro setlerinin üretimini düşünmemek ve yerli şirketlere fırsat vermemek geçmiş dönemde Ulaştırma Bakanlığı’nın yaptığı en önemli hatalarıydı. Umarım Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın her fırsatta “yerli ve milli teknoloji” dediği şu dönemde bu bakış açısında bir değişiklik olur...

        Diğer Yazılar