Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Son zamanlarda gazete manşetlerinde, köşe yazılarında ve Batı medyasında sıkça karşılaştığımız bir soru var: Türkiye yüzünü Batı’dan Doğu’ya mı dönüyor? Türk dış politikasında bir “eksen kayması” mı yaşanıyor?

        Geçen haftaki yazımızda, Arapların Türkiye algısının oldukça olumlu olduğundan bahsetmiş ve Türkiye’nin Ortadoğululaşmasının değil, aksine Ortadoğu’nun Türkiyelileşmesinin söz konusu olduğunu belirtmiştik. TESEV’in “Ortadoğu’da Türkiye Algısı” raporunun sonuçlarından da yararlanarak, Türkiye’nin demokrasisi ve özgürlükleri ile Arap coğrafyasında gıpta edilen ve model alınan bir ülke olmaya başladığına vurgu yapmıştık.

        Türk dış politikasındaki değişimleri daha iyi anlayabilmek için, bu kez kendi içimize dönerek, Atatürk dönemi dış politikasını incelemekte yarar var. Eksen kayması tartışmalarına, Atatürk döneminde izlenen dış politikayı ve günümüz dış politikasını karşılaştıran bir analizle cevap vermek mümkündür.

        Atatürk Dönemi dış politikası, “yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesi çerçevesinde şekillenmiştir. Kurtuluş Savaşı’nda büyük bir özveriyle ülkesini savunan halk, Cumhuriyetin kuruluşunda da zorluklarla karşılaşmış, yorulmuş ve yıpranmıştı. Barış ve huzura özlem duyan halkın önceliklerini de göz önüne alan yeni Türk devleti, dönemin koşullarını da irdeleyerek, ilkeli bir dış politika izlemiş ve Bağdat Paktı, Sadabad Paktı gibi anlaşmalarla, hem Balkanlar’da hem de Doğu’da kendini güvence altına almaya çalışmıştı.

        Atatürk’ün hem ülke içinde hem de dünyada barışı önceleyen politikası, milliyetçilik akımından etkilenen azınlıkların Osmanlı’dan kopmaları, Osmanlı’yı sırtından bıçaklayan Arapların ihaneti ve Yunanlıların Eski Bizans’ı yeniden canlandırma hayalleri üzerine kurulmuştu. Üstelik Birinci Dünya Savaşı’nın ardından ülkenin birlik ve bütünlüğünü hiçe sayan Sevr Antlaşması, İtilaf kuvvetlerinin Anadolu üzerindeki sonu gelmeyen emperyalist emelleri, hatta Kurtuluş Savaşı’nda Yunanlıların Ankara Polatlı yakınlarına kadar gelmeleri henüz hafızalarda çok tazeydi. Ancak Atatürk, geçmişin olumsuz izlerinin yeni Türk devletinin dış politikasını etkilemesine izin vermeyerek ve “Sevr Sendromu”ndan başarıyla sıyrılarak gerçekçi ve duygusallıktan uzak bir dış politika izlemiştir. Kurtuluş Savaşı sonunda büyük bir seferberlikle ülkeden çıkarılan işgal güçleriyle yeniden ilişkiler kurabilme özgüvenini göstermiştir. Bugün Ermenilerle protokol imzalanması, Ermenistan’la tarihsel düşmanlıkların ortaya dökülmesine ve Azerbaycan-Türkiye arasında bir ihanet tartışmasına neden olurken, o dönemde dış politikada çok daha cesaretli adımlar atılıyor ve bu adımlar bugünkü kadar sert tepkilerle karşılanmıyordu.

        1920’lerde Afganistan’ın modernize edilmesine katkıda bulunmaya çalışan yeni Türk devleti, yeni kurulan demokrasisi, ilkeleri ve politikalarıyla Afganistan’a örnek olmaya çalışmıştı. Sovyetlerin İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’den toprak talep etmesine kadar, Türkiye bu ülkeyle de yakın ilişkiler geliştirmişti. Ortadoğu’ya bakmak gerekirse, o dönemde bölgede daha çok İngilizler ve Fransızlar vardı. İran’ı ayrı tutarsak Ortadoğu ile ilişki kurmaya çalışmak, bölgede etkin konumda olan İngiliz ve Fransızlarla ilişki kurmak anlamına geliyordu. Bu açıdan Atatürk, bir yandan Batı dünyasıyla ilişkileri geliştirirken bir yandan da Doğu’yu ihmal etmemiştir.

        Atatürk’ün izlediği dış politikayı analiz ettiğimizde, Türk modernleşmesine Batılı değerlerini örnek aldığını, ancak bir yandan da Doğu toplumlarıyla iyi ilişkiler kurmaya çalıştığını görüyoruz. Atatürk bu dönemde duygusallıktan uzak reel politikalar izlemiş, bu politikalar çevre ülkeler ile yapılan ikili ve çoklu anlaşmalarla sonuçlanmıştır. Aslında bugün Türk devleti, Atatürk’ün o dönemde yapmaya çalıştığından çok farklı davranmıyor. Bu anlamda, komşularla sıfır sorun politikası, “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” politikasından farklı bir çizgi çizmiyor, her iki yaklaşım da barışı ülkenin öncelikleri arasına koyuyor.

        Bu noktada eksen kayması yerine asıl tartışılması gereken konu şudur: Türkiye, kendi olanaklarıyla orantılı bir dış politika mı geliştirmektedir? Örneğin İran Nükleer Krizi’nde İngiltere, Fransa ve Almanya gibi ekonomik, siyasi ve askeri anlamda güçlü olan ülkelerin izlediği çizgiden ayrılarak, geniş çaplı sorunlara farklı yaklaşımlar geliştirebilecek güçte bir ülke midir? Türkiye bir eksen kayması mı, yoksa dış politikasında güç kavramı üzerinde bir özgüven patlaması mı yaşıyor? Bir başka deyişle, zamanın hızlı akmasıyla birlikte Türkiye’nin gücü ve dış politikası arasında kurulan orantısallıktan bir sapma mı yaşanıyor?

        Hatırlarsanız, Türkiye’nin 1 Mart Tezkeresi’yle Amerika Birleşik Devletleri’nin yanında Irak’a girmeyi reddetmesi, Türkiye’nin verdiği kararlarla sahip olduğu gücün orantılı olup olmadığı konusunda tartışmaları alevlendirmişti. Meclisten çıkan “hayır” kararı karşısında bazı yazarlar, Türkiye’nin dış borcuna, kırılgan ekonomisine ve Amerika’ya askeri bağımlılığına vurgu yaparak, Türkiye’nin kendi gemisini yüzdürmeye gücünün yetmeyeceğini ileri sürmüştü. Ülkenin Amerika’nın desteğine muhtaç olduğunu ve Irak Savaşı’nda Amerika’nın yanında yer almayı reddetmenin bazı ekonomik riskler taşıdığını, hatta bölgede söz sahibi olma şansının artık yitirildiğini söyleyenlerin sayısı oldukça fazlaydı. Bunlara ek olarak, bölge politikalarında etkin olmayı reddeden Türkiye’nin aleyhine gelişen bazı politikaların mağduru olacağı yönünde iddialar da gündemi meşgul ediyordu.

        Ancak Irak Savaşı üzerinden kurgulanan bu felaket senaryoları gerçekleşmedi. Ortadoğu ülkeleriyle ilişkiler geliştiren Türkiye’nin ekonomik durumu da sanıldığı gibi kötüleşmedi. Bununla beraber, Türkiye’nin sert gücü ve yumuşak gücünün kendisine sağladığı hareket alanını aşıp aşmadığı bugün bile tartışma konusu olarak kaldı. Ne de olsa uluslararası alanda bir ülke elindeki olanakların ötesinde bir faaliyete girişemez.

        21. yüzyıl dünyasında, BM, AGİT, İslam Konferansı Örgütü gibi uluslararası ve bölgesel işbirlikleri içinde olan, bu kurum ve organizasyonlarda ciddi görevler alan, imkânları gelişmiş bir Türkiye vardır. Dolayısıyla Türkiye bugün geliştirdiği kavramlar ve izlediği politikalar çerçevesinde dünyayı etkileme potansiyeli olan bir ülkedir. Bunu Türkiye’nin diğer ülkelere artan resmi ziyaretlerinde görmek mümkündür. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, bugüne kadar Suriye, Kırgızistan, Tacikistan, Çin, Fransa, Slovakya, Sırbistan, Karadağ, Arnavutluk, Ürdün, Kuveyt, Hindistan, Bangladeş, Kongo Demokratik Cumhuriyeti, Kamerun, Pakistan, Oman, Kazakistan ve son olarak Güney Kore’ye resmi ziyaretlerde bulunmuştur. Başbakan Erdoğan ve Ahmet Davutoğlu’nun gittiği ülkeler de Afrika kıtasından Amerika’ya kadar uzanan geniş bir alanı kapsamaktadır. Ancak yine de rasyonel ve temkinli bir bakış açısıyla sorulması gereken soru şudur: Türkiye kendi gücünün sınırlarının farkında mıdır, yoksa gücünün boyutlarını abartmakta mıdır? Bu durum Türkiye’nin kendisini olduğundan daha büyük görmesinden mi kaynaklanmaktadır, yoksa gücünün reel tabanı ve dayanak noktaları var mıdır?

        Sonuç olarak, Türkiye’nin bir eksen kayması yaşadığından bahsetmek mümkün değildir. Tarihle ilgilenenler bilirler ki, Atatürk döneminde de sadece Batı’ya yönelik politikalar izlenmemiş, Doğu ülkeleriyle de ilişkiler kurulmuştur. Atatürk döneminde daha çok Batı eksenli bir dış politika izlendiğini savunanlar, o günün Türkiye’sinin içinde bulunduğu durum ve şartların Türkiye’yi daha ileri adım atma konusunda sınırlandırmış olabileceği gerçeğini de düşünmelidir. Atatürk döneminin avantajı, Atatürk’ün ülkeyi kurtaran karizmatik bir lider olmasından kaynaklanmaktadır, bu nedenle bazı sorunlarla karşılaşılsa da Atatürk çok sert eleştirilere maruz kalmamıştır. Atatürk Sevr sendromunu yenerek, Lozan Anlaşmasıyla ülkeye kaybettiği özgüvenini yeniden kazandırmış ve kahraman olmanın sağladığı prestijden yararlanmıştır. Türkiye’yi model ülke yapma ideali çerçevesinde gerçekçi politikalar izleyerek çevre ülkelerle anlaşmalar yapma yoluna gitmiştir. Kuşkusuz Türkiye’nin bugün elinde olan olanaklar, Atatürk zamanında olsaydı Türkiye çevresindeki ülkeleri daha fazla etkileyebilirdi.

        Bugün Türk dış politikasında eksen kayması olduğu yönünde yapılan eleştiriler, Türkiye’nin imkânlarının arttığını ve çevre ülkeler tarafından model ülke olarak görüldüğü gerçeğini gözden kaçırmaktadır. Türk dış politikasında bir eksen kaymasından değil, ancak bir özgüven patlamasından söz edilebilir. Üzerinde asıl durulması gereken de bu özgüven patlamasının Türkiye’nin gücü ile orantılı olup olmadığıdır.

        Diğer Yazılar