Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        PERŞEMBE gecesi eve dönerken ‘Arzu Tramvayı’nın camına başımı dayamış, “Stanley’lerin dünyasındaki Blanche’larız biz” diye düşünüyordum...

        Belle Reve gibi ‘güzel hayal’lerimizi doldurduğumuz tahta valizlerimizle, değişen dönüşen dünyaya anında ayak uyduran, oyunu kuralına göre oynayan hatta çoğu zaman kuralı da kendisi koyan Stanley’lerin şekillendirdiği zavallı hayatlarımızın orta yerinde durmuş bizi almadan giden ‘Arzu Tramvayı’nın ardından el sallıyoruz... Ve kazanan hep zorbalık oluyor maalesef!

        La Boetie, ‘Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev’ adlı eserinde Stanley gibi ‘zorbaların’ insanları bir şekilde hipnotize ettiğini söylüyor. Tıpkı yediği dayağa, içinde bulunduğu sefil hayata rağmen ‘hödük’ Stanley’i sevmekten vazgeçemeyen Stella gibi insanlar da kendilerine eziyet eden zorbalara âşık oluyor.

        Oysa onların bu koşulsuz ‘sevgisi’ o zorbaya tüm gücünü veren, onu sevmekten vazgeçip tek başına bıraksalar bir hiç olacaklar... Tıpkı evi terk eden Stella’nın ardından penceresinin altında acı ve pişmanlıkla böğüren Stanley Kowalski gibi...

        ‘STANLEY’LER ÇOK ŞANSLI’

        Tennessee Williams’ın ilk oynandığı 1940’lardan günümüze yazılmış en sağlam tiyatro metinlerinden biri kabul edilen, dünyanın dört bir yanında ödüllere boğulan ‘Arzu Tramvayı’ oyununu seyrederken, benim kafamda dönüp duran soru buydu doğrusu: “Stella bu hayvan Stanley’de ne buluyor?”

        Oyun boynuca (İbrahim Selim’in üzerine cuk oturmuş) annesinin kuzusu, işinde gücünde, ekmeğinin peşinde tek hayali mutlu bir yuva olan Mitch’in değil de ‘Napolyon yasası’ çerçevesinde “Karının malı kocanın malıdır!” diye Blanche’ın ‘güzel hayali’ne konmak için ‘aşkını’, ‘ihtirası’nı bile hesaplı kitaplı yaşayan Stanley’nin kazanacağını çaresizlik içinde biliyoruz işte...

        Marlon Brando gibi bir efsanenin üstüne Stanley’i oynayan ve özellikle oyunun ikinci yarısında ‘kendisinden tiksindirmeyi’ başaran Onur Saylak, Bahar Çuhadar’a “Milliyetçiliğin yükseldiği; erkin, iktidarın yüceltildiği bugünkü dünyada Stanley gibiler çok şanslı. Çünkü onların borusu ötüyor...” diyor.

        EN ÇOK STELLA’YA KIZDIM

        Blanche’ın temsil ettiği her şeyin yıkılıp gideceğini adım gibi bilirken, ‘bir gece bile ayrı kalmaya dayanamadığı’ Stanley’i gördüğünde küçük, yavru bir köpek gibi ona koşan Stella’ya kızdım en çok ben! Belki de onda kendimi gördüğüm içindir bu kızgınlığım; hayatımdaki ‘Stanley’lerin borusunun ötmesine sesimi daha fazla çıkaramadığımdandır herhalde bu öfkem!

        Ablası Blanche’ın ‘hayal ülkesiyle’ Stanley’nin ‘gerçekliği’ arasında bir köprü olan Stella’da döktüren Şebnem Bozoklu’nun, “Güce tapmak hiçbir dönemde hayır getirmemiştir. Her zaman böyle adamların etrafında susan kadınlar ve adamlar vardır. Sadece sistem devam etsin diye...” sözlerine üzülerek katılıyorum. Ben de Stella gibi, “İçinden kurtulmaya çalıştığım bir hayatı yaşamıyorum” diye kendimi kandırıyorum!

        ‘BEN SİHİR İSTİYORUM!’

        Oyunda Stella bizi hayal kırıklığına uğratıp Stanley kendisinden iğrendirirken, ‘Belle Reve’ gibi ‘güzel bir rüyanın’ içinden bir mezarı andıran ‘tek göz bir evin’ orta yerine düşen ve aklını yitiren Blanche DuBois için ciğerimiz parçalanıyor...

        Ve Zerrin Tekindor, kaybolan güzelliğini ‘çin fenerleri’nin loş ışıkları arkasına saklayan, ‘hayalinde’ etrafında pervane olan erkekler tarafından, gerçekte kullanılıp bir köşeye atılan ve dünyayı olduğu gibi görmeyi reddedip ona nasıl olmasını istiyorsa öyle bakan, ‘Arzu Tramvayı’nın kendisini getirdiği, hiç olmak istemediği bu yerde, “Gerçeği istemiyorum. Ben sihir istiyorum” diye haykıran Blahche’ın tüm sihrini sahneye taşıyor...

        ZORLU BİR YOLCULUK

        Hazır şehrimize uğramışken kaçırılmaması gereken ‘Arzu Tramvayı’, 2.5 saatlik bol duraklı, zaman zaman ‘oflayıp puflatan’ zorlu bir yolculuk vaat ediyor seyircilerine... Her yolcusu için farklı bir manzara sunuyor, sizin koltuğunuz hangi tarafa denk geldiyse artık! Hepimiz binmek için son akbilimizi bastığımız bu tramvaydan ‘arzularımızın’ bizi götürdüğü durakta inerken farklı bir hayatın içine adım atıyoruz sonunda...

        Ben, tramvaydan inip Blanche’la kol kola eve doğru yürürken içimden Stanley’e küfredip Zeki Demirkubuz’un o ünlü tweet’ini kendime tekrarlıyordum:

        “Bu ülkeye ve bu hayata dair hiçbir şeyin, hiçbir zaman benim dilediğim gibi olmayacağını biliyor, artık bundan acı duymuyorum...”

        Diğer Yazılar