Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        KADİR Kaymakçı, hafta sonu kaygılı rüyalarından devcileyin bir turiste dönüşmüş olarak uyandı...

        Giorgio Manganelli, Centuria’daki 100 adet tek sayfalık romanlarından birinde saat 8’den 9’a geçemeyen bir adamın öyküsünü anlatır... Adam sabah uyanır ve saat 8’den sonra dakikalar akmaya başlar. Ancak saat 9 olmadan 25’inci dakika adamı öldürür!

        Uzun süredir bu öyküdeki adam gibi hissediyorum.

        Her sabah yatağında ters dönmüş bir böcek olarak uyanıp evden İstanbul’un damarlarında dolaşan kıpkırmızı kandan bir nehrin içine atıyorum kendimi!

        Akşamları da durum pek farklı değil... Zaten hiçbir yere gitmeyen hayatımın orta yerinde saniyeler, dakikalar, saatler su gibi akıp gitse de aslında ben o 8’den 9’a geçemeyen adam gibi hep aynı saat aralığını yaşıyorum...

        Geçen hafta sonu 15 yıldır görmediğim iki arkadaşım Juliette ve Ursa, İstanbul’a gelip beni kaygılı rüyalarımdan uyandırdı.

        40 yıldır gitmediğim köşesinin, görmediğim sokağının kalmadığını düşündüğüm İstanbul’da onların peşine takılıp ilk kez turist olarak dolaştım.

        Günde 500-600 adım atan, “İstanbul’da bir yerden bir yere yürüyeceğime deveye hendek atlatırım daha iyi!” diyen ben, ortalama 18 bin adımlık üç günüm sonunda onların çoşkusuna ortak olmuş; ‘hayatımda ilk kez gördüğüm’ bu acayip kent için onlarla birlikte “İstanbul fantastic...” diye bağırıyordum...

        TURİST KADİR VAPURDA

        Çukurcuma’da önünden yüzlerce kez geçtiğim takı dükkânını ‘Kutsal Sandığı’ bulan Indiana Jones gibi gezerken, Rumeli Hisarı’ndan kalkan küçük tekneyle Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nün altından geçerken heybetine hayretler ediyordum.

        2 milyonluk Slovenya’dan gelen Ursa, gecenin bir yarısı İstiklal Caddesi’nin kalabalığında başı dönmüş halde bir o sokağa bir bu sokağa koştururken, ben Nevizade’de, İmroz’da artık neye benzediğini unuttuğum üniversiteli Kadir’in gözlerine bakıyordum.

        Eminönü’nden Kadıköy vapuruna binerken Juliette gibi ben de binlerce yıllık Marmara’nın, Boğaz’ın damarlarında birer kanser hücresi gibi dolaşan ‘yeni’ vapurların çirkinliğine lanet okuyordum...

        Halatlar çözülüp vapur iskeleden ayrılırken şimdi hatırlamadığım bir yılda artık hiç hatırlamadığım bir ben olarak öylece denize bakarken buldum kendimi.

        Önce Haliç’in ötesinde, Süleymaniye Camii’nin arkasından batmakta olan güneşi gözlerimin içine doldurdum bir süre... Sonra bir iskeleye, bir sancağa koşturup bir Eminönü’ne, bir Galata’ya baktım şaşarak. En son ne zaman onları bu açıdan gördüğümü hatırlamaya çalıştım. 3 yıl, 5 yıl, belki daha fazla... Arka taraftaki güverteden aşağıya, beyaz köpük köpük oynaşan denize bakıp başımın üstünde dolanan 3-4 martıya atmak için aldığım simiti havaya atmaya başladım. Artık unuttuğum bir oyunda ‘turist Kadir’in coşkusuna mağlup oldum...

        REHBERİM SAİT FAİK

        Vapur Kadıköy’e yanaşırken topu topu 25 dakikada uzun süredir ilk kez ‘saat 8’den 9’a geçmiştim. Sütçü dükkânını içinde iki bardak sıcak süt içtikten sonra ‘süt kokulu bir dünyada yeniden doğmuşçasına yaşayacağını düşünen’ Sait Faik gibi Kadıköy’e adım atarken daha önce hiç bilinmeyen yeni bir kıta keşfeden Kolomb gibi 40 yıldır içinde yaşadığım kenti ilk kez gördüm.

        Benim bu şaşkın halimi fark eden Sait Faik, “Bir şehirde senelerce oturulur. Bıkılır. Usanılır o şehirden; her yerini gördüm, tanıdım sanılır. Ama daha ne görülmedik insanları, ne görülmedik sokakları, her gün önünden dört beş defa geçtiğimiz halde iyice göremediğimiz binaları vardır. Birden kafanızı kaldırır, ben bu binanın, sırtında böyle insan büyüklüğünde heykeller taşıdığını bilmezdim, deyiverirsiniz..” deyip küçük kayığıyla Burgaz’a doğru uzaklaştı.

        Boyacıköy sırtlarında Arnavut kaldırımlı sokaklardan yürüyüp Boğaz’a inerken “İstanbul bu kadar yeşil miydi?” diye şaşıp, Kadıköy’de masamıza yanaşıp “Pi sayısı kaç?” diye soran çorapçı amcaya “3.14” diye laf yetiştiriyordum...

        SORRY İSTANBUL!

        Üç günde belki de 40 yıldır görmediğim bir şehri yeniden gördüm. Ne siyasetçi nutukları, ne trafik, ne G.Saray’ın mağlubiyeti, ne lanet olası döviz kurları umurumdaydı.

        Zaman zaman bir cehennem olduğunu düşündüğüm, İstanbul’dan özür diliyorum. Onun bir suçu yok. Ağaçlarını kesen, her köşe başına AVM’ler, tepelerine birbirinin aynı rezidanslar diken, denizini kirleten, havasını bozan bize rağmen o bütün güzelliğiyle gözümüzün önünde duruyor...

        Çirkin olan o değil biziz!

        Bizim içimiz...

        Diğer Yazılar