Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        24 EKİM FİLMLERİ

        ‘Öfke’ (‘Fury’) adlı tankın sorumluluğunu üstlenen beş Amerikalıdan oluşan bir timin, 2. Dünya Savaşı’nda yaşadığı karanlık günleri gözler önüne seren “Fury”, iyi çekilmiş ve psikolojik hasar gücü yüksek bir savaş filmi. İdealizmi faşizm olarak yorumlayan liderlerin şiddete yol açarak masumları köşeye sıkıştırmasını perdeye taşırken, savaşın negatif etkilerine ‘usta-çırak ilişkisi’ üzerinden bakıyor. Modeliyle ise Lübnan İç Savaşı’nda geçen 2009 tarihli “Lübnan”ı sollayamıyor.

        2. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru, 1945 yılında geçen bir hikayeyi, Amerikalıların gözünden masaya yatıran “Fury”, savaşın yıkım gücüne dair bir ağıt niteliğinde. Köşeye sıkıştırılmış insanoğlunun ‘öfke’sini, ‘hiddet’ini perdeye bir tankın konumundan aktarıyor. David Ayer’in fazla hareket etmeyen kamerayı genelde altta tutması, bel çizgisini geçmeyecek bir şekilde yerleştirilmesi bir üslup tercihi aslında. 11 Eylül sonrası dönemde izlediğimiz, Irak Savaşı ve Afganistan’ı gözlemleyen ‘savaş’lı filmlerdeki gerilla sineması anlayışı burada yok. Aksine oklar klasik Amerikan sinemasına çevrilip “Er Ryan’ı Kurtarmak” (“Saving Private Ryan”, 1998) gibi eserlerle rekabete giriliyor.

        İZOLE EDİLMİŞ BİREYLERİN PSİKOLOJİK YIKIMI

        Film, Nazilerin uyguladığı zulmün görkemli tarafını değil de bir tankta son günleri kalan bir ekibin sıkışmışlığını, nefes alma arayışını perdeye aktarıyor. Fazla erzakı kalmayan Amerikan askerinin çaresizliği, “300” (2006) misali bir dramatik yapıyla sarılıp, ‘gerçekçilik’ten beslenir hale geliyor. Ayer, 2. Dünya Savaşı’ndaki artık sakız gibi uzayan, herkesin sıkıldığı Yahudi-Hıristiyan çekişmesini elinin tersiyle itiyor. Ayrımcılık, ırkçılık yapmadan, milliyetçi, tarafsız durmadan psikolojik yıkımı inceliyor. Filmde geçen ‘idealler barışçıldır, tarih şiddet doludur’ cümlesi ana temaya dönüşüyor.

        Pitt’in ya da namı diğer Wardaddy’nin (Savaşbaba) önderliğinde, takma adları ‘İncil’, ‘Gordo’ ve ‘Conn-Ass’ olan bireylerin oluşturduğu ekip bir araya geliyor. Bunlar ne kafayı buluyor, ne insanlarla mücadele ediyor, ne de nefsi müdafaa haricinde birilerinin canına kıyıyor. Aksine kendilerini kurtarmak için uğraşırken, çaresiz kaldıklarını saklamanın yöntemlerini arıyor. Açılış sekansında arkadan gelen Pitt’in tarlayı önde bırakarak araya bir hayli mesafe koyması manidar. Kameranın aşağıda bir yerlerde durup esas adamı dar odakla kavrarken, yalnızlığı göstermek için çabalaması derslik bir görüntüye yol açıyor.

        DENGELİ KAMERA GENİŞE FAZLA AÇILMIYOR

        “Fury” bu doğrultuda adımlar atıyor, bir tank timinin içine giriyor. Orta ve yakın planları öne çıkarırken, kamerayı da dolly ve vinç olsa bile görkemli kaydırmalara malzeme etmiyor. Ayer, dengeli duruyor, doğal ışıktan besleniyor. Karanlığı öne çıkarma adına da tankın içini teftişe çıkıyor. Asla sallanan kamera kulllanmadan sabit kamera ile işini bitiriyor, kaydırma hareketiyle ilerlerse dahi bunu sakin yapıyor. Fazla geniş açı objektif kullanmayıp, gördüğü alanı daraltıyor.

        İki Alman kadının evinde ‘sefahat’ sahnesinde de kendini hissettirmeden konuşmaları usulca gözlemleyen sabit kamera çok geniş almıyor. Ortadaki oturma odasında kalıyor ve karakterlerin arasına girip iş bitiriyor. Bu durum fazlasıyla ortadaki haleti ruhiyeyi anlatıyor. Dışarıyı hiç göstermiyor. Genel anlamda film, ‘survival movie’ (yaşamda kalma filmi) tarafına da kayma potansiyeline sahip. Tecrübeli asker Wardaddy ile genç Norman arasındaki etkileşimden de bir usta-çırak ilişkisi çıkarıyor. Bu çoğu zaman hüzünlü diyalog, ironiye de yer yer alan açıyor.

        “Fury”, savaşın psikolojisine yaklaşırken bir Avrupa filmi kadar sanatsal durabiliyor, Eastwood’un bu konudaki eylemlerini akla getiriyor. Öte yandan savaş sahnelerinde de tanklarla esas ordunun karşı karşıya geldiği anlarda ses kurgusundan görüntü yönetimine kadar çatışmayı müthiş kavrıyor. Roman Vasyanov’un sinematografisi, görkemli olmak istemiyor ama anlamlı hareket ediyor.

        DAVID AYER KENDİNİ EVİNDE HİSSETMİŞ

        Ritmi iyi ayarlayan Ayer, “Acımasız Hayat” (“Harsh Times”, 2005) ve “Sokağın Kralları” (“Street Kings”, 2008) gibi yetkin ve muhalif polisiyelerini aratmıyor. Erkek dünyasına bir kez daha kapı aralığı bırakmayı beceriyor. İlk kareden itibaren sanki kendini evinde hissediyor.

        İki saati aşkın sürede es vermiyor. Oyuncuları da iyi idare ederken Pitt’in hafif makyajlı ve sırtı yaralı hali akılda kalıyor. Lerman’ın göz hareketleriyle çaresizliği hissettirirken ağzını manalı anlarda kullanarak da geçer not aldığı kesin. Hatta çömez asker prototipi, sondaki ‘kendini alkışlattırma’ potansiyeliyle de seyirciyi bağlıyor.

        “LÜBNAN” DAHA RADİKALDİ

        Savaşın yarattığı ‘öfke’ fazlasıyla veriliyor. Ama Samuel Maoz’un tamamı bir tankın içinde geçen ve ilk yarısı dürbünün başındaki kişinin gözünden tek plan (ya da plan sekans) olarak akan “Lübnan”ının (“Lebanon”, 2009) radikal tavrı canlanmıyor. Onun kadar klostrofobik, karamsar ve tavizsiz bir film değil karşımızdaki. Aksine oradaki karanlık tabloyu klasik Amerikan sinemasıyla yorumlama ve seyirciyle bağ kuracak hale getirme arzusunda.

        1982 yılında Lübnan İç Savaşı’ndaki İsrailliler ile 1940’larda 2. Dünya Savaşı’ndaki Amerikalılar arasındaki bağ, ilginç bir karşılaştırma kıstası getiriyor. Az silahla eli kolu bağlanmak aslında iki grubun da ‘başarma arzusu’nu doyuruyor. Bugünlerdeki dünya devinin Almanlara karşı düştüğü durum sinemasal açıdan çarpıcı duruyor. “Fury”, sinemaskop oranında, tüm açı ve objektif tercihleriyle iyi çekilmiş ve anti-militarist bir savaş filmine dönüşüyor. Oyuncuları iyi kullanırken Laboeouf’u niye çağırdığını da açıklayamıyor aslında. Düşük tempo, cephedeki savaş ve çatışma sahneleri direksiyona geçince bir anda yükseliyor. Onları da içeride duran ve fazla açılmayan bir kamerayla sanki ‘tank-ordu’ çatışması değil de iki insanın çekişmesi gibi kavrayan bir görsel yapı var.

        FİLMİN NOTU: 6

        Künye:

        Fury

        Yönetmen: David Ayer

        Oyuncular: Brad Pitt, Logan Lerman, Shia Labeouf, Michael Pena, Jon Bernthal, Annamaria Marinca

        Süre: 138 dk.

        Yapım yılı: 2014

        OKYANUSU GEÇİYOR, DEREDE BOĞULUYOR

        Kuzey Kafkasya Türklerinin 2. Dünya Savaşı’nda esir kampına düşmesinin yol açtığı zoraki ayrılıkları bir ‘destansı aşk filmi’ üzerinden, gerçek olaylardan beslenerek anlatan görkemli bir eser... “Birleşen Gönüller”, özellikle tarihi bölümünde savaş ve çatışma sahneleriyle “Fetih 1453”ün yükselttiği çıtanın altında kalmıyor, 90’larda geçen kısmında ise sanki özensiz, dizi kalitesinde başka bir filme dönüşüyor.

        Yakın zamanda “Yüreğine Sor” (2010) ve “Sürgün” (2013) gibi örneklerini gördüğümüz ‘destansı aşk filmi’, aslında altından kolay kalkılabilecek bir şablon değil. Zira çok yüksek bir bütçeye, görkemli setlere, uyumlu bir ekibe ve sabra ihtiyacınız var. En azından birlikte nefes alıp vermesini bilen bir oyuncu kadrosu ve teknik ekiple çalışmalısınız. Onun ardından ise aralarına ayrılık giren iki aşık çiftin bu meselesinin altını doldurmak gerekebilir.

        BU CESARET NEREDEN GELMİŞ?

        “Kelebeğin Rüyası” (2013), bu temelle ilişki kurmayı ihmal etmeden biyografik film damarında değerli bir işe dönüşüyordu. Öyle ki olayın ‘kız tarafı’nda sıkıntılar olunca, filmin ‘şair biyografisi’ deyişiyle anılması kaçınılmaz hale gelmişti. Onun başarısıyla mı bilinmez, ama bir anda “Sürgün” ve “Birleşen Gönüller” üredi, en azından yüksek bir kopya adediyle vizyon şansı buldu. Önümüzdeki eser çokuluslu bir azınlık hikayesi olarak anılabilir. Kafkas Türklerinin Sovyetler Birliği topraklarında 2. Dünya Savaşı’ndaki mücadelesi, yıllara yayılırken Rusça ve Almanca bölümler de içeren pahalı bir serüvene alan açıyor.

        Yönetmen Hasan Kıraç, 1940’larda geçen bölümler için özel çaba sarf etmiş. İlyas Yavuz-Olcay Oğuz ikilisinin sinematografisi sinemaskop oranını (2.35:1) o yıllarda iyi kullanıyor. Uğur İçbak’ın hava çekimlerinden de güç alan görkem, bizi Doğu mitolojisinden bildiğimiz ‘Zümrüdüanka Kuşu’ eşliğinde nurla örülmüş bir yolculuğa çıkarıyor. Bu bağlamda canlanan oradaki efsanevi dünyaya dereleri tepeleri aşarak iniş yapmak, aşkın mucizevi tarafına dikkat çekmek oluyor.

        1940’LARDA BİR HOLLYWOOD DUYGUSU VAR

        Bu ruhani, fantastik, mistik taraf hikayeye ne katkı veriyor tartışılır. Kıraç’ın öyküyü tamamlarken ve savaş yıllarına giderken aralara bu eğilimi destekleyen, çoğu zaman dini öğeler sıkıştırması da şaşırtmıyor.

        “Birleşen Gönüller”, 40’ları, o figüranlarla, dublörlerle, set işçileriyle zorlaması gereken savaş dönemini iyi çözmüş. Özellikle Stalingrad cephesindeki savaş sahneleri çok iyi. Genel plandan alınan ve gelen ateşi bir yıkım olarak karşılayan süreci, detay planlarla da sarıyor. Devamlılık kurgusunu, tempoyu seyirciyi rahatsız etmeden incelikli geçişlerle ayarlıyor. Trenin gelişini yansıtan hava çekimlerinin yanı sıra sualtı çekimleri de özenli ve detaycı duruyor.

        “FETİH 1453”ÜN YÜKSELTTİĞİ ÇITANIN ALTINDA KALMIYOR

        “Babam ve Oğlum” (2005) ile tanınan besteci Evanthia Reboutskia, aslında şarkıların volümünü yükselterek, araya sokulan yavaş çekimli planları manidar kılıyor. Nazi bayraklı trenin girişini de içine alan akıcı kurgu, işitsel katmandan besleniyor. Çarpık açılar da zaman zaman savaş haline, çaresizliğe, dışarıya itilmeye, azınlık yerine konmaya kulak kesilmemizi sağlıyor.

        Ormanda askerlerin halkı kovaladığı sonu çatışmaya uzanan sahnede kullanılan vinç veya dolly’nin üstlendiği görev de dahil olmak üzere ritim iyi ayarlanmış. Nazi askeri-esir ilişkisinde esir kampına girişler, oradan kaçma planları derken bu durumun insanları dehşete düşürmesi abartılmadan hallediliyor. Yönetmen bu bölüme “Fetih 1453”ün (2012) yükselttiği çıtanın altında kalmayan savaş/çatışma sahneleriyle yaklaşıyor.

        TAM BİR YARIM BAŞARI

        Ama başa ve sona denk gelen, Kazakistan’da geçen 90’lar bölümü ne hikmetse, Ali Özgentürk filmlerini, TV dizilerini ya da en iyi ihtimalle özensiz Yeşilçam melodramlarını andırıyor. Ortada eğreti makyajlarıyla koşuşturan karakterler, kaba geçişlerden beslenen öğrenci işi bir kurguyla sarılıyor. Sanki herkes zorla makyaj odasından geçip çöpe atılması gereken, başka setten kalma aksesuarların arasına atılıyor. Ağlatma arzusunu plan-program haline getirmek, filmin Hollywood ruhunu alıp götürüyor. Bu bölümdeki ‘Kazakistan’da okul açma’ eyleminin sosyal/siyasi sorumluluk arzusuyla araya zorla iliştirildiği ortaya çıkıyor.

        “Birleşen Gönüller”, destansı aşk filmi olarak “Yüreğine Sor”, “Sürgün” gibi eserlerin üzerinde. Ama tam bir yarım başarı olarak anılabilir. 90’larda Kafkas Türklerinin hikayeye aile büyükleri olarak girmesi sürecinde ‘geçmişten kimle bağ kurulacak?’ sorusunun kör kör parmağım gözüne durmaması yerinde bir hamle.

        Ama Fikret Hakan’ın abartılı makyajıyla üzerine giydiği ‘yapay kimlik’ başta olmak üzere, yakın planları abartan bir süreç, nerede olduğunu bilmeyen oyuncular getiriyor. O kısımda biraz bütünden ayrılarak ayakta duran Yağmur Kaşifoğlu oluyor. “Birleşen Gönüller”in fotoşopta hızlıca halledilmiş izlenimi yaratan afişinin yaratıcılık problemi, filme sıçrayınca sıkıntılı anlar ortaya çıkıyor. ‘İki ayrı film’den oluşmuş gibi gözükürken, ilk perdede Hollywood, ikinci perdede bir bölümlük dizi algısı yaratıyor.

        FİLMİN NOTU: 4.5

        Künye:

        Birleşen Gönüller

        Yönetmen: Hasan Kıraç

        Oyuncular: Hande Koral, Serkan Şenalp, Yağmur Kaşifoğlu, Sema Çeyrekbaşı, Atılgan Gümüş, Fikret Hakan

        Süre: 128 dk.

        Yapım yılı: 2014

        CHUCKY’YE KIZ KARDEŞ ÖNERİSİ

        Stüdyolarda eldeki değerlerin etinden sütünden yararlanmak modadır. “Annabelle” de “Testere” ve “Ruhlar Bölgesi” ile adını korku tarihine altın harflerle yazdıran James Wan’ın “Korku Seansı”na bulduğu ‘yamama bir yan bölüm’ olarak görülebilir. Bu devam filmlerine de açılması yüksek ticari ürün, ‘Chucky’ye kız kardeş getirme arzusuyla hatırlanacak.

        Ülkesinde 20 milyon dolarlık bütçeye 137 milyon dolar hasılat getiren “Korku Seansı” (“The Conjuring”, 2013) gerçek bir gişe canavarına dönüştü. James Wan ve Hayes Kardeşler, 2016 için devam filmini planlayadursun, arada sıkılanlara bir ‘aperatif’ geliyor… “Annabelle” (2014), orada gördüğümüz oyuncak bebeğin yarattığı dehşetin üzerine gidiyor.

        GÖRÜNTÜ YÖNETMENİ ARKA PLANI YARAMIŞ MI?

        Net bir ‘yan bölüm’ (‘spin-off’) olarak konumlanırken, tarihsel açıdan belirgin bir zaman diliminden söz etmiyor. Aksine görüntü yönetmeni geçmişiyle bilinen John R. Leonetti’nin omuzlarına yük bindirip ‘esas ürün’ün üçte biri kadar düşük bir bütçeyle hareket ediyor. Oyuncuları da buna göre seçiyor. Açıkçası hedef işin içine türlüce referansın (“Rosemary’nin Bebeği”nden “Çocuk Oyunu”na kadar) girdiği, tarikat meselesinin de ruh meselesinin de kullanıldığı melez bir formül yaratmak.

        “Annabelle”, bunu ne kadar başarıyla uyguluyor, tartışılır. Özellikle karşımızda filmden ziyade ürün olduğunu anlamak zor değil. Bu sayede de Leonetti’nin arka planı sebebiyle sadece parlak ve soluk renkleri birleştiren renk paleti üzerine kafa yorması şaşırtmıyor. Resim gibi kareler sanat yönetiminin tutarlılığından da beslenince dikkat çekiyor ve bir yönetmenlik olduğunu düşündürtüyor. Ama bu şık çerçevelerden atmosfer çıkarma isteği büyük oranda ‘zaman dilimini kestiremeyen bir film’ doğuruyor. Kurgu ne zaman gaza basıp, ne zaman gaz keseceğini bilemiyor. İşin doğrusu her şey ekipte kopuyor.

        “KORKU SEANSI”NIN BİR SAHNESİ BİLE ETMİYOR

        Tüm bunları birleştirince “Korku Seansı”ndan daha arkada kalması, B sınıfına itilmesi muhtemel bir iş canlanıyor. Annabelle’in ‘oyuncak bebek’ külliyatında Wan mamulü “Ölümün Sessizliği”ndeki (“Dead Silence”, 2007) imgeler kadar korkutucu olamamasını tasvip etmek mümkün mü? Peki ya ‘okült korku filmi’ne evrilip “Şeytanın Evi”nde (“The House of the Devil”, 2009) Ti West’in yaptığına benzer bir hikayeyi ‘Chucky’ mitiyle doldurma arzusu tutuyor mu? Açıkçası oradaki ‘metafiziksel slasher filmi’ şablonu, burada ‘tarikatlı korku filmi’ne çevrilip, ‘büyü yapma’ ‘ruh çağırma’yla yer değiştiriyor.

        Şöyle bir temele bakınca rahibini de, ailesini de gördüğümüz aslında işin içine dini de sokan bir film var. Ucuzcu yaklaşım, ce yapmaya, bağırış çağırışa alan açan, Annabelle’in kıyafeti ve tekinsizliği kadar diğer öğeler üzerine kafa yormayan bir filme açılıyor. “Korku Seansı”nda bir müzik kutusunun yarattığı ve aklımıza gelince hala ürpermemizi sağlayan o tedirgin edicilikten burada eser yok.

        FİLMİN NOTU: 4.2

        Künye:

        Annabelle

        Yönetmen: John R. Leonetti

        Oyuncular: Ward Horton, Annabelle Wallis, Alfre Woodard, Tony Amendola

        Süre: 99 dk.

        Yapım yılı: 2014

        SEYİRCİSİNİ ALIP GÖTÜREMİYOR

        Harry Potter’ın yıldızıyla “Hayalimdeki Aşk”ın yaratıcısının arasında filizlenen aşkı ele alan “Ya Aşksa”, oyuncular arasındaki elektrik sorununu sinema dilindeki ritim problemiyle pekiştiriyor. Hiçbir şekilde akıcı, sempatik ve eğlenceli bir romantik-komedi canlanamazken, Hollywood örneklerini mumla aratıyor.

        Gençlerin arasında geçen bir romantik-komedi hiçbir şey söylemiyor olabilir. Ama onun formülünü Hollywood’un eline verince o kadar akıcı, eğlenceli ve sempatik bir şey çıkarır ki, ‘mutluluk muskası’ kıvamındaki bir eserle zaman geçirmek isteyebiliriz. İş Amerika’nın dışına çıkınca ise bu konuda seçenekler tükeniyor.

        DANIEL RADCLIFFE NİYE OLMUYOR?

        “Ya Aşksa” (“What If”, 2013), Kanadalı yönetmen Michael Dowse’un onca tecrübesine karşın bu kolay işi bile beceremiyor. Başrol oyuncuları arasındaki belirgin bir elektrik sıkıntısını, ritim problemleriyle saran ve fazlaca geveze duran bir tür filmine dönüşüyor. Daniel Radcliffe’in ‘Harry Potter’daki adam’ kimliğinden bir türlü kurtulamaması derken “Hayalimdeki Aşk”ın (“Ruby Sparks”, 2012) senaryosunu da yazan entelektüel Zoe Kazan hamlesi de tutmuyor.

        Üniversite çağı aşkının heyecanını ateşleyen film, oyunculara bakınca 24 yaşındaki erkek ile 30 yaşındaki kızın mantıklı durmayan yaş farkından çekiyor. Samimiyet probleminden mustarip hale geliyor. İlk cinsel ilişki için verilen uğraş derken, çıplak dolaşmaktan bile işin o noktaya açılmaması, tuhaf bir dramatik yapı sorunu getiriyor. Çıplaklığın niye bu kadar işlevsiz bir şekilde fazlaca kullanıldığını sorgular hale geliyoruz. Filmin tiyatro oyunundan uyarlanması da aslında Hollandalı görüntü yönetmeninin parlak, canlı renkleri dışında bir görsel numara görmememizi sağlıyor.

        YAN KARAKTERLERİN İŞLEVİ NE?

        “Aralık Çocukları” (“December Boys”, 2007), “Siyahlı Kadın” (“The Woman in Black”, 2011) gibi eserlerde ‘heykel’ niyetine performanslar sergileyen Radcliffe, burada da şeytanın bacağını kıramıyor. Kült “Fubar” (2002) ve “Alt Üst” (“It’s All Gone Pete Tong”, 2004) gibi belgesellerle tanındıktan sonra 80’lerde geçen zeki romantik gençlik komedisi “Take Me Home Tonight” (2011) ile Hollywood’a transfer olan yönetmen, burada bu tecrübeyi kullanamıyor.

        Ülkesindeki iş; kimya, ritim, kurgu ve antipatik karakterlerden kaynaklanan problemleri çözemeden aramızdan ayrılıyor. Belgesel alışkanlığına bağlı kalarak ana damardan uzaklaşıyor. Yönetmen felsefi olmak, ciddi durmak isterken bütün mizahi potansiyeli elinden kaçırıyor. Yan rollerdeki Megan Park, Adam Driver, Mackenzie Davis ise karşı cinsler için ‘güzellik’ abidesi olmak dışında işe yaramıyor. Driver, Kazan ile Radcliffe’in iticiliğine katkı veriyor.

        FİLMİN NOTU: 3

        Künye:

        Ya Aşksa (What If)

        Yönetmen: Michael Dowse

        Oyuncular: Daniel Radcliffe, Zoe Kazan, Megan Park, Adam Driver, Mackenzie Davis

        Süre: 98 dk.

        Yapım yılı: 2013

        GÜLDÜRMEYEN SKEÇLERDEN OLUŞUYOR

        Yeni halk kahramanlarımızdan ‘Sabit Kanca’, ilk filminin tatminkar hasılat rakamından bir sene sonra devam filmi ile sevenlerini selamlıyor. Açıkçası “Sabit Kanca 2”, serinin ilk halkasındaki anlayışı değiştiren, tamamen yan karakterlerin kontrolü ele geçirdiği, birbirinden ayrıştırılmış, kafa şişiren ve yorucu skeçlerden oluşuyor. İsmail Baki Tuncer’in aynı yüz-çene şekli ve aksanla oluşturduğu ‘gıcık komedi kimliği’, üç karaktere can verince en azından bir yetenek izleyebiliyoruz.

        Pespaye bir ‘Kim 500 Bin İster?’ programının etrafında şekillenen ve ‘slapstick komedi’ye (kaba/fiziksel komedi) meyleden “Sabit Kanca” (2013), düşük bütçesine karşın gişede 300 bin rakamını yakalamıştı. ‘Musallat’ serisinin müsebbibi, korkusever Alper Mestçi’nin bu yeni serisi hiç de sinemasal değildi. İşin tuhafı ‘Recep İvedik’ gibi güldürmüyordu bile.

        SABİT KANCA DEĞİL, RENCİDE PORSUK ÖN PLANDA

        İkinci film onun kaldığı yerden alıyor. İşin doğrusu her şeyi köpeğiyle dostluk kuran insani ama yalnız bir ana karakterin ekseninden anlatırken ‘Mr. Bean’ filmlerini hatırlatan damar canlanmıyor burada. Onun oynadığı iki karakterin eklenmesiyle Alec Guinness, Eddie Murphy, Cem Yılmaz gibi kılık değiştiren komedyenlere bir yenisi daha ekleniyor.

        İmalı ismiyle yaşlı kadın Rencide Porsuk’un çirkinken düğün hazırlığına girmesi, erkeklerle atışması yer yer eğlenceli. Zaten bu örnekten de anlaşılacağı üzere “Sabit Kanca 2” (2014), yan karakterlerin filmi olmuş. İsmail Baki Tuncer’in nasıl yapabildiğini anlamadığımız tuhaf ağız-çene şekli ve aksanıyla oluşturduğu Sabit Kanca prototipi ise bütüne yayılmıyor. Onu yan karakterlerle çarpıştırıp kahkaha oranını arttırmak gibi bir strateji izlenmiyor. Onları belki de aynı çerçevede aynı oyuncudan iki tane görmek zor olduğu, buna teknoloji, para yetmediği için kendi haline bırakan bir komedi anlayışı beliriyor.

        YEŞİLÇAM KOMEDİLERİNİN ARANAN YAN KARAKTERİ OLABİLİR

        Açıkçası bu durum karşısında da güldürmeyen skeçlerin üzerimize üzerimize geldiği seyir süreci eğlenceliden ziyade yorucu duruyor. Mestçi’nin kendini geri çekip işi oyunculara ve yapay duran sinematografinin canlı renklerine bırakması bir ‘dijital sinema’ aldatmacası. 35mm çekilse bu kadar ‘doygun’ karelerin arkası boş dururdu.

        Bu bağlamda da çoğu kişiyi güldüren, kitle sihirbazı kaba/fiziksel komedi filmi, ikincide de yoluna devam ediyor. Biraz daha profesyonel durmak yaramazken, önlenemez aptallıklardan besleniyor. Az iş yapıp, bolca kafa şişiriyor. İsmail Baki Tuncer iyi bir komedi oyuncusu. Doğru bir kariyer planlaması yaparsa rahatlıkla Yeşilçam komedilerinin aranan yan karakteri olabilir.

        FİLMİN NOTU: 1.9

        Künye:

        Sabit Kanca 2

        Yönetmen: Alper Mestçi

        Oyuncular: İsmail Baki Tuncer, Turabi Çamkıran, İrfan Arslanhan, Damla Ersubaşı, Ahmet Dursun

        Süre: 90 dk.

        Yapım yılı: 2014

        SANAT FİLMİ OLMAK YA DA OLMAMAK

        Alzheimer hastası anne ile orta yaşlı oğlunun hüzünlü öyküsü birçok kişiyi kalbinden yakalayacaktır. Ama beynimizi çalıştırınca “Nergis Hanım”ın her açıdan derme çatma bir perde ürünü olduğu açığa çıkıyor. Sinema sanatı, duygusallaşan hiçbir yönetmen için deneme tahtasına dönüşmemeli.

        Alzheimer’a yakalanmış bir karakteri ele almak başlı başına zordur. Ama bu konuda yetkin oyuncuların başarılı performanslarını hatırlarız. O eserler film olarak zihnimizde kalmadığı gibi çabucak da unutulup giderler. “Nergis Hanım” (2014), bu sebeple sahaya 1-0 yenik çıkıyor.

        BÖYLE DRAMATİK YAPI KISA FİLMDE ZOR AYAKTA DURUR

        Bunun arkasına da ‘abartılı oyunculuklarla kurulu bir melodram’ ile ‘ağır tempolu bir sanat filmi’ arasında kalmak eklenince köşeye sıkışıyoruz. Zerrin Sümer, biz dizilerle bilsek de, mesleğe yıllarını vermiş kalitesi tartışılmaz bir oyuncu olabilir. Settar Tanrıöğen de öyle. Ama sinema sanatı bir deneme tahtası değil. Bir film post-prodüksiyonda mat renkleri iyi veriyor, ışığı içeri geçirmeyince asap bozuyor diye sinema eseri olamaz.

        “Nergis Hanım” tam olarak bu noktada duruyor. Görkem Şarkan’ın kişisel ve hüzünlü gerçek hikayesinden beslenen Alzheimer’a yakalanmış anne ile orta yaşlı oğlunun ilişkisi bize hiç tesir etmiyor. Aksine göstermelik uzun planlar ve sabit kamera tercihleri ile zorlama duran ağır tempoyla ite kaka 90 dakikaya bağlanmış, kısa filmde zor ayakta duracak bir dramatik yapıyla ilerliyor. Sonuç zaten çok basit: Festival kurallarına uydurulup bu defosunu kabak gibi belli eden bir eser.

        FİLMİN NOTU: 2.2

        Künye:

        Nergis Hanım

        Yönetmen: Görkem Şarkan

        Oyuncular: Zerrin Sümer, Settar Tanrıöğen, Begüm Akkaya, Faruk Barman

        Süre: 88 dk.

        Yapım yılı: 2014

        KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU

        Açık Pencereler (Open Windows): 5.5

        Adalet (The Equalizer): 6.5

        Aşk Tarifi (The Hundred-Foot Journey): 3.3

        Azazil: Düğüm: 2.6

        Balık: 4.3

        Ben O Değilim: 5.5

        Belalı Rehine (Life of Crime): 5.5

        Böcek: 4

        Çakma Polisler (Let’s Be Cops): 3

        Çilek: 3.5

        Dabbe Zehr-i Cin: 4.5

        Dracula: Başlangıç (Dracula Untold): 6.3

        Dünyada 20.000 Gün (20.000 Days On Earth): 4.5

        Eğer Yaşarsam (If I Stay): 5.1

        Evrim (Transcendence): 5.8

        Fırtınanın İçinde (Into The Storm): 2.7

        Günah Şehri: Uğruna Öldürülecek Kadın (Sin City: A Dame To Kill For): 7

        İnsan Avı (A Most Wanted Man): 5.5

        Kanunsuzlar: 3

        Karabasan (The Babadook): 7

        Kaset İşi (Sex Tape): 6.1

        Kayıp Kız (Gone Girl): 8.5

        Körlük (Blind): 6.7

        Kutu Cüceleri: Yaratıklar Aramızda (The Boxtrolls): 5.5

        Labirent: Ölümcül Kaçış (The Maze Runner): 7.7

        Monako Prensesi Grace (Grace of Monaco): 5.5

        Ninja Kaplumbağalar (Teenage Mutant Ninja Turtles): 5.1

        Ölümcül Oyun (Good People): 3.5

        Pek Yakında: 5.7

        Prens (The Prince): 1.7

        Seçilmiş (The Giver): 7

        Siccin: 4

        Sihirli Ay Işığı (Magic in the Moonlight): 3.8

        Sokak Dansı 5: Rüya Takımı (Step Up All In): 5.4

        Temmuz Soğuğu (Cold in July): 4.8

        Yargıç (The Judge): 4.5

        Not: Yıldızlar, 10 üzerinden verilmektedir.

        Diğer Yazılar