Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Üçü bizde vizyona girmeden DVD’si çıkan dört filmi değerlendirdim. Bunların her biri ev videosunda farklı seçenekler sunuyor.

        “Korku Yolu”: Yol üstünde yalnız başına

        Issız bir yolda arabalarıyla ilerleyen bir çiftin peşine takılmak, üstelik de ‘ormanlara doğru’ yol alıyorsanız korkunun sevdiği ya da eskittiği bir hikaye yapısını yaşatır. Jeremy Lovering, senaryosunu da kendi yazdığı ilk sinema filmi “Korku Yolu”nda (“In Fear”, 2013) bu gayeye, furyaya tutunuyor. Dingin kamera kullanımıyla dikkat çekerken, geniş açı ve balık gözü objektifle dil oyunlarına giriyor.

        David Katznelson’ın sinematografisi filmi sırtlayıp götürürken, sinemaskop oranındaki psikolojik-gerilimde en orijinal noktaya dikkat çekiyor. Genel planların hakimiyeti ve arabanın önüne konan kameranın iz sürmesi derken, esas mesele iki merkezi karakterin araba içindeki konumuna verilen tepkiyle canlanıyor. Alice Englert-Iain De Caestecker ikilisinin B-tipi performanslarının dikkatlerden kaçmaması ve 82 dakikayı dolduran senaryonun uğraşılmamış izlenimi bırakması, ‘gerilim’i arka plana itiyor zaman zaman.

        Ama yolda geçen “Otostopçu” (“The Hitcher”, 1986) ile “10”u (“Dah”, 2002) birleştiren ana damar ilgi çekici anlara vesile oluyor. Kameranın içeride iki pencere tarafında durup, ikincisindeki gibi açı-karşı açı tekniğini ve 180 derece kuralını yıkmak isterken bazen iki oyuncuyu birden gösterme arzusu tatminkar ve deneyci duruyor. Filmi sürükleyen ana unsura dönüşüyor.

        İki başlı müzisyen ekibi de bu duruma destek verince heyecan biraz artıyor. Açıkçası sinemaskop oranında tersine yerleştirilmiş, standart çerçeve algısını yok eden lenslerle allak bullak oluyoruz. Filmin ulaştığı son noktada ‘tehditkar katil’ ve ‘uzaydan gelen kıvılcımlar’ gibi önümüze koz olarak sunulan motifler ise pek tatmin etmiyor gibi.

        “Korku Yolu”, Lovering adına başlangıç olarak iyi olsa da dramatik yapısı üzerine dizi alışkanlığından kurtulup emek sarf edilmesi gereken bir iş. Kısa filmde daha uygun durma ihtimalini taşıyan bir yapıtın temsiline dönüşüyor zamanla…

        FİLMİN NOTU: 4.5

        “Çatlak Kafalar”: Taptaze bir bilinçaltı yolculuğu

        Catherine Keener, David Strathairn ve Alan Cumming’i bir araya getirmek büyük iş… Yönetmen ve yapımcılar, bu konuda doğru adımlar atmış. Carter, 1.85:1 çektiği filminde, Curtiss Clayton’ın kurgusuna yüklenerek bir şeyler planlamış. Görüntü yönetimi biraz daha usturuplu, senaryo ise daha iyi işlenmiş olsa zafer gelebilirmiş. Ama böylesi de her sinemasever için keyifli bir deneyim…

        “Çatlak Kafalar”, psikolojik sorunları olan bir aktörün, boynundaki fotoğraf makinesi ve yazdığı şeyleri peliküle yapıştırmasından beslenen epizodik bir film. ‘Duygular’, ‘Simetri’ ve ‘Seni Hissedeceğim’ bölümleri eşliğinde bir ‘hissiyat’ yaratıyor. James Franco, James adıyla sanki kendini anlatıyor. İçsel kaosu iyimser bir dünyayla gözlemlememizi sağlıyor.

        Ken Scott’ın anlatıcı sesi onu yönlendiriyor. Bu ikincil şahıs ya da ses bir psikolojik duruma dikkat çekiyor. Meselenin sömürülmemesini sağlıyor. Sıçramalı kurgunun aktif olduğu, kendimizi sürekli bir başka film senaryosunun içinde bulduğumuz görsel dünya ‘hastalıklar’ı açığa çıkarıyor.

        Carter, ikinci filminde yine Franco hayranlığına kapılmış gidiyor. Ancak onun bu hastalıklı halleri, yüzde yüz anlamda kavradığını söyleyemeyiz. ‘Hissetme’ duyusuna yaslanan anlatı, krem rengiyle işleniyor. Renklere fazla anlam yüklemeden, peşi sıra gelen hatıralarla, yaratımlarla yol alıyor. Bir anlamda yaratıcılık dönemi krizi filmlerinin o zor koridoruna giriyor. Zamansız coğrafya, seyirciye 60’lardaymış duygusunu veriyor.

        “Çatlak Kafalar”, umut vaat ederken sinemasal zevk aşılayan bir film. Catherine Keener ve Fallon Goodson’ın her sahnede kılık, kimlik değiştirmesi bile bizi bu yaratıcı zihne çekmeye yetiyor. Carter, yeni ve gelişmiş bir Charlie Kaufman mı tartışılır. Ama esin kaynaklarını o serbest tabana göre konumlandırıyor şüphesiz. Böylece taptaze bir bilinçaltı yolculuğu canlanıyor.

        FİLMİN NOTU: 6.5

        “Yalın Ayak”: Arızaların aşkı

        Bağımsız yönetmen Frank Perry’nin “David and Lisa”sı (1962), akli dengesi bozuk karakterlerin ‘aşk’a açık olabileceğini vurgulamıştı. Bu konuda “Lilith” (1964), “Umut Işığım” (“Silver Linings Playbook”, 2012) gibi filmleri de örneklendirebiliriz.

        “Yalın Ayak” (“Barefoot”, 2014) da akıl hastanesinden yeni çıkmış bir kadın ile ‘kara leke’ olarak anılabilecek bir adamın yakınlaşmasını ele alıyor. Böylece bunlardan Robert Rossen imzalı, üslubuyla yıllar boyu tazeliğini korumuş “Lilith”e daha yakın duruyor. “Üçü Bir Arada” (“Threesome”, 1994) ve “Büyücüler Kulübü” (“Craft”, 1996) ile 90’larda parlayan Andrew Fleming’in TV piyasasından perdeye dönüşünü müjdeliyor.

        Filmin görsel açıdan, ritim konusunda fazla sıkıntısı yok. Ama Evan Rachel Wood’un karakteri bir türlü sahici duramıyor. Speedman’ın savrukluk, çapkınlık ve aşağılamadan beslenen tiplemesini iyi kavradığı söylenebilir. Onun bu etkileşimdeki yorumu kimliğine yakışıyor.

        Ama Wood’un 27 yaşındaki ‘aşk objesi’ne dönüşmesi, biraz şapşal biraz akıllı tiplemenin püf noktası olan ‘boşboğazlık’ı bir türlü çözemiyor. Kendisi yetenekli bir oyuncu. Ama böyle roller için ne kadar yeterli tartışılır.

        “Yalın Ayak”, arızaların, huzursuzluğun aşkını üstlerine sinen sarıya doymuş ışığın katkısıyla resmediyor. Andrew Fleming, izleyenleri mutlu etme, duygulara boğma, sevgiyle, pozitif enerjiyle doldurma konusunda bir hayli becerikli. Bu konuda sınıfı geçiyor. Ama suçun ve psikolojik sorunların içeri girmesinde ‘hamle’ eksikliği yaşıyor.

        FİLMİN NOTU: 5

        “İpucu Peşinde”: Olmamış bir dedektiflik komedisi

        Carl Bessai’nin “İpucu Peşinde”si (“No Clue”, 2013), 12. filmini çeken bir yönetmenin işi gibi değil. Aksine ısmarlama bir proje. Zaten Kanada’da ünlü bir komedyen olan ve kariyerine stand-up şovlarıyla başlayan Brent Butt’ın eseri temelde. Yapımcılığını onun üstlendiği yapıt, aynı zamanda başrol ve senaristlik koltuğunda da bu ismin imzasını bulunduruyor. Deneyimli Bessai’yi tutmak ise güven telkin etme açısından şart gibiymiş.

        “Pembe Panter” (“The Pink Panther”, 1963) ile “The Man Know Knew Too Little”ı (1997) hatırlatma potansiyeline sahip “İpucu Peşinde”, Amy Smart ve David Koechner’in olduğu bölümlerde yükseliyor. Ancak sinemaskop oranında tempoyu ayarlayacak, başrol oyuncusunu sakinleştirecek bir yönetmene ihtiyaç duyuyor.

        Zira Butt, ‘kalça’ anlamına gelen soyadıyla dalga geçilme potansiyeliyle ilk bakışta gülümsetiyor. Ama temelde hiç yetenekli bir oyuncu değil. Nasıl bir tarza sahip, neyin peşinde bilinmez. Ama onun boyutsuz bir kimliğe sahip olduğunu, böylece “İpucu Peşinde”yi yerelleştirdiği kesin. Bu da buralarda yerli komedi filmlerinde gördüğümüz yetenek sıkıntısını açığa çıkarıyor. Sanat filmlerine eğilimli kariyeriyle bilinen Carl Bessai’nin yönetmenlik koltuğuna oturması her şeyin tuzu biberi oluyor sanki.

        FİLMİN NOTU: 3

        KEREM AKÇA’NIN TÜRKİYE’DE YENİ PİYASAYA ÇIKAN DVD’LERDEN ÖNERİLERİ

        1-A Hard Day’s Night

        2-Serpico

        3-Aşk (Her)

        4-Büyük Budapeşte Oteli (The Grand Budapest Hotel)

        5-Zafere Hücum (Rush)

        6-Sinema ve Çocukların Hikayesi (Story of Children & Film)

        7-Ayin (The Sacrament)

        8-Düşman (Enemy)

        9-Panzehir

        10-Locke

        11-Şeker Portakalı (Meu Pé de Laranja Lima)

        12-Kardeşim İçin (Out of the Furnace)

        13-Tek Atış (A Single Shot)

        14-Uçuş 7500 (7500)

        15-Kötü Komşular (Bad Neighbours)

        Diğer Yazılar