Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        26 ARALIK 2014 FİLMLERİ

        ABD’de de, Türkiye’de de daha iyileri çekilen Çanakkale Savaşı filmlerinin, sadece ‘siyasi açıdan doğru’ durarak idare etme çabasındaki örneklerinden… “Son Umut”, günümüzde aranan geniş ölçekli Hollywood yapımı değil. Russell Crowe’un yanında çalıştığı deneyimli yönetmenlerin becerisini aratması ise rol de çalabilen Cem Yılmaz ve Yılmaz Erdoğan’ı filmin yıldızı yapıyor.

        Avustralya sinemasının 70’li yıllarına dönünce bir ekolle karşılaşırız. Peter Weir, George Miller, Philip Noyce, Fred Schepisi, Gillian Armstrong, Bruce Beresford gibi yönetmenler ‘Yeni Dalga’ hareketinin filizlenmesini sağlamıştır. Kısa sürede Hollywood’a sıçrayan bu isimlerin katkılarıyla bir popüler sinema anlayışı ortaya çıkmıştır. Russell Crowe bu ekolden beslenerek, çölün ortasından yola çıkan bir tarihi karakterin öyküsünü anlatıyor “Son Umut”ta (“The Water Diviner”, 2014). Arka plan, coğrafi koşullar, tam Avustralya geleneğinin, doğasının görmek istediği gibi…

        WEIR’İN ‘GELİBOLU’SUNA ALTERNATİF FİLM

        Açıkçası en önemli ‘Gelibolu’ ya da ‘Çanakkale Savaşı’ filmi de o bölgeye mensup bir yönetmenden gelmişti. Mel Gibson’ın başrolünde oynadığı, ABD’de Paramount’ın dağıttığı Avustralya yapımı “Gelibolu” (“Gallipoli”, 1981), Anzak-Türk çekişmesine tarafsız bakışı ve başarılı savaş sahneleriyle halen akıllarda. 2.8 milyon Avustralya dolarına mal olan eser, savaşın içyüzünü ve psikolojisini yansıtmasıyla bize de tesir etmişti.

        Oyuncu-yönetmen Crowe belli ki o filmin yanına bir alternatif eklemek istiyor. Savaştan dört yıl sonra bölgeye gelip kaybolan üç oğlunu arayan bir Avustralyalı çiftçinin peşine takılıyor. Sanki bir yan bölüm ya da devam filmi olarak farklı bir Anzak hikayesi anlatıyor. Açıkçası yola çıkış gayet kararlı, hatta İtilaf Devletleri’nin gözünden milliyetçi naralar atılmaması, kahramanlık destanı yazılmaması ve intikam almak için çaba sarf edilmemesi centilmence bir davranış.

        TÜRKLER DAHA İYİSİNİ YAPIYOR

        Daha ziyade iki tarafın da insanlığını ortaya çıkaran bir öykü kuruluyor. Mektuplardan yola çıkan serbest esinlenme sinemaskop oranında dramatik yönü kuvvetli bir savaş filmi getiriyor. Ülkemizde “Nefes: Vatan Sağolsun” (2009) ve “Fetih 1453” (2012) sonrası çıta yükseldiğinden “Son Umut” bunların altında bir iş. Kemal Uzun’un görkemli hava çekimleri ve steadicam’le hallettiği iddialı “Çanakkale: Yolun Sonu”nun (2013) altında kalıyor. Tolga Örnek’in belgeseli “Gelibolu”nun (2005) da…

        Bunun sebebi Crowe’un Peter Jackson’ın görüntü yönetmeni ile çalışmasına karşın oyuncuları ve kamerayı idare edememesi aslında. Öncelikle Olga Kurylenko’nun Ayşe karakterinde ‘Rus aksanlı bir Türk’e dönüşme tuhaflığı filmi baltalıyor. Onun Türkçe dublajla konuşması da her şeyin tuzu biberi gibi. Geliştirilemeyen bu tip, ‘yama’ gibi duruyor. Zira baştan itibaren sanki şaşaadan uzak duran bir üçüncü dünya ülkesi bağımsız filmi, ABD’de Crowe olmasa video piyasasına düşecek bir seviyede duruyor.

        RUSSELL CROWE KAMERAYI VE OYUNCULARI KONTROL EDEMİYOR

        ‘Vinç veya hava çekimleri kullanmayıp genel plan almadan steadicam ile savaş filmi çekmek nasıl bir şey?’ sorusunu Türkiye’de sorgularken bir batılıya yöneltmek durumunda kalmak ilginç. “Çanakkale: Yolun Sonu”nda Uğur İçbak’ın uçak çekimleriyle gelen ‘money shot’lar, baskın ve savaş sahnelerinin ana omurgası olmuştu. Burada ise olmayan ya da girizgaha sıkışan savaş sahneleri bu sayede sönük kalıyor. Zaten açılışta Türk askerinin kameraya bakarken yakalanması bir tarafa, İstanbul’daki arka plan görüntüsünün günümüzde gibi gözüktüğü sanat yönetimi tutarsızlıkları da affedilir gibi değil.

        Crowe, oyuncuların da kameranın da kontrolünü kaybetmiş. Bütçesinin Hollywood’a göre düşük seyretmesini bertaraf edecek hamleler bulamamış. Beraber çalıştığı ustaları hatırlatma şansını elinin tersiyle itmiş. Aksine meseleyi ajitasyona götüren bir dostluk, bir uluslararası barış mesajının peşine düşüyor. Bu ideolojik kucaklama ile bizim halkımızı da etkilemek istiyor.

        “Son Umut”, Türklerin daha iyisini yapabileceğini kanıtlayan ve kendimizle övünmemizi sağlayan bir Çanakkale Savaşı filmi. Özellikle Kemal Uzun imzalı “Çanakkale Yolun Sonu”, bundan daha profesyonel ve Hollywood kokuyor. Burada ise savaşlı bölümleri çıkartınca destansılıktan da arınmış bütçesi düşük bir bağımsız film beliriyor.

        CEM YILMAZ VE YILMAZ ERDOĞAN FİLMİ AYAĞA KALDIRIYOR

        2:35:1 boşuna kullanılırken, Avustralya doğası Türkiye’ye uymuyor. Kariyerinde aşık ve insancıl olmaya çalışınca yapay ve gülünç duran Crowe, sanki kendi kendini baltalıyor. Kurylenko-Crowe arasındaki etkileşim ilerledikçe film de Atıf Yılmaz çiğliğine takılıyor. Bunun sonlanması herkes için hayırlı oluyor.

        Ne görkem, ne emek, ne iyi oyunculuk içeren bir iş “Son Umut”. Sadece Cem Yılmaz’ın Türkçe şarkı söylediği ve kriket tarifi aldığı sahnede öne çıkması, rol çalması filmi ayakları üzerine oturtuyor. Onun doğaçlama olarak ortaya çıkardığı bölümler, bütün olumsuzluklara neşe katıyor. Profesyonelliğin yerel bir figür yoluyla belirmesi, Türkiye’de de yetenekli isimler yetiştiğini kanıtlıyor. Erdoğan’ın Binbaşı Hasan’a uyum sağlaması yavaş yavaş gelişen karakter oyuncusu kimliğine bir ekleme daha yapmasına yarıyor. Filmin tamamına yakınında İngilizce konuşmasına karşın sırıtmıyor.

        “Son Umut”un ucuzluğunu bertaraf etmek için belgesel olarak Tolga Örnek’in “Gelibolu”sunu, film olarak Kemal Uzun’un “Çanakkale: Yolun Sonu”nu tekrar izlemek şart hale geliyor. Filmin seyirciye uyandırdığı düşünce bu. Ustası Peter Weir’in “Özgürlük Yolu”nu (“The Way Back”, 2010) çektiği yüzyılda, Crowe’un “Son Umut”a imza atmasına şaşırmamak lazım.

        FİLMİN NOTU: 3

        Künye:

        Son Umut (The Water Diviner)

        Yönetmen: Russell Crowe

        Oyuncular: Russell Crowe, Yılmaz Erdoğan, Olga Kurylenko, Cem Yılmaz, Jai Courtney

        Süre: 111 dk.

        Yapım yılı: 2014

        BİR AYININ GÖZÜNDEN İNGİLİZ AİLESİ

        Peru’nun balta girmemiş ormanlarında yaşayan zeki bir ayının şehre gelmesiyle birlikte yaşadıkları… ‘Stuart Little’ serisini İngiltere’de canlandırmış gibi duran live-action animasyon film örneği “Ayı Paddington”, biçimci yönetmeni Paul King’in zekasından beslenerek ABD’deki türdeşlerini sollamakta sıkıntı çekmiyor.

        Michael Bond’un 20’den fazla kitabına konu olmuş ‘Paddington Ayısı’, 1958’den bu yana İngiliz çocuk edebiyatında bilinen bir figür. Böylesi uluslararası piyasaya da açılmış bir karakterin sinemaya uyarlanması ise Ben Whishaw’un sesi ve bilgisayarla üretilmiş bir ayı animasyonu ile gerçekleşiyor. Bu sayede ‘Küçük Kardeşim’ (‘Stuart Little’) serisinde Amerikan ailesinin içine giren farenin bir benzeri canlanıyor. Ama onun kadar küçük yaşlara odaklanan bir komedi anlayışı yok burada.

        EDGAR WRIGHT’IN EKOLÜNE MENSUP

        Direksiyona “Bunny ve Boğa” (“Bunny and the Bull”, 2009) ile İngiliz sinemasının biçimci kanadında Edgar Wright sonrası ‘uçlarda dolaşan ekol’e dahil olacağını ispatlayan Paul King geçiyor. Ayının Peru’daki maceralarını eskitilmiş siyah-beyaz tam ekran görüntülerle yansıtan anlatı, meselenin geri kalanını masalsı kılmak için uğraşıyor. Paddington’ın tren garına gelip ‘yetim’ olarak İngiliz banliyösüne girmesi ise fazlasıyla renkli gerçekleşiyor.

        Kameranın önce ayakları çektiği, yakın plan aldığı, ardından evi teftişe çıkınca her odayı gözlemlemek istediği söylenebilir. Yönetmen, Ayı Paddington’ın bakış açısından olaylara bakıyor. Onun gözlemiyle bir içsesin varlığına sığınıyor. Sanat yönetimiyle derdini anlatan Michael Powell-Emeric Pressburger ikilisinin işlevsel ve görkemli set tasarımlarını akla getiriyor.

        KUSURSUZLUĞU PARA KAZANMAK İÇİN TANIMLIYOR

        Zamansız iç mekan görüntüleri sanki bir ailenin olası mutluluğunu anlamlandırıyor. Ayının arayışı da yalnızlıktan, öksüzlükten çıkıp ‘çocuk’ olmaya uzanırken hüzünle sarılıyor. Film, bir süre sonra iyi-kötü mücadelesinin gelenekselliğine sapıyor. Londra görüntüleriyle “Tenenbaum Ailesi” (“The Royal Tenenbaums”, 2001) ile “Amélie”yi (“Le Fabuleux Destin d’Amélie Poulain, 2001) birleştiren yaratıcı yapı, çok ileri gitmiyor. “Steve Zissou ile Suda Yaşam”ın (“The Life Aquatic with Steve Zissou”, 2004) geminin kamaralarında dolaşma taktiğini, bir İngiliz evine uyarlıyor.

        King, kendi ekolünden Wright ve Ayoade kadar yaratıcı ve tavizsiz durmuyor. Klasik Amerikan sinemasına saparak kusursuzluğu ‘iz bırakmak’ için değil, ‘para kazanmak’ için tanımlıyor. Klasik aile filmi de elbette ‘Ayı Yogi’ tanımını farklılaştırarak, ama nihayetinde bazı kısımlarda afallayarak finale ulaşıyor.

        MİZAH ANLAYIŞI NASIL?

        “Bunny ve Boğa” kapalı bir mekanda agorafobik bir adamın zihnine giriş yaparken, masalsı havayı ve Michel Gondry zekasını ayarı kaçmış bir mizahla sarmıştı. Burada da benzer sıkıntılar var. Senarist olarak Rowan Atkinson’ın fiziksel komediye yatkın eserlerinde de çalışmış Hamish McColl’u tutmak yanlış bir seçim olmuş.

        Bir kez daha İngiliz mizahını uygulama konusunda, detaycı yan karakterler, özenli sanat yönetimi ve kusursuz masalsı dünyaya karşın başarılı olamıyor King. Görsel yetkinlik komedide canlanmıyor.

        FİLMİN NOTU: 6.5

        Künye:

        Ayı Paddington (Paddington)

        Yönetmen: Paul King

        Oyuncular: Hugh Bonneville, Sally Hawkins, Nicole Kidman, Julie Walters, Ben Whishaw (ses)

        Süre: 95 dk.

        Yapım yılı: 2014

        HAYALET GEMİ 2: ‘KAYIT’ ZAMANI

        Buluntu film furyasının en devrimci örneklerinden “[REC]: Ölüm Çığlığı”, şüphesiz bu alanda ağırlığını hissettirdi, korku sinemasına damga vurdu. Ancak 2014 tarihli devam filmi, 2000’lerde yeniden çevrim gören “Ghost Ship”ten (1943) zombi karnavalı çıkarmak dışında ne yapıyor? Aksiyon ve efekt bombardımanına kayarak kendi özelliklerini lime lime ediyor.

        2007’de start alan buluntu zombi filmi serisi ‘[REC]’, ikinci şubesinde meseleyi ‘şeytan çarpma’na döndürerek taze bir yönelim kazanmıştı. Yaşayan ölülerin zıvanadan çıkmasını kontrol altına alması bir tarafa, ‘yeme’ alışkanlığını da rafa kaldırmıştı. Orada (“[REC] 2”) yönetmenlerin iki farklı bakış açısıyla dinamizm kazanan anlatısı, bilgisayar oyunu geleneğini de akla getirmişti.

        TEMELDEN KOPMAK RUHSUZLUK GETİRMİŞ

        Dördüncü filmde ilk iki eserde gördüğümüz Manuela Velasco’nun muhabir tiplemesi Ángela Vidal geri dönüyor. Onun izinde bir ‘yalnız kalan kadın kurban’ klişesi devreye sokuluyor. Ama bu karakterin münferit bir olay sonrası soluğu bir gemide alması bambaşka bir şey anlamına geliyor. Daha önce 1943’te çekilen Mark Robson’ın B-tipi “Ghost Ship”inde gördüğümüz (2000’lerde “Hayalet Gemi” adlı bir yeniden çevrimi de var) perili gemi filmi şablonunun alameti farikaları devreye giriyor.

        Yukarıdan helikopter kamerayla çekilen geminin içiyle birlikte daha ziyade bir ses ve görsel efekt şöleni, aksiyon depolayarak önümüze seriliyor. ‘[REC]’in ruhunun kaybolduğu, ne ilk ne de ikinci filmin devrimci tarafının yinelenebildiği bu süreç, ister istemez bizi perdeden koparıyor. Belki ana omurgada ‘kaydedilmiş görüntü parçaları’ göstermelik olarak korunuyor. Ama genel anlamda 2.35:1’de bir geleneksel kurgu/akış izliyoruz.

        EFEKT VE AKSİYON BOMBARDIMANI

        Paco Plaza’nın üçüncü filminden sonra dördüncü filmdeki hamle “Karantina”nın (“Quarantine”, 2008) devam filminin ‘perili uçak filmi’ne taşınırken set olduğunu belli etme arzusundan bir tık yukarıda. Orada video filmi seviyesindeki eser burada da çok değişik bir konumda değil. Kameranın geminin içinde dar alanda nereye gideceğini şaşırırken, muhtemelen steadicam’in tek atışlık hamlesi var izlenimi bırakılıyor.

        Ama gerçekçilik, doğal renkler yerini karanlığın ötesinde bir görsel efekt ve ses efekti bombardımanına bırakıyor. Tempoyla beraber sanki “Kaçış Planı”yla (“Escape Plan”, 2013) doğrudan akraba bir eser canlanıyor. Ancak bunun sebebi nedir? Çözmek zor. Plaza-Balaguero ikilisinin kontrol ellerindeyken, zombi filminden şeytan filmine uzanan noktada kıvrak hamleler yaptığı kesin. Ancak burada bir ileri adım atan Balaguero, ‘yalnız başına’ kalınca bir kez daha ‘beceriksiz’ duruyor. Aşırılık yüklü Fransız zombi aksiyonu “The Horde”u (2010) izleme arzusuna kapılmamızı sağlıyor. Elbette bu bir devam filmi, onu unutmayalım!

        FİLMİN NOTU: 3

        Künye:

        [REC] 4: Kıyamet Gecesi ([REC] 4: Apocalipsis)

        Yönetmen: Jaume Balaguero

        Oyuncular: Manuela Velasco, Mark Schardan, Paco Manzanedo |

        Süre: 96 dk.

        Yapım yılı: 2014

        DÜZEN ONU DIŞARI İTİYOR

        Sistemin evsiz kalmaya ittiği, düzenin dışına çıkardığı işçi sınıfına mensup bir bireyin hikayesi acıklı olmalı. Ama “İki Gün ve Bir Gece”, Dardenne’ler markasının katkısıyla tepeden tırnağa iyi hesaplanmış, hareketli kameradan güç alan bir sadelik depoluyor. Marion Cotillard ise içe dönük performansıyla ters köşe yaparak, sanki sıradan bir Dardenne Kardeşler filminin tek heyecan verici tarafına dönüşüyor.

        Dördüncü filmleri “Rosetta”nın (1999) Altın Palmiye zaferiyle tanınmıştı Dardenne Kardeşler. Kısa sürede Avrupa sinemasının son 20 yılına damga vuran en önemli sanat filmi yönetmenlerine dönüştüler. Hatta bu konuda Nuri Bilge Ceylan’la rakip oldukları da iddia edilebilir. Ama bana kalırsa Ceylan’ın sineması ve kimliği onlara fark atar.

        Belçikalı biraderler, hareketli omuz kamerasını, yüz hizasında tutma konusunda ‘özgün’ ve ‘dirayetli’ durarak bir yerlere geldi. Sosyal gerçekçi sinemanın alt kesimden gelen alışılmış karakterlerini bu eylemle sarmayı hedefledi. Vittorio De Sica’nın modelini, usta Macar yönetmen Miklós Jancsó’nun görsel ezberiyle birleştirme konusunda adımlar attı. Sosyal gerçekçi geleneği, kaydırmalı ya da hareketli uzun planlarla sardı.

        ÜSLUP ÖNERİLERİ VE DRAMATİK MESELELER

        Ama kimi zaman el-omuz kamerasını ve sıçramalı kurguyu abartmak olayların sosyal, ahlaki, bürokratik boyutunu öne çıkardı. Bu dönemlerde Dardenne Kardeşler, sinemada iz bırakmaktan ziyade kabak tadı verdi. “İki Gün ve Bir Gece” (“Deux Jeurs, Une Nuit”, 2014) aynen “Lorna’nın Sessizliği” (“Le Silence de Lorna”, 2008) gibi teknisyenliği değil dramaturjiyi öne çıkaran eserlerden. Ne “Çocuk” (“L’Enfant”, 2005) gibi plan sekanslardan oluşuyor, ne “Oğul” (“Le Fils”, 2002) gibi enseye konulan kameranın Tanrıcı işlevine odaklanıyor.

        Aksine Cotillard’ı zorlama adına hamleler yapıyor. Çaresiz bir işçi sınıfı bireyinin hikayesi, kocası ve iş arkadaşlarıyla ilişkisinin üzerinden tüm doğallığıyla veriyor. Bunu kimse reddedemez. Dardenne’ler deyince işin görsel tarafının çözüldüğünü biliyorsunuz. Kameranın matematiği, oyuncularla ilişkinin sistematiği işliyor. İçe dönük performanslar, açı-mercek dengesi istenen ölçülerde…

        ‘ROSETTA’NIN ÖZBEÖZ ABLASI

        Karakterin oy arama kaygısıyla iki gün bir gecede trajik bir duruma girip işsizlikten korkması da iyi veriliyor. ‘Gerçekçilik’ depolayan film ismi üzerine düşeni yapıyor. Her şeyin tesadüflere, kritik dönemeçlere bağlı olduğu bir sosyolojik düzenden söz ediyor. Sallanan kamera bu durumu iyi kavrıyor. Cotillard, Sandra ile Lorna ve Rosetta gibi net Dardenne kadınları arasına katılıyor. Hatta Rosetta’nın özbeöz ablası olduğunu iddia etsek yanlış yapmış olmayız. Tüm hikaye içi seslerin eşliğinde, kameranın doğallık peşine düşüp gerçek renklere odaklanıp ışığı içeri geçirmediği, teleobjektiflerle içsellik depolayan bir işçilik var.

        Umutlu mu umutsuz mu belli olmayan final fazlasıyla tatminkar. Ken Loach’un, Karel Reisz’ın, De Sica’nın eserlerinde de gördüğümüz gibi böylesi olaylar alt sınıflarda her zaman oluyor. Buna alışmak ve adapte olmanın yanı sıra mücadeleyi öğrenmek de değerli. Bir kadının bunu yapması manidar ve feminist sinema için doyurucu… Ama Dardenne’ler için adres burası olmayabilir. Zira temiz ve sorunsuz bir film, sıradanlıkla da itham edilebilir. Öyle ki “İki Gün ve Bir Gece”, “Çocuk”, “Bisikletli Çocuk” veya “Rosetta” seviyesinde değil. Daha ziyade ‘dışa dönük performanslarıyla göstermelik ün yapan Cotillard’ın içe dönük oyunculuk sınavı’na alan açmasıyla anılacaktır.

        FİLMİN NOTU: 6

        Künye:

        İki Gün ve Bir Gece (Deux Jours, Une Nuit)

        Yönetmen: Dardenne Kardeşler

        Oyuncular: Marion Cotillard, Fabrizio Rongione, Catherine Salée, Batiste Sornin

        Süre: 95 dk.

        Yapım yılı: 2014

        DOLMUŞTA GEÇEN AKSİYON-KOMEDİ

        “Hırsız Var!”dan bu yana üretilmiş en oturaklı Türk işi aksiyon-komedi… “Yusuf & Yusuf”, hız kavramına tutunurken, yeri geldiğinde uçabilen ve hızlanabilen bir dolmuşun içinde gerçekleşen terör olayına odaklanıyor. Onun çevresini iyi çekilmiş aksiyon sahneleriyle sararak, Hollywood estetiğini ‘esprileri tutturma arayışı’nın önüne geçiriyor. Bu sayede fazlaca sıkıntısına karşın anlatım ve kalite olarak birçok yerli komedinin üzerinde bir iş canlanıyor.

        Bu topraklarda aksiyon-komedi üretimi yapmak zor iş. Hatta saf komedi filmlerinin Yeşilçam kurallarıyla kolaycılığa hapsolduğu bir coğrafyada bunu becermek deveye hendek atlatmakla eşdeğer… Ama neyse ki arada böyle melez tür örnekleri çıkabiliyor. Oğuzhan Tercan’ın ‘Türk işi ekşin’ sloganıyla pazarlanan “Hırsız Var!”ı (2005) bu konuda önemli bir mihenk taşıydı. ‘Harala gürele’ halini anlamlandıran eserde medyatik kadronun yapaylığının, şan-şöhret dünyasının yozlaşmasını anlatmaya yaradığı görülmüştü.

        HOLLYWOOD USULÜ SENARYO TUTUYOR MU?

        Aradan 10 sene geçtiğinde Ersoy Güler, ‘Sağ Salim’ serisindeki sinemasızlığı bırakıp, dolmuşta geçen bir aksiyon-komediye imza atıyor. Araba yarışı tutkunu bir dolmuş şoförünün hayallerinden vazgeçip ‘Çiçek Abbas’a dönüşmesi, Hollywood usulü bir senaryodan destek alıyor. Sanki “Grand Theft Auto” (1977) ya da “Hız Tuzağı”nda (“Speed”, 1994) gördüğümüz ‘zamana karşı yarış’ canlanıyor.

        Güler’in kendi yazdığı senaryo, biri papaz gibi yapan, diğeri dolmuş şoförü iki Yusuf’u bir araya getiriyor. Aslında bu espriden başlayarak hiçbir mizah denemesi tutmuyor. Ali Sunal’ın sevgilisiyle cinsel etkileşiminde araya Oya Başar’ı, anneyi soktuğu anlarda biraz gülümsüyoruz. Ama genel anlamda sanki kurgucu ve görüntü yönetmeninin, Digiflame’in efektlerinin özenine odaklanıyoruz.

        AKICI KURGU BİR CANLILIK KATIYOR

        “Yusuf & Yusuf”, ‘Hızlı ve Öfkeli’ (‘The Fast and the Furious’), “E.T.” (“E.T. The Extra-Terrestrial”, 1982), “2001: Uzay Yolu Macerası” (“2001: A Space Odyssey”, 1968) gibi göndermeleri boşuna yapmıyor. “Çilek” (2014) gibi bu konuda boş atışlar peşinde değil. Uçan dolmuş tanımını, kanatlanan bir taşıttan ziyade “SüperTürk”teki (2012) gerçekçi görsel efektlerle canlandırıyor. Dolmuşun hızlandığı anlarda, teröristin dakika verdiği bölümlerde devamlılık kurgusu bizi içine alabiliyor. Bu akıcılık, filme Amerikan spor komedilerindeki canlılığı katıyor.

        Buna bağlantılı olarak araba kovalamaca sahneleri etrafımızı sarıyor. Son bölümde üç ayrı taraftan anlatılan devasa sekans da iyi kurulmuş. Ama bu özen, dolmuşun içindeki balıkgözü ve geniş açılı objektiflerle aksiyonu besleyen montajın ötesine geçebiliyor mu? Örneğin diğer iç mekan sahnelerinde ışıklandırmada sıkıntılar ve belirgin bir başıboşluk var. Hastane ve belediye ofisi sanki çok üstünkörü halledilmiş. Bu durum terörist-dolmuş şoförü ilişkisinden destek alıp hız olgusunu besleyen dramatik dönüşlerle de sarılmıyor. Film, anlatısındaki özeni senaryoda gösteremiyor.

        FİLMİN NOTU: 4.5

        Künye:

        Yusuf & Yusuf

        Yönetmen: Ersoy Güler

        Oyuncular: Ali Sunal, Burak Satıbol, Oya Başar, Sinem Öztürk, Bülent Seyran

        Süre: 106 dk.

        Yapım yılı: 2014

        İSRAİL-FİLİSTİN ÇATIŞMASINA NEW YORK FONLU KOMEDİ

        “Nikahta Keramet Var Mı?”, bize de tesir etme ihtimali yüksek, Yahudi-Müslüman çatışması üzerine eğlenceli bir kültür farkları komedisi. New York’ta yaşayan biri İsrailli, diğeri Filistinli iki göçmenin ‘yeşil kart anlaşmalı evlilik’ ile yakınlaşmasını, doğru tespitlerden ve basit hikayeden ince bir mizah çıkararak anlamlandırıyor. Ghazi Albuliwi, ABD’de bağımsız film çeken kadın vatandaşı Cherien Dabis’ye erkek kardeş olarak geliyor.

        İsrail ile Filistin’in yıllara dayanan çekişmesini herkes bilir. Bununla ilgili sayısız film yapılmış, bu anlaşmazlığı perdeye yansıtmıştır. Yahudi-Müslüman uyumsuzluğundan bir sınır açmazına kadar birçok konuda genelde ‘dramatik’ eserler verilmiştir. Bunları saymaya kalksak bu paragraflar yeterli olmayabilir.

        KÜLTÜR FARKLARI KOMEDİSİNDE SEVİYEYİ YÜKSELTİYOR

        Ghazi-Bandar Albuliwi ikilisi “Nikahta Keramet Var Mı?”da (“Peace After Marriage”, 2013), bu meseleyi New York fonlu bir kültür farkları komedisine çeviriyor. İsrailli kadın Miki ile Filistinli erkek Arafat’ın anlaşmalı evliliğini merceğine alıyor. İşin içine tuhaf tepki veren aile bireylerinden kılık değiştirme mizahına kadar peşi sıra gelen olaylar giriyor. Haddini bilen süresiyle film dozu tutmuş bir tür filmi sunuyor.

        “Kalbinin Sesini Dinle” (“My Big Fat Greek Wedding”, 2002) “Le Boşanma” (“Le Divorce”, 2003) gibi başarısız örnekleriyle bildiğimiz alan, böylece nefes alma şansı yakalıyor. “İspanyol Pansiyonu” (“L’Auberge Espagnole”, 2002) gibi seviyeli bir işe dönüşüyor. Albuliwi, bir göçmen olarak Müslüman kökenini yargılama şansı yakalıyor. Filistin asıllı Amerikalı kadın yönetmen Cherien Dabis’nin son dönemde hem çekip, hem yazıp, hem de oynadığı, Arap göçmenlerin sorunlarını anlatan samimi ve iyimser Amerikan bağımsızlarını akla getiriyor.

        NEW YORK FONLU İZLE VE UNUT FİLMİ

        Kamera ve kurgu çok fazla öne çıkmadan, hikayeye, karakterlere ve zeki diyaloglara eşlik ediyor. Elde tutulan kamera asla kendini seyir sürecini baltalamaya adamıyor. Yeri geldiğinde geride, yeri geldiğinde önde durarak nasıl iş bitirileceğini biliyor. Müzik, öykünün önüne geçmiyor. Kurgu da dengeli hareket edip 1.85:1’de keyifli bir film çıkmasına alan açıyor.

        Özellikle Einat Tubi filmden bir kazanım olarak kalıyor. Türk ortak yapımı sürecinde ise aslında bizi de ilgilendiren bir omurga beliriyor. Türkiye’de bir İsrailli’nin benzer bir durumda kalabileceği akla geliyor. New York fonunda Bronx ile Manhattan arasında mekik dokuyan tiplemelerin doğru bir sosyolojik omurgayla nefes aldığı görülüyor. Ama filmin ‘izle ve unut filmi’ olduğunu idrak ederek bağrımıza basılması gerektiğini söylemeliyiz. Örneğin Mark Lucaj ve Valerie Lonigro gibi amatör Amerikalı oyuncuları fark etmemek çok zor…

        FİLMİN NOTU: 5.2

        Künye:

        Nikahta Keramet Var Mı? (Peace After Marriage)

        Yönetmen: Bandar Albuliwi, Ghazi Albuliwi

        Oyuncular: Ghazi Albuliwi, Einat Tubi, Mark Lucaj, Hiam Abbass, Valerie Lonigro

        Süre: 86 dk.

        Yapım yılı: 2013

        ‘İNSANLARI SEYREDEN GÜVERCİN’İ DÜN YAZMIŞTIM

        İsveçli deneyimli yönetmen Roy Andersson’un “İkinci Kattan Şarkılar” ve “Siz, Yaşayanlar” ile başlayan üçlemesini sonlandırdığı “İnsanları Seyreden Güvercin”, bu sene Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan Ödülü’ne ulaştı. Tesadüf değil. Zira izledikten sonra uzun süre ‘bu filmse diğerleri ne?’ diye sordurtan usta işi bir film karşımızdaki. Özgün ve tanımsız minimalist kimliğiyle hayranlık uyandıran Roy Andersson, başyapıtı “Siz, Yaşayanlar”dan yedi sene sonra burada da bir şahesere imza atıyor.

        Geçen hafta yaptığım ‘2014’ün en iyi 35 yabancı filmi’ listesine ikinci sıradan giren “İnsanları Seyreden Güvercin”i dün kaleme almıştım.

        FİLMİN NOTU: 9.2

        Künye:

        İnsanları Seyreden Güvercin (En Duva Satt På En Gren Och Funderade På Tillvaron)

        Yönetmen: Roy Andersson

        Oyuncular: Holger Andersson, Nils Westbloom, Charlotta Larsson, Viktor Gyllenberg, Ola Stensson

        Süre: 101 dk.

        Yapım yılı: 2014

        KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU

        Açlık Oyunları: Alaycı Kuş Bölüm 1 (The Hunger Games: Mockingjay - Part 1): 3.5

        Adalet (The Equalizer): 6.5

        Annabelle: 4.1

        Annemin Şarkısı: 3.6

        Asfalt Çiçekleri: 2.6

        Aşk ve Tutku (Miss Julie): 3

        Aşkın Halleri (The Disappearance of Eleanor Rigby: Them): 5.9

        Bire Bir: 3

        Birleşen Gönüller: 4.5

        Çakallarla Dans 3: Sıfır Sıkıntı: 3

        Çapkın Profesör (The Rewrite): 3.2

        Deliha: 2.2

        Deniz Seviyesi: 5.5

        Dönüş (The Turning): 5.5

        Evliya Çelebi: Ölümsüzlük Suyu: 5.5

        Exodus: Tanrılar ve Krallar (Exodus: Gods and Kings): 4.4

        Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku: 5.3

        Gece: 4.5

        Gece Vurgunu (Nightcrawler): 5.8

        Gittiler: Sair ve Mechul: 1.9

        Gizli Yüzler: 4.1

        Hadi İnşallah: 4.7

        Hobbit: Beş Ordunun Savaşı (The Hobbit: The Battle of The Five Armies): 6.5

        İncir Reçeli 2: 3.7

        Kanunun Ötesinde (A Walk Among the Tombstones): 3.5

        Karda Bir Beyaz Kuş (White Bird in a Blizzard): 7

        Karışık Kaset: 5.5

        Kesik (The Cut): 5.3

        Kırımlı: 6.1

        Kumun Tadı: 5.5

        Oflu Hoca’nın Şifresi: 3.8

        Olur Olur!: 5.5

        Ölüm Alfabesi (Ouija): 3

        Patrondan Kurtulma Sanatı 2 (Horrible Bosses 2): 3.2

        Rimolar ve Zimolar: Kasabada Barış: 4.5

        Salak ile Avanak Geri Dönüyor (Dumb and Dumber To): 6

        Seni Seviyorum Adamım: 2.5

        Serena: 6.5

        Sesime Gel: 4.2

        Sivas: 6.5

        Sivil: 1.5

        Şeflerin Savaşı (Comme Un Chef): 3.5

        Uzun Yol: 1.8

        Ümmü Sibyan: Zifir: 4.7

        Ve Perde (Sils Maria): 4

        Vay Başıma Gelenler 2.5: 2

        Yağmur: Kıyamet Çiçeği: 4

        Yıldızlararası (Interstellar): 4.5

        Not: Yıldızlar, 10 üzerinden verilmektedir.

        Diğer Yazılar