Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Berlin duvarının yıkılmasının arifesinde, tedirgin edici bir mekanda, evlilik, komünizm, şehir hayatı, aldatma ve kimlik arayışı üzerinden yürüyen melez bir eser. “Tiksinti”, “Hastanedeki Dehşet” ile “Bir Evlilikten Manzaralar”ı iç içe geçiren “Possession”, tartışmalarla anılmıştır. Ama rahatsız etme potansiyeliyle, paranoyak, esrarengiz, tekinsiz ve tuhaf bir yaratık filmi harikasıdır. Andrzej Zulawski’yi yeni kaybetmişken üstadın görmezden gelinen klasiğini incelemekte fayda var.

        Anna (Isabelle Adjani), casus kocası Mark’a (Sam Neill) boşanmak istediğini söyler. Kendisi bile bu durum karşısında alışılmışın dışında tepkiler vermeye başlar. Mark ise bu kararla şoka girer ve evden ayrılamaz. Ancak kısa sürede oğulları Bob’ın haklarını almak için çabalamaya başlar. Evden ayrılsa da yuvadan kopamaz. Bir gün oradayken Anna’nın sevgilisi Heinrich (Heinz Bennent) arar. Bunu eşine benzeyen doktor Helen’la konuşmak da izleyince gizemli anların ardı arkası kesilmeyecektir.

        Isabelle Adjani’nin kendini harap ettiği, Cannes Film Festivali’nde yuhalanan ve İngiltere’de video nasty döneminde sansürlenen film olarak nam salan, 1981 tarihli “Possession”, tüm bu tartışmaları hak ediyor. Buna paralel olarak psikolojik bir yaratık gerilimine dönüşürken fazlasıyla garip duygular uyandırmıştır. Zulawski’nin bilinçaltını temsil eden ülkesinin siyasi arka planı, burada ‘huzursuzluk’, ‘histeri’ ve ‘rahatsız edicilik’ etkisi yapmıştır.

        İşte beş maddede bir başyapıtın sırları

        1-Polonya Film Okulu etkisi çok açık

        Polonya’da 1950’lerin sonunda Lodz Film Okulu’nun belli bir jenerasyon oluşturduğu bilinir. 1958-1965 arasında Andrzej Wajda, Andrzej Munk, Jerzy Kawalerowicz, Wojciech Has, Roman Polanski gibi isimler ülkenin 2. Dünya Savaşı’nda çektiği acıları yansıtmıştır.

        Ama o sıralar başlayan komünist rejim de alttan alta eleştirilmiştir. Esasen bu kuşağın ülkenin adını uluslararası etkinliklerde duyurması önemlidir. Kısa sürede bir Demir Perde ya da Doğu Bloku bölgesinin kimliği açığa çıkmıştır.

        Sosyal gerçekçi ve anti-militarist filmlerin ağırlığını hissettirdiği bir süreç yaşanmıştı. Wajda’nın geleneği ve üçlemesi önemlidir. Bunlarla içli dışlı olup sonrasında başka ülkelere göç ederek veya etmeyerek evrensel temalarla bir sinema anlayışı oturtanlar ise daha fazla ciddiye alınmıştır. Skolimowski, Zulawski, Polanski ve Kieslowski en bariz örnekler.

        2-Bergman, Polanski ile Wajda’nın gelenekleri

        Andrzej Zulawski seks ile şiddeti, ilişki ile kanı huzursuz edici bir harmana malzeme ettiği dünya tanımıyla aslında en baştan dikkat çekici bir figür. Mucizevi ilk filmi “The Third Pard of the Night”ta (“Trzecia Czesc Nocy”, 1971), bir tecavüz olayının etrafına bakışıyla sanki “Köpekler” (“Straw Dogs”, 1971) ile “Kurtuluş”u (“Deliverance”, 1972) savaşın merkezinde canlandırmıştı. Ülkenin bilinçaltında, asker, zulüm, baskıcı rejim ve sansür korkusunu anti-militarist bir damara oturturken zorlanmamıştı.

        70’lerde Fransa’ya göç etmek zorunda kalan yönetmenin, aslında komünist rejimin sansürlediği 1972 tarihli ikinci filmi “The Devil” (“Diable”) ile çalışmalarına o zaman başlayıp 1988’de kerhen sonlandırabildiği 157 dakikalık bilimkurgusunu unutmak mümkün değildir. 1975’te orada çektiği “Önemli Olan Sevmek” (“L’Important C’est d’Aimer”), Romy Schneider’in başrol performansıyla cüretkar bir fotoğrafçı-porno oyuncusu aşkına uzanmıştır. 1981’de “Possession”ı çekmek ise bana kalırsa kendi zihnine istem dışı yerleşen bir atmosfere yol açıyor. Zulawski için Polonya’nın en cins, ayrıksı ve tuhaf sinemacısı desek yeridir.

        Dönemlerinde Werner Herzog, Lars Von Trier, Seijun Suzuki, Nagisa Oshima gibi isimlerin yol açtığı çatlak sesleri, tepkileri üzerine alan, gerçekçilik ve umut karşıtı bir dâhiydi o. “Posession”ın Cannes’da ana yarışmada yuhalandıktan sonra ödülü Wajda’nın geleneksel “Man of Iron”ına (“Czlowiek z Zelaza”, 1981) bırakması şaşırtıcı değil. Yönetmen de verdiği demeçlerde bunu olağan karşılaşıyor. Festivallerin ‘solcu’ durmayı gelenekselleştirdiği damarının onun filmlerine mesafeli yaklaşacağından haberdar…

        Bu sebeple de aslında kendisinin hem Orta-Doğu Avrupa’nın politik sorunlarını, hem ikiyüzlülükleri, hem sembolleri, hem de tekinsizlik duygusunu bir arada bulunduran sineması fazlaca katman açmaya müsait. Bir kere içine girince gerilmeden, rahatsız olmadan çıkamayacağınız evren geçmişteki acıları metaforik ve alegorik bir sinema dünyasına transfer ediyor. Bir tarafından Polanski’nin Apartman Üçlemesi’ni, bir tarafından Bergman’ın ilişki açılımını, bir tarafından Wajda’nın siyasi duyarlılığını, bir tarafından İtalyan Yeni Gerçekçiliği’ni hatırlatan etkileyici bir evrensellik taşıyor diyebiliriz. 75 yaşında henüz 13 uzun metraj çekmişken aramızdan ayrılan yönetmenin delilik hali için Zulawskiyen teriminden bahsedenler var.

        3-Şehrin kasveti üzerimize çöküyor

        “Possession”ı Berlin duvarının yamacındaki bir şehirde, Berlin semalarında çeken Zulawski’nin, özellikle renk paleti üzerine uğraştığı çok belirgin. ABD’de de çalışan Fransız görüntü yönetmeni Bruno Nuytten’den alınan koyu, griye kaykılan ve soğuk renkler perdede bir ‘kenar mahalle yaşayışı’ yaratıyor. Ya da “Roma Açık Şehir”in (“Roma Città Aperta”, 1945) kuşatılmış büyük şehir tanımını akla getiriyor. Aslında görsel yeti bununla sınırlı kalmıyor.

        Adjani ve Neill’ı özellikle seçmek delilik kat sayısını arttırıyor. Geniş açı objektiflerin izinde yükselen steadicam veya dolly kaydırmaları da dış veya iç mekanlara anlam katıyor. Atmosferin korkudaki değerini perçinliyor. Polonyalı müzisyen Andrzej Korzyński’den alınan tek bir gerilim dolu ezgi dahi korkutucu hale gelebiliyor.

        Adjani’nin ruh haline göre sıçramalı kurguları az ve öz kullanan yönetmen, genelde kamerayı elde tutup karakterlerin peşine yolluyor. Kaydırılan sallanan kamera ile yer değiştirebiliyor sadece. Geniş açı objektiflerden taviz verilmemesiyle adeta pastoral şehir görüntülerinin kirliliği, kasveti üzerimize çöküyor. Psikolojik açıdan boğuluyoruz. Komünizm Rusya’sından çıkan kimi eserlerle akrabalık kuruyoruz.

        Zulawski karakterlerinin bunalımlı psikolojisine önem veren bir Freud misali ilerliyor. Marx ile Freud, Kafka ile Le Carré arası açılımı korku gelenekleriyle örüyor. Filmin ilk yarısını izleyince karşınıza “Tiksinti”nin (“Repulsion”, 1965) daha az iç mekan tercih eden bir versiyonu çıkıyor. Apartmanların eskimişliği “Rosemary’nin Bebeği”nin (“Rosemary’s Baby”, 1968) şehir apartmanını fazlasıyla sakil hale getiriyor sanki.

        Bu da büyük oranda ajanlıktan dönen Mark ile bir şeyler saklayan Anna’nın gerçeklerini açığa çıkarmak için var. Sidney Lumet’in içine romans da döşenmiş Le Carré uyarlaması “Casus Kim” (“The Deadly Affair”, 1966) de akla geliyor. Mark’ın komünizm casusu olarak konumlanması, Anna’nın ise kötüyü araması kimlik arayışı temasını devreye sokuyor. Yahudi-Hıristiyan, Rusya-Polonya çatışmasında taraflar belirleniyor.

        4-Siyasi ve body-horror eğilimli bir yaratık tanımı

        İkinci bir Anna başka bir isimle ve sarışın olarak çıkınca ise (Helen, Bob’un öğretmeni) biraz “Arzunun Şu Karanlık Nesnesi”nin (“Cet Obscur Objet du Désir”, 1977) Bunuel açılımına uğruyoruz. ‘Doppelganger’ (çiftgezer) terimi devreye giriyor. Orada eve gelen adamın, bir anda Carole Bouquet’nin yerine sevgilisi Conchita’yı Angela Molina canlandırırken bulabilmesine benzer bir kuşkuya kapılıyoruz. “Ölüm Korkusu”ndaki (“Vertigo”, 1958) antolojik lookalike gerilimine malzeme olan Kim Novak’a kadar da götürülebilir bu.

        Aslında bu durum büyük oranda kenar mahallede tutulan apartmanla, evlilik ve çocuktan koparak doyumsuzluğunu üzerinden atmak isteyen Anna’nın kimlik arayışının son noktası anlamına geliyor. Sam Neill’in de benzer bir ruh ikizini görme şoku yaşaması normal…

        David Lynch’in “Kayıp Otoban”ında (“Lost Highway”, 1997) da tanıklık ettiğimiz, ancak buradaki gibi korkuya yanaşmadığını bildiğimiz numara, esmer ve sarışın Adjani arasında tıkanmamızı, nefessiz kalmamızı sağlıyor.

        Neill’ın yavaş yavaş bir şeyleri aydınlatma çabası da casusluğun sanki evlilik ajanlığına kaymasını sağlıyor. Paranoyayı takip eden bir karakterin Anna’yı yakalayamadan, dramatik çatışma yaşayamadan merdivenleri çıkması da manidar.

        Zulawski özellikle belirgin bir paranoyayı öyküye enjekte ederken, ‘belirsizlik’ten ziyade kopup gitmelerle uğraşır hale geliyor. Telefonun ucundaki ‘ben Anna ile beraberim’ sesinin kağıt üstünde Heinrich’e denk gelirken, aslında erkek cinsel organı ve ahtapot görünümlü bir yaratığa ait olduğunun düşündürülmesi de önemli. Metres olarak yaratılan yaratık, bütün baskıcı rejimlerin kapkaranlık bir dışavurumu gibi.

        Zira baştan itibaren geniş açı objektiflerden karakterlerin arasında soğukluğu, yatağa girdiklerinde bile sevişmediklerini gördüğümüz süreç gittikçe daha da dallanıp budaklanıyor. Büyük oranda o ‘cinsel fantezilere açık dev bir sülüğü andıran siyah yaratık’ bir anlam teşkil eder hale geliyor. Durup dururken kusmaya, garip tepkiler vermeye başlayan Anna da birbirini öldürmek, birbiriyle cinsel iletişim kurmak isteyen karakterlerin göstergebilimsel karşılığına dönüşüyor.

        Sanki kimlik arayışı çeken ve bir gaz odasına hapsedilen Anna, o siyah güce uymak durumunda bırakılıyor. Evlilikteki tutkulu yasak ilişkinin, komünizmdeki diktatör rejimin ve 2. Dünya Savaşı’ndaki faşizmin, yaratık filmlerindeki canavar olarak canlandırıldığı görülebiliyor. Yaratığın bakış açısından Anna’nın yattığı erkeklerden birinin devreye girmesi de manidar.

        “Possession”, “Fiend Without a Face” (1958), “Yaratık” (“Alien”, 1979), “Hastanedeki Dehşet” (“The Brood”, 1979) gibi filmleri de kökenine alan bir yaratık filmi. Bunlardan sonuncusunun ‘body-horror’ eylemine yakın duruyor, onu takip ediyor. Şeytan filmlerinde kullanılan ‘possession’ kelimesini, klişe ‘şeytan çarpma’ motifini ise tersyüz ediyor. Ama esasen politik açılımlarıyla dikkat çekiyor. Finaldeki kimlik değişimi, seks ve cinayet adına herkesin zıvanadan çıkıp felsefi damarın sağlamlaşmasına yol açıyor.

        5-Takipçileri

        Yıllarca saklı bir kült olarak kaldı. Bu sebeple izini bulmak fazla kolay değil. Ama Guillermo Del Toro külliyatından özellikle “Cronos” (1993), “Tehlikeli Yaratıklar” (“Mimic”, 1997) ve “Şeytanın Belkemiği” (“El Espinazo Del Diablo”, 2001) akla geliyor. “Der Nachtmahr”daki (2015) uyuşturucu komasına sokan taraf olmasa da ana yapı ve yaratığa yaklaşım da buradan alınmıştır. Gaspar Noé’nin kafa yapısı ise kariyerinin büyük kısmını Fransa’da geçiren Zulawski’yle benzerdir.

        Nereden bulabiliriz?

        Türkiye’de DVD’si çıkmayan filmi, İngilizce altyazı izlemek isteyenler amazon.com ve amazon.co.uk’e başvurabilir.

        Kimlik:

        Possession

        Yapım yılı: 1982

        Yönetmen: Andrzej Zulawski

        Oyuncular: Isabelle Adjani, Sam Neill, Margit Carstensen, Heinz Bennent

        Senaryo: Andrzej Zulawski, Frederic Tuten

        Önemli Ödüller: Cannes Film Festivali’1981: En İyi Kadın Oyuncu - Isabelle Adjani, César’81: En İyi Kadın Oyuncu - Isabelle Adjani

        Önemli Ödül Adaylıkları: Cannes Film Festivali’1981

        Diğer Yazılar