Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        17 ARALIK FİLMLERİ

        ‘Anadolu’da petrol çıkıyor’ ve ‘2. Abdülhamit’in saklı sandığının gizemi’ fikirleri; sıkı bir politik-gerilim, polisiye, macera ya da casusluk gerilimi ile karşılaşacağımıza dair ümitlerimizi güçlendiriyor doğrusunu söylemek gerekirse. Ancak “Sultanın Sırrı”, sinemamıza Mahsun Kırmızıgül’ün soktuğu ‘Hollywood’ usulü dokuyu hissettirdiği yerlerinde keyif verse de genel anlamda türsel bilinçsizlik, üslupsal kafa karışıklığı ve gizem kuramama dezavantajlarının altında eziliyor. Yine de ‘“Kurtlar Vadisi: Irak”, “Miras” gibilerini görmüş adamız’ diyenler için bu dala tutunmak doğru bir düşünce olabilir.

        “Syriana”yı (2005) hatırlatan bir çatışma sahnesi, akıllara “Da Vinci Sırrı”ndaki (“The Da Vinci Code”, 2006) kilise aforozunu getiren bir kamçılama sekansı ve daha nice Hollywood işi kısım sayılabilir “Sultanın Sırrı”nı izler iken. Ancak dizi arka planlı yönetmen Hakan Şahin, bunları aynı üslup içinde birleştirme konusunda bir hayli sıkıntı çekmiş bu ilk filminde.

        Türsel ve üslupsal sorunlar sebebiyle dağınık duruyor

        Bunun ana sebebini bilemeyeceğiz. Ancak “Sultanın Sırrı” genel anlamda bakınca polisiye, ajan filmi, politik-gerilim, aksiyon, macera, casusluk gerilimi gibi türlere yakınlığıyla anılabilecek bir eser. Tabii 102 dakikasını izler iken bu türlere hakim olmayan halini görünce polis ve ajan yaratma konusunda da kimi sıkıntılara gark olduğuna tanıklık etmek mümkün. Bu sebeple de en kısa tanımıyla hem üslup sıkıntısından, hem de türsel bilinçsizlikten mustarip bir eserle yüzleşmek durumunda kalıyoruz.

        Ancak her şeye rağmen belli sahnelerde kurgu ve görüntü yönetimini iyi birleştiren Hakan Şahin, başlarda Peter Berg ve Michael Mann ile suç filmlerine giren el kamerasını öne çıkaran anlatıdan sonuç almış, ortalarda uzun plan odaklı üslubu zaman zaman devreye sokmuş, geri kalan bölümlerde ise Spielberg’den gelen klasik Amerikan sinemasının çekirdek gramerini filminin içine yerleştirmiş.

        Yerebatan Sarnıcı’ndaki kısımlar tempo ve gizem olgusunu düşürüyor

        Fakat ne hikmetse bunların polis karakolu, Ortadoğu, Yerebatan Sarnıcı derken bir noktada birleşemeyip dağınık bir hikaye anlatma geleneğine yol açtıkları söylenebilir. Bunun devamında da özellikle Yerebatan Sarnıcı’ndaki bölümlerin neredeyse hiç kurgu müdahalesi olmadan karşımıza getirilmesi, tempoyu düşürürken, aynı zamanda ilgiyle takip ettiğimiz gizemden de bizi uzaklaştırıyor.

        Lafın özü bir süre sinemaskop formatında ve yüksek prodüksiyon kalitesiyle izlemekten keyif alınan yapıt, özellikle ikinci yarısında gizemini ve temposunu kaybedince irtifa kaybediyor. Bu noktada da belli ki projenin Avrupa Kültür Başkenti fonundan alınan para ile çekilip kısa süreye sıkıştırılması sorunu baş göstermiş. Duyduğumuza göre etrafta bu tarz projeler genelde en fazla 7-8 aylık zamana tabi tutuluyor.

        Yabancı uyruklu oyuncular bir ucuzluk hissiyatı yaratmış

        “Sultanın Sırrı” da 2. Abdülhamit’in içinde ne olduğu bilinmeyen sandığının gizemini aralayan ve petrol ticaretinin Türkiye’nin doğusunda da olabileceğini anlatan macera dolu ve tansiyonu yüksek bir filme dönüşebilecekken yarı yolda tökezleyip uçurumdan aşağı yuvarlanmış.

        Tabii bunda bir başka sebep de Marc Dacascos ve Emmauel Bettencourt gibi ikinci sınıf oyuncuların hikayeye doğrudan müdahil olmaları. Öyle ki onların Sinan Albayrak ve Zeynep Beşerler’in polis karakterlerin öyküleri anlatılırken devreye giren en azından tansiyon duygusunu bir anda yıkmaya yaradıkları söylenebilir.

        Bu sebeple de bu isimlerin sadece birkaç dövüş sahnesindeki becerileriyle bir gıdım görsel zevk aşılayabiliyoruz. Genel çerçevede ise TV kalitesindeki işlerin aranan ismi Dacascos ile figüranlıktan öteye gitmesi mümkün görünmeyen Emmanuel Bettencourt’un garip oyuncularına tanıklık ediyoruz.

        Avrupa Kültür Başkenti dayatması olmasa amacına ulaşabilirmiş

        Film de bütün inandırıcılık ve profesyonelliğini bir kenara bırakıp kaderine teslim olmak zorunda kalıyor. Bizim vasat oyuncularımızı Amerikan ajanı yapsalarmış en azından daha samimi bir yerlere gidilebilirmiş uzun lafın kısası.

        Tabii bu projenin tamamına erememesinin ana sebebi Avrupa Kültür Başkenti fonunun sıkıştırıcı tutumu olmuş belli ki. Bu sebeple de ‘Fazla söze ne hacet’ deyip aradan çekilelim. Zira dramatik yapı tam anlamıyla zedelenip aradaki boşlukların anlamları yerine ulaşamazken neredeyse ‘son’suz bir filmle yüzleşiyoruz burada. Hedefi doğrultusunda en azından başını ve sonunu bilmemiz gerekmez miydi oysa ki?

        FİLMİN NOTU: 3.8

        Künye:

        Sultanın Sırrı

        Yönetmen: Hakan Şahin

        Oyuncular: Sinan Albayrak, Mark Dacascos, Zeynep Beşerler, Emmanuel Bettencourt, Şerif Sezer

        Süre: 102 dk.

        Yapım Yılı: 2010

        DAVID LYNCH DEHLİZLERİNE ‘GENÇLİK’ AŞISI

        Bilgisayar oyunu estetiğinin üzerine giden filmler, interaktif dünyada kaybolan gençleri ele alan gençlik filmleri ile David Lynch’in iki hikayeli kara film modelini iç içe geçirmeye çabalayan bir eser. “Karanlık Cennet”, Gilles Marchand’ın ilk yönetmenlik denemesinde adeta “Donnie Darko”vari bir şeyin peşinde koşmasına sebep oluyor. Belki belli anlarında yüksek sinema zevki aşılıyor. Ancak genel anlamda yapmak istediğini tamamına erdirdiği söylenemez bu eser için.

        Gilles Marchand ismi aslında ilk bakışta çok da tanıdık gelmiyor. Ancak Fransız sinemasının son 10 yılında çıkış yapan Dominik Moll, Laurent Cantet, Cedric Kahn gibi isimlerin ortak senaristliğini yapan şahıs olduğunu öğrenince belli bir ilgi uyandırmaması zor. İkinci yönetmenlik denemesini verdiği “Karanlık Cennet” (“L’Autre Monde”, 2009) ile Moll ve Kahn’ın David Lynch etkisindeki ‘gizem’ dolu kara film (ya da mystery-noir adıyla özetlenebilir) dünyalarını gençlik aşısına tabi tutması da şaşırtıcı değil.

        “Donnie Darko” ile akraba, “Kuzey Faresi”nin altında

        Aslında sonucun Moll’un “Kuzey Faresi” (“Lemming”, 2005) kadar çarpıcı olduğunu söyleyemeyiz. Ancak Marchand’ın burada gençlik filminde daha önce yapılmamış bir şeylerin izini sürerken gizem duygusunu ayakta tutup türe hakim bir bakış salgıladığı gerçeğini de kabul etmek mümkün.

        Daha önce Richard Kelly bu formatı “Donnie Darko” (2001) ile daha uçuk bir yere getiriyordu bildiğiniz gibi. Burada ise en kısa tanımıyla bir bilgisayar oyununun oyuncusu olan ana karakterin, o dünyada tanıştığı sarışın kız ile kendi sevgilisi olan esmer kız arasında gidip gelmesi esas mesele.

        Bu durumdan da Lynch’in “Kayıp Otoban” (“Lost Highway”, 1997) ve “Mulholland Çıkmazı”nda (“Mulholland Dr.”, 2001) daha hakim kullandığı ‘biri saf, diğeri dolandırıcı esmer ve sarışın femme fatale tiplemelerinin aynı karaktere tekabül etmesi’ motifi devreye giriyor ister istemez. Yönetmenin özellikle ışık oyunlarını ve karanlığı çok iyi kullanması, özellikle ilk yarıdaki ‘tipik Fransız’ havasını rafa kaldırıp interaktif dünya ile gerçek dünya arasında kalan garip bir gizem duygusuyla perdeye odaklanmamızı sağlıyor.

        Üç hakim formülden yeni bir şey çıkarmaya çalışmış

        Aslında bu durumun ne “Koş Lola Koş” (“Lola Rentt”, 1998), “Thomas Aşık” (“Thomas Est Amoureux”, 2000), “Ben X” (2008), “Ölüm Oyunu” (“Battle Royale”, 2000) gibi bilgisayar oyunu estetiği aşılayarak ana karakterin öznel dünyasına odaklandığı, ne “Lilly Chou-Chou Hakkında Her Şey” (“Riri Shushu no subete”, 2001)i “Okul Çıkışı” (“Afterschool”, 2008) örneklerinde olduğu gibi interaktif dünyanın sarsıcı etkilerine giriş yaptığı, ne de Lynch’in iki hikayeli film modelini yüzde yüz anlamda yansıttığı söylenebilir.

        Sadece burada ortaya çıkan iskeletin bu sözünü ettiğimiz üç formülden de yanına kar kalacak şeyleri ödünç alarak yoluna devam ettiğini iddia etmek doğru olacaktır. Bu doğrultuda ilerleyince de zorla kullanılan sarışın kız, ‘cennet köleliği’ meselesi, bekaret sorunsalı, gölge oyunları, snuff video konusu gibi şeyler parça parça zekice yerleştirilmiş “Karanlık Cennet”in yapısına.

        Dikkate alınması gereken genç bir yönetmen

        Bilgisayar oyununun yapmacık hali ile gerçek dünyanın samimiyet duygusu da bir hayli yerinde doğrusunu söylemek gerekirse. Ancak Marchand’ın özellikle ilk 45 dakikada bu sub-noir dokusuna yol alırkenki gramersiz Fransız filmi eğilimi birazcık dokuya zarar veriyor. Gizemi ve sistemsel problemleri arka plana itiyor. Snuff videonun ‘hafif şiddetli’ halini rafa kaldırınca yaratılmak istenen etki yerine gelmiyor.

        Bu durum sonradan toparlansa da filmin sadece ilgiyle tüketilip belli anlarıyla akıllarda kalmasına yol açıyor. Buna bilgisayar oyunu çeteciliği meselesinin derinine inilmemesi de eklenince beslenilen yan öykülerden bir kısmı hikayenin içine doğrudan dahil olamıyor.

        Buna karşın izlenebilir, keyifle tüketilen, Lynchesk ve interaktif bir kara film ile yüzleşiyoruz. Örneklerini çok görsek de daha acemi uygulamalarına tanıklık ettiğimizden Marchand’ın filmografisini dikkate almak gerek derim. Dario Argento’nun filmlerinin Goblins ezgilerini andıran müzik skalası da tabii bu sinefil bakış açısının parçalarından biri onu da unutmayalım.

        FİLMİN NOTU: 5.5

        Künye:

        Karanlık Cennet (L’Autre Monde)

        Yönetmen: Gilles Marchand

        Oyuncular: Grégoire Leprince-Rinquet, Louise Bourgoin, Melvil Poupad, Pauline Etienne, Pierre Niney

        Süre: 105 dk.

        Yapım Yılı: 2010

        ‘VAY ARKADAŞ’ DİYEMEMEK

        Kemal Uzun’un “Vay Arkadaş” ile kültürümüze yönetmenlik ve senaryo becerisiyle taşıdığı kara komedi formülü, “Çakallarla Dans”ta Murat Şeker’in eline geçmiş. ‘Türk işi’ olmayı kafaya takmış Şeker de ulusal bir halı saha liginin altında yatan bahis çetesinin vukuatlarını araştırıyor. Ancak kurgusundan görüntü yönetimine, müzik kullanımından efektlerine kadar tam bir görüntü erozyonu ile karşı karşıya kalıyoruz burada. Bunun da sebebi Şeker’in popüler sinemanın hikaye anlatma sanatı olduğunu bilmemesi ve filmini ‘Yılmaz Erdoğan-Şahan Gökbakar skeçleri’ seviyesinde kurması.

        Amerikalı bir eleştirmene ‘Her sene film çeken bir yönetmen var. Filmlerinin gişe rakamları da 200.000 kişinin üzerinde sürekli. Popüler kültürle arası iyi. Komedi çekmeyi de seviyor’ desek herhalde en azından Dennis Dugan, Adam McKay gibi Hollywood’un işçi tür yönetmenleri gibi sinema dilini bildiğini düşünecektir bu kişinin. Komedi konusunda sıkıntıları olsa da ‘izletir’ diye yorumda bulunacaktır orası kesin.

        Kara komedi izleğinden skeç galerisi çıkarmak beceri ister

        Ancak nedendir bilinmez Murat Şeker, iş romantik-komedi çekmek olduğunda sinema diline hakim, kara komedi ve durum komedisi olduğunda ise acemi yönetmenlik yaklaşımlarıyla çıkageliyor. Öyle ki “Aşk Tutulması” (2008) ve “Aşk Geliyorum Demez” (2009) ile Amerikan popüler sinemasının dilini yakalayabilecek bir seviyeye ulaşan yönetmen, ülkemizde yapılması en zor olan komedi alanına, kara komediye girmek gibi bir gafletle bulunuyor sürekli. Bunu bir ‘Tarantino’ hayranlığına bağlayabiliriz belki.

        Ancak “2 Süper Film Birden”den (2006) sonra “Çakallarla Dans” (2010) da yönetmenlik gafletleriyle sınıfta kalan bir eser. Herhalde kara komedi yoluyla gelen sistemin sıkıştırdığı karakterlerden (Bunları Guy Ritchie, Quentin Tarantino ve Danny Boyle gibi yönetmenlerin belli dönemlerinde görürüz) skeç galerisi kıvamında bir sinema filmi çıkarmak büyük beceri ister.

        Murat Şeker ise burada onu başarıyor. Eleştirelim mi, takdir mi edelim bilemeyeceğiz. Ancak her iki durumda da ‘görüntü erosyonu’ndan öteye gitmeyen bir 100 dakika ile yüzleştiğimizi gerçeği değişmeyecek.

        Futbol ve sinema adına ilginç detaylar barındırıyor

        Aslında Del Piyero lakaplı karakterden tutun Gattuso esprisine kadar ‘futbol ve sinema’ adına malzeme veren bir yapıt bu. Özündeki ‘futboldaki bahis mafyasının halı saha ligine uyarlanmış hali’ fikri de ulusal alana uygun bir mesele. Birazcık “Yakartop” (“Dodgeball”, 2004), “Rocknrolla” (2008) ve “Kirli Para” (“Two for the Money”, 2005) koksa da bizim kültürümüze yerleştirilerek başarıya ulaştırılabilirmiş.

        Ancak gelin görün ki Şeker, Şevket Çoruh, Murat Akkoyunlu, İlker Ayrık, Timur Acar gibi oyuncuların oynadığı birbiriyle bağlantısı olmayan skeçler üzerine kurmuş yapısını. Popüler sinemanın bir hikaye anlatma sanatı olduğunu unutmuş. Aynen Yılmaz Erdoğan filmlerinde ve Şahan Gökbakar’ın birinci ile üçüncü ‘Recep İvedik’ filmlerinde olduğu gibi.

        Romantik-komedi alanına geri dönmesi şart

        Üstüne üstlük yan hikayeleri iç içe bağlamaya çalışınca da son derece trajik sonuçlar ortaya çıkmış, kurgu ve müzik kullanımı konusunda tökezlemiş ve mizah dokusunu derinlere hapsetmiş.

        Bu sebeple de Şeker belki bir Quentin Tarantino hayranı olabilir. Ancak kara komedinin zor zanaat olduğu ve hep aynı küfür ile espri yaratma anlayışının ters tepme şansının yükseklerde seyrettiği konusunda uyarılması şart. Bu sebeple samimi ve yerel romantik-komedilerine dönüp Yeşilçam dokusunu oradan günümüze uyarlamasını önereceğiz. Öyle ki Türkçe, Fransızca ve İngilizce müzikleri üst üste yerleştirmekle iş bitmiyor.

        FİLMİN NOTU: 2.2

        Künye:

        Çakallarla Dans

        Yönetmen: Murat Şeker

        Oyuncular: Şevket Çoruh, İlker Ayrık, Murat Akkoyunlu, Didem Balçın, Timur Acar, Tuba Ünsal, Sera Tokdemir, Sümer Tilmaç, Bülent Ortaçgil, Hakan Bilgin, Cengiz Küçükayvaz

        Süre: 107 dk.

        Yapım Yılı: 2010

        BEKAR VE ÇOCUKLU

        Evlilk konusunu ‘Bir bebeğe bakmak durumunda kalan iki eski aşık’ cümlesi üzerinden incelemeyi hedefleyen bir durum komedisi. “Başımıza Gelenler!”in en büyük zaafı da bu noktada Woody Allen filmlerini andıracak kadar derinlikli senaryosunu belli tempo, derinlik ve mesaj sorunları yaşayan bir sinema filmine hapsetmesi. Yine de yola çıktığı durumu sulandırmaması ve soğukkanlılığını korumasıyla, romantizm soslu vasat bir tür denemesi olduğu söylenebilir.

        İlk bakışta Katherine Heigl ve Josh Duhamel isimlerinin üzerine kurulu, çok da birinci sınıf olmayan kadrosuyla katıksız bir romantik-komedinin içinde olacağımızı öngörmemize yol açan bir proje bu. Ancak “Başımıza Gelenler” (“Life as We Know It”) aslında hiç de göründüğü gibi bir film değil. Daha çok evlilik üzerine düşünce egzersizi yapmamızı isteyen felsefik bir durum komedisi olarak görülebilir.

        Bir eve hapsolmak aşkların en güzeli

        Bu açıdan bakınca da Ian Deitchman ile Kristin Rusk Robinson’ın senaryoları daha çok Woody Allen gibi kimlik sahibi bir yönetmene uygun olabilirmiş. Burada ise Greg Berlanti gibi ilk filmini çeken bir yönetmenin elinde birazcık etkisini kaybedip ‘kendini iyi hisset’ moduna girmiş doğrusunu söylemek gerekirse.

        Aslında son yılların en iyi romantik-komedilerinden “Ayrılık”ı (“The Break-up”, 2006) hatırlatan bir fikirden yola çıkıyor bu yapıt. Ana sorunsalı ynı ev içinde yaşamaya mecbur kalan iki yakın arkadaşın, Holly ve Eric’in birbirlerine yakınlaşıp yakınlaşmayacakları meselesi.

        Bu durumu da vefat ettikten sonra bebeklerini Eric ve Holly’e bırakan arkadaşları yaratıyor aslında. Öyle ki vasiyetlerinde ‘Bir şartımız var o da aynı evde yaşayacaksınız’ yazıyor. Bu doğrultuda da “Başımıza Gelenler”, oluşan bu durumun izinde mizahi yollar ararken, zaman zaman derin felsefe de yapıyor.

        Bağımsız ruhlu gişe projesi

        Ancak bir türlü Berlanti gibi sektöre acemi bir yönetmenin altından kalkabildiği bir sinema filmine dönüşmeyi beceremiyor. Bu sebeple de kimi zaman temposunu ve anlatı hissiyatını kaybediyor.

        Yine de bu birbirinden nefret eden ikilinin ‘kutsal aile ocağı’ evi adeta bir ‘yasak ilişki mekanı’na çevirmeleriyle verdiği mesajlar yerinde. ‘Kendini iyi hisset’ sonu da aslında bu Amerikan ana akım bakışının evlilik yanlısı modunu harekete geçiriyor ve “Başımıza Gelenler”i bir gişe projesi yapıyor. Halbuki proje bazında bakınca bağımsız ruhun bilinmesiyle birlikte o noktadan hareketle daha çarpıcı sonuçlar alınabileceğini gözlemlemek mümkün.

        FİLMİN NOTU: 4

        Künye:

        Başımıza Gelenler (Life as We Know It)

        Yönetmen: Greg Berlanti

        Oyuncular: Katherine Heigl, Josh Duhamel, Josh Lucas, Christina Hendricks, Jessica St. Clair, Alexis Clagett, Hayes McArthur

        Süre: 114 dk.

        Yapım Yılı: 2010

        İZLE, TÜKET, YAK

        “Ateşle Oynayan Kız”, özündeki sistem ve toplumsal yozlaşma odaklı temalarıyla dikkat çeken Millenium üçlemesinin ikinci kitabının uyarlaması. İlk filmde olduğu gibi yine minidizi havasında seyreden 130 dakikalık bir eser. Seri katil filminin ikinci ayağı. Ancak bu sefer ‘Katil kim?’ meselesine odaklanmaktan ziyade sosyal konulara el atmak istemesi ve cinsel anlamda cesur sulara yelken açması, ilk ayağına göre biraz daha izlenir ve iki boyutlu durmasına yol açıyor eldeki eserin.

        Stieg Larsson’un çok satan roman serisi Milennium üçlemesinin ikinci uyarlamasında yine ilkinden çok da farklı bir sonuç yok ortada. ‘Minidizi sürecinin beşer bölümünden sinema filmleri çıkaralım’ şeklinde devam eden seri, burada da süresi yaklaşık olarak 130 dakikayı bulan bir yapıt armağan ediyor bizlere. Elbette izlemesi zaman zaman keyifli, sarsıcı alt metinlerine girmek de sinefil zevki aşılıyor, ancak sonuç yine aynı: ‘Fincher’ınkini beklemek lazım.’.

        İlk filmdeki birkaç eksiğinden sıyrılmış

        Neyse ki David Fincher imzalı, Rooney Mara’nın seri katil Lisbeth’i canlandırdığı Amerikan yeniden çevrimi için süre azaldı. Aralık 2011’de onu izleyebileceğiz. Elbette Nisan ayında İsveç uyarlamalarının son halkasını da tabiri caizse tükettikten sonra... Peki “Ateşte Oynayan Kız” (“Flickan som lekte med elden”, 2009), üçlemenin içinde nasıl bir yere oturuyor?

        Aslında Daniel Alfredson burada ilk filmdeki iki-üç şeyden vazgeçmiş. Bunlardan birincisi sinemaskop formatı, ikincisi ise saklanan cinsel içerik (yozlaşma da denebilir). Ama doğrusunu söylemek gerekirse; bunların her ikisinin de gerçek anlamda olumlu veya olumsuz etki yaptığını söylemek zor.

        Dövmeli kızın nasıl ateşle oynar hale geldiğini öğrenmek için birebir!

        Sadece burada seri katil olduğunu bildiğimiz Lisbeth’in adına cinayetler işleyen bir katilin izinin sürülmesi ve bunun niye böyle bir sonuç verdiğinin incelenmesiyle birazcık alt metinler derinleşiyor. Bu durumun da aile yapısının içindeki yozlaşmaya dikkat çekip toplumsal eleştiriye yönelmesi önemli. Özellikle seri katil ile özdeşleşmemizi sağlamasının, o karakterin lezbiyen ilişkiye girdiği bir konseptin içinde manidar olduğunu söyleyebiliriz.

        Yani tam Fincher’a göre bir suçlu Lisbeth, her yönüyle. Burada ise böylesi alt metinler ve izlenirlik ile ‘izle tüket yak’ tabirini hak eden bir seri katil filmiyle yüzleşiyoruz. Polisiyenin içinde açılarıyla, atmosferiyle veya gizemiyle çığır açmaktan ziyade bildik gayeleri uygulayıp sarı tonlu bir minidizi kıvamında sadede varmak istiyor. Hayranlarını tatmin ederken dövmeli kızın ateşle nasıl oynar hale geldiğini öğrenmek için de birebir!

        FİLMİN NOTU: 5.2

        Künye:

        Ateşle Oynayan Kız (Flickan som lekte med elden)

        Yönetmen: Daniel Alfredson

        Oyuncular: Noomi Rapace, Michael Nyqvist, Lena Endre, Sofia Ledarp, Peter Andersson, Michalis Koutsogiannakis

        Süre: 129 dk.

        Yapım Yılı: 2009

        TARLABAŞI’NDAN ALT KÜLTÜR MANZARALARI

        Sinema bilincini hissedebildiğimiz bir yönetmeni olsa da, birazcık egosantrik bir bakış açısıyla zor sahneleri çekme arzusunun altında kalkamayınca başarıya ulaşamıyor “Teslimiyet”. Emre Yalgın’ın ilk filminde Tarlabaşı’ndaki travestilerin hikayesinden bir katil aşıklar filmi konsepti çıkarmak istemesi takdir etmeliyiz. Ancak bunun devamında seks ve tecavüz sahnesi gibi zor şeylere ulaşmayı denemesi, buradaki ‘yalnızlık’ temasını kavrayan minimalist ve mesafeli dokuya zarar veriyor ister istemez.

        İstanbul’un arka sokaklarına ya da dışlanan semtlerine girince bir hikaye yoğunluğu yaşamak mümkün Türk sineması için. Bunun son yıllarda “40” (2009), “Başka Semtin Çocukları” (2008), “Kara Köpekler Havlarken” (2009) gibi kimi başarılı ve başarısız eserlerle perdeye yansıtıldığına da tanıklık ettik.

        Elbette kamera arkasında bir Pedro Almodovar yok

        Emre Yalgın ise ilk filminde Beyoğlu’nun Tarlabaşı bölgesindeki travestilerin yaşamına girmeyi seçmiş. Bu son derece cesur bir tercih aslında ve her yönüyle takdir edilmeyi hak ediyor. Ancak elbette burada Pedro Almodovar gibi kendini kanıtlamış bir yönetmen yok.

        Bu sebeple de bu takdir kısmını abartmadan Yalgın’ın sinemasını tasvir etmek daha doğru olacaktır. Yönetmen, burada drama gibi başlayan ama kaçış hikayesine dönüşen bir katil aşıklar filmi çekmek için kolları sıvamış.

        Alt kültürü ele alma cesareti alkışlanmalı

        Bu filmlerin bildik ‘erkek-kadın’ ikilisini de ‘travesti-erkek’ olarak değiştirmiş. Ancak bu durum karşısında kimi minimalist çerçevelerinden sonuç almasına ve dramatik duyguyu yaratabilse de nihai sonuçta sinema filminin ihtiyacı olan o bütünle yüzleşmemizi engelliyor.

        Bunun da ana sebebi, seks ve tecavüz gibi zor sahneleri ‘ille de çekeceğim’ güdüsüyle hareket edip seyiriciyi biraz olsun yabancılaştırması. Ancak her şeye rağmen cesareti ve çerçeve yaratma güdüsüyle daha doğru projelerde sonuç alabilir Emre Yalgın. Bağımsız sinemanın içinde böylesi yüzlere ihtiyaç var öyle ki...

        FİLMİN NOTU: 3.3

        Künye:

        Teslimiyet

        Yönetmen: Emre Yalgın

        Oyuncular: Görkem Arslan, Didem Soylu, Seyhan Arman

        Süre: 90 dk.

        Yapım Yılı: 2009

        MASALSI BİR INDIANA JONES

        İsmine bakınca ‘Bir İstanbul Masalı’nın sinema versiyonunu mu çekmişler?’ diye düşünebilirsiniz. Ancak durum ondan daha da trajik maalesef. Filmi tüketince ‘keşke öyle olsaydı’ demeniz olasılıklar dahilinde. Zira burada Kız Kulesi’nin altında hazine arayan ulusal bir Indiana Jones, onun aşkları, padişahlık yönetimi ve şaklabanlıklar derken ciddi anlamda yapay ve kitsch (bayağı) bir efekt patlaması da akıyor arka planda. ‘Son Osmanlı: Yandım Ali’deki gibi bir çizgi roman dokusu mevcut mu peki?’ derseniz ‘İsmail Eren’in bu konuda da bir duruşu yok’ cevabını verebiliriz. ‘Bastır abartılı komediyi, bastır abartılı komediyi’ görüşünden buna fırsat bulamamış belli ki...

        “Şenlikname: Bir İstanbul Masalı”nı bir tarih albümünün estetiğini yapmak isteyen, fikir olarak yaratıcı ama sonuç anlamında ‘kitsch’ (bayağılık estetiği) bir sinema eseri olarak tanımlayabiliriz. Aslında bu açıdan Mustafa Şevki Doğan’ın “Son Osmanlı Yandım Ali” (2006) ve Alper Çağlar’ın “Büşra”da (2010) yaptığı ‘yapay çizgi roman dokusu’ geleneğinin izini sürdüğünü gözlemlemek mümkün.

        Yapay efektlerden anlam yaratma konusunda bir kafa karışıklığı var

        Bu bağlamda da Osmanlı’nın dünyasını yapay duran efektlerle karşımıza getirmesini doğal karşılamak lazım. Ancak bunun ışığında bir başka ayakları üzerine basma durumu göremiyoruz. Öyle ki bu estetik ne Zaim’in “Nokta”sındaki (2009) hat estetiği kadar keskin, ne de ismini verdiğimiz eserler kadar ironik durabiliyor.

        Aksine sarayın içinde iktidar-muhalefet koşuşturması, aşk hikayesi ve Indiana Jones macerası izliyoruz. Belki yola çıkış açısından bunların hepsi olması doğal. Hatta ne yalan söyleyelim, eloğlu bunlardan beyazperdede blockbuster güdüsü inşa etmeyi de biliyor.

        Sadece hafif prodüksiyon kalitesi aşılayabilen, postmodern bir deneme

        Ancak sözünü ettiğmiz şeyler bir Türk yapımında birleşince elimizde Mine Vargı’nın katkısıyla gelen prodüksiyon kalitesi dışında bir şey kalmıyor, o da eğer 105 dakikayı tamamlayabilirsek.

        Fakat yine de “Şenlikname: Bir İstanbul Masalı”nı Türk sinemasındaki postmodern estetik denemelerinden biri olarak kaynaklara yazmak mümkün. O da buna bile izin vermeyen ‘şapşal komedi anlayışı’ndan arınmayı başarabilirsek tabi!

        FİLMİN NOTU: 2.7

        Künye:

        Şenlikname: Bir İstanbul Masalı

        Yönetmen: İsmail Eren

        Oyuncular: İlker Yiğen, Ayfer Dönmez, Naci Taşdöğen, Ahmet Mekin

        Süre: 104 dk.

        Yapım Yılı: 2010

        HAYATIN ‘ARKA SOKAKLAR’INDA...

        Martin Scorsese’nin 70’lerde “Arka Sokaklar” ile renkli sinemaya soktuğu stilize gangster filmi geleneğinin Türkiye şubesi. Yani “Baba”nın ‘yönetmen gözlü’ rakibinin ülkemize uyarlanmış versiyonu diyebiliriz. Yönetmen Erhan Kozan’ın, henüz ilk filmi “Çakal” ile içimizden birinin suç eğilimi göstermesini ele alırken yalnızlık, toplumsal açıklar ve sosyal dayatmaların üzerine giderek de gangster filminin gereklerini yerine getirdiği söylenebilir. Snorricam adlı kamerayı Türk sinemasına sokan, bunun yanında vinç, dolly gibi kameraları ve iç ses, sıçramalı kurgu, açı çeşitleri gibi anlatı tekniklerini çok iyi kullanan bir eser var karşımızda. “Kabadayı”, “Kara Köpekler Havlarken”, “Hoşgeldin Hayat” gibi başarısız tür örneklerimiz arasından sıyrılmakta sıkıntı çekmeyen bir yapıt “Çakal”. Bu doğrultuda da ‘Türk sineması için aranan gangster filmi sonunda bulundu’ yorumunu yapmak mümkün.

        Bu haftanın en iyi filminin vizyona girmeden bir gün önce, dün yazdığım eleştirisine aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz.

        FİLMİN NOTU: 6

        Künye:

        Çakal

        Yönetmen: Erhan Kozan

        Oyuncular: İsmail Hacıoğlu, Uğur Polat, Erkan Can, Naci Taşdöğen, Damla Sönmez

        Süre: 90 dk.

        Yıl: 2010

        KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU

        Av Mevsimi: 6

        Biri Beni Isırdı (Vampires Suck): 4.2

        Durdurulamaz (Unstoppable): 4

        Git Başımdan! (Due Date): 3.9

        Harry Potter ve Ölüm Yadigarları: Bölüm 1: 6.3

        Mahpeyker: Kösem Sultan: 1.5

        Memlekette Demokrasi Var: 3.2

        Narnia Günlükleri: Şafak Yıldızı’nın Yolculuğu (Chronicles of Narnia: Voyage of the Dawn Trader): 6

        Nene Hatun: 2

        New York’ta Beş Minare: 6.4

        Ölüm Zinciri (Chain Letter): 4

        Pak Panter: 4.9

        Paranormal Activity 2: 7

        Prensesin Uykusu: 4

        Sihirbaz (L’Illusioniste): 6.8

        Son Savaşçı (Centurion): 6.1

        Sosyal Ağ (The Social Network): 7

        Testere 3D (Saw 3D): 3.3

        Turist (The Tourist): 2.8

        Uçan Melekler: 1.9

        Vay Arkadaş: 5.5

        Ye Dua Et Sev (Eat Pray Love): 3

        Yine Mi Sen? (You Again): 3.1

        Yukarıdaki Tehlike (Skyline): 6

        Not: Yıldızlar, 10 üzerinden verilmektedir.

        keremakca@haberturk.com

        Diğer Yazılar