Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        25 ŞUBAT FİLMLERİ

        Klasik western 1950’lerde miyadını doldurmuş bir türdür, aynen klasik müzikal gibi. Ancak ilginçtir “İhtiyarlara Yer Yok” gibi alanı 70’lerde modernize eden filmlerden beslenen yenilikçi bir western-noir üreten Coen Kardeşler, takvimlerimiz 2010’u gösterdiğinde o konsepti en çağ dışı haliyle sinemalaştırmayı tercih etmişler. Üstüne üstlük 1969’da klasik western eskidiği zaman üretilen bir eseri yeniden çevirme arzusuyla tutuşarak! Bir gıdım bile kendi postmodern anlayışlarını dahil etmedikleri eser, belli ki ‘Yapımcı Spielberg sunar’ ibaresiyle daha bir kendini anlatıyor. Öyle ki “İz Peşinde”yi (“True Grit”) izlerken Vahşi Batı’nın o eskimiş ve teatralleşmiş arka planının önünde kendini paralayan oyuncu performansları ve üç boyutlu karakterler izliyoruz. Sinema zevki için ise bir-iki sahneyi cımbızla çekip ayıklamanız gerekiyor. Coen Kardeşler, klasik western hayranı olabilirler. Ama yönetmenlerin o alanda yaptıkları atılımı imalı bir isimle temsil eden başyapıtlarını inkar ederek aklımıza ‘ihtiyarlara yer varmış demek...’ düşüncesini getirmeleri affedilir gibi değil.

        Western, kara film ve absürd komedi alanlarında, daha ziyade de bunların hakim formülleriyle oluşturdukları füzyonlarla (birçok türü iç içe geçirme anlayışı) dikkat çeken Coen Kardeşler, son filmlerinde katıksız ya da köşeli bir klasik westerne imza atmışlar. Yani o bütün revizyon peşindeki eğilimlerini bir kenara bırakan yönetmenler, Henry Hathaway’in 1969 tarihli, çok da önemsenmeyen John Wayne’li western denemesini yeniden sinemaya uyarlama arayışına girmişler.

        Spielberg ve klasik western hayranlığından mustarip

        Bunun aslında nedenlerini araştırmaya dahi gerek yok. Çünkü her şey ortada. Sadece iki sebep öne sürebiliriz. Bunlardan birincisi eldeki toplamın Steven Spielberg’in yürütücü yapımcılık koltuğundaki yeri ile üretilen bir proje olması, ikincisi ise yönetmenlerin

        klasik western hayranlığı. Bu ışıkta da “İz Peşinde” (“True Grit”, 2010) sanki westernin eskimesinin üzerinden 10 sene geçen bir dönemde üretildiği için önemsenmeyen eserin makus talihini, günümüzde tersini çevirmek için projelendirilmiş bir şey gibi duruyor.

        Ancak Coen Kardeşler, ilginçtir burada kendi dünyalarındaki absürd karakterleri, formülleri ince eleyip sık dokuma geleneğini, masalsı tonu, hınzırlıklarını ve türleri yenileme güdüsünü bir gıdım dahi içeri sokmuyorlar. Üstüne üstlük “İz Peşinde”, 1969 tarihli eserin kaldığı yerden devam ediyor ve yine eski duruyor. Hem de bu durumu 31 ile çarparak!

        “İhtiyarlara Yer Yok”u umursamayan gelenekçi bir western

        Zaten ilk filmin “Bay McCabe ve Bayan Miller” (“McCabe & Mrs. Miller”, 1971), “Vahşi Belde” (“The Wild Bunch”, 1969), “Bana Onun Kellesini Getirin” (“Bring me the Head of Alfredo Garcia”, 1974) gibi eserlerin üretildiği bir süreçte çekilmesini de örnek almış sanki. Zira o zamanın tarihini tekrar etmek için ‘Biz de İhtiyarlara Yer Yok’un rakibi olalım bari!’ düşüncesi ışığında üretilmiş gibi duruyor bu yeni “True Grit”.

        Çünkü 70’lerde gördüğümüz ne cinsellik, ne şiddet, ne Avrupa sinemasından etkilenme, ne tarihsel yapıyı gerçekliğe itme, ne de stilize düello sahneleri çekme gibi yenileme eğilimlerinden izler taşıyor. Yani Sergio Leone, Robert Altman ve Sam Peckinpah’ın yenilikçi bakışını, stilize yönetmenliklerini ve türsel müdahalelerini içermiyor.

        Alanında Coen Kardeşler’in filmlerinin gerisinde kalmış bir yapıt

        Aksine “Kansız” (“Blood Simple,”, 1984), “Fargo” (1996), “İhtiyarlara Yer Yok” (“No Country for Old Men”, 2007) gibi noir-western kırması olarak görülebilecek, kendi ürettikleri eserlerin gerisinde kalıyor Coen Kardeşler burada.

        Bu sebeple de “İz Peşinde”nin Hailee Steinfeld, Jeff Bridges, Josh Brolin, Matt Damon ve Barry Pepper için yazılmış karakterler (onlar da masum kız, şerif, haydut, ödül avcısı gibi westernin geleneksel kalıplarındaki tiplemeleri en köşeli haliyle kullanıyorlar), onların içindeki oyunculuk becerisi ve aradan cımbızla çekilip alınan birkaç sahne (Girişte plan sekansvari cinayet sonrası sahne ve Cogburn’ün karanlık mağaraya ateş edip seyirciyi hedefleyerek bizi aktif hale getirme çabası) dışında bir elle tutulur yanı yok.

        Son 10 yılda hiç western çekilmedi de biz mi bilmiyoruz?

        Bunun üzerine Roger Deakins’in Hollywood’un eski dönemini siyah-beyaz veya başka dokuda canlandırdığı görüntü yönetimi çalışması ile westernlerin o tek boyutlu ezgileri de eklenince bütün tamamlanıyor. “İz Peşinde”, Sam Peckinpah’ın 1960’larda üretip klasik westerne yakın dursa da geleceğe dair bir ‘iz’ taşıyan eserleriyle bile yarışamaz hale geliyor. “Kahraman Binbaşı” (“Major Dundee”, 1965) ve “Ride the High Country” (1962) öyle midir halbuki?

        “İz Peşinde”yi izleyince sanki “Şiddetin Tarihçesi” (“History of Violence”, 2005), “Korkak Robert Ford’un Jesse james Suikasti” (“The Assasination of Jesse James by coward Robert Ford”, 2007), “Brokeback Dağı” (“Brokeback Mountain”, 2006), “Blueberry” (2004) ve “Teklif” (“The Proposition”, 2006) gibi 2000’lerdeki postmodern westernlerin üretilmediğini ve son 20 yılda tür adına sadece Clint Eastwood’un “Affedilmeyen”inin (“Unforgiven”, 1992) iz bıraktığını hissetmekten kendinizi alıkoyamıyorsunuz.

        Şiddete kayma şansını yılanlı sahne ve dilin koptuğu sahne ile, stilize alana açılma yolunu ise bir düello bir de gözetleme sahnesiyle eline geçiren Coenler, onu bile tercih etmiyorlar. Hadi bunu bıraktık “McCabe ve Bayan Miller”daki inşa halindeki binalar ile yakalanan gerçeklik ve zaman olgusu da yok burada. Üstüne üstlük hikaye 19. yüzyılın sonu gibi modern westernlerin geçtiği bir dönemde akıyor sözde.

        Hani ‘İhtiyarlara Yer Yok’tu?

        Ama tüm bunların aksine burada sanki iyi yazılmış karakterlerin, eski model bir dokunun önünde tiyatrodan farksız bir şekilde dolaştığı hissiyatına kapılıyorsunuz. Tek boyutlu sanat yönetimi, görüntü yönetimi ve ezgiler de sanki ‘gerçek cesaret’ anlamına gelen didaktik ismi doldurmaya yarıyorlar. Bu minvalde akan ve sürekli mesaj kaygısı taşıyan geleneksel western diyalogları da işte bu amaç doğrultusunda şekilleniyor.

        Bir-iki Rooster Cogburn geyiği ve bir tane saniyelik yan karakter de Coenesk mizahı ne yazık ki ayakta tutmaya yetmiyor. Yani 50’lerin klasik westernlerini özleyenler için nostalji hissi yaratırken, Coenler için ‘Hani İhtiyarlara Yer Yok’tu?’ sorusunu sormamıza yol açacak bir eser bu. Klasik westernin en geleneksel alanında alt-alt türü cavalry westernde faaliyet göstermesi de cabası...

        FİLMİN NOTU: 4

        Künye:

        İz Peşinde (True Grit)

        Yönetmen: Coen Kardeşler

        Oyuncular: Jeff Bridges, Hailee Stenfeld, Matt Damon, Josh Brolin, Barry Pepper

        Süre: 110 dk.

        Yapım Yılı: 2010

        ‘SONRA’SI ALLAHA EMANET

        2003’te “Asmalı Konak: Hayat”ın başrolünde oynayan Özcan Deniz, belli ki o eserde Abdullah Oğuz’un dokunuşuyla Türk sinema endüstrisinde hakim bir rol almaya başlayan ‘Amerikan ana akım anlatısı’nda haberdar değil. Ülkemizde de sinemanın hala “Keloğlan Kara Prens’e Karşı” gibi filmlerle yol aldığını zannediyor. Böyle olunca da Taylan Biraderler, Ömer Faruk Sorak gibi isimlerle devam eden Mahsun Kırmızıgül’ün ise sınıf atlattığı bu Hollywood dilinin çok uzağında bir yapıt çıkıyor karşımıza. “Ya Sonra”, uyumsuz, tutarsız ve yapmacık video klip parçalarından oluşmuş uzun metrajlı bir TV dizisi kıvamında. “Ali’nin Sekiz Günü” ile Kubrick’in başyapıtı “Gözü Tamamen Kapalı”yı aynı film içinde karşımıza getirmesi durumun vahametini daha iyi ortaya koyuyor. Bu sebeple de Özcan Deniz, 2005’te “Balans ve Manevra” ile sinemaya girip anında geri çekilen meslektaşı Teoman’ın durumuna düşmekten kurtulamıyor.

        Popüler sinema dili oturtmak bir hayli zor bir iştir. Ancak ülkemizde özellikle son beş yıldaki Türk filmi artışının devamı olarak Mahsun Kırmızıgül, Abdullah Oğuz, Ömer Faruk Sorak, Taylan Biraderler gibi yönetmenlerin bu alanda belli bir bilinç ile çıkageldiklerine tanıklık etmek mümkün. Bunlara zaman zaman Sinan Çetin, Murat Aslan ve Osman Sınav gibileri de ekleniyor.

        “Asmalı Konak: Hayat”tan sonra çok şey değişti

        Özcan Deniz ise ya sinemamızın 2003’te “Asmalı Konak: Hayat”ın üretilmesiyle birlikte ‘Amerikan (Hollywood) ana akım anlatısı’yla popüler bir alana açıldığını bilmiyor, ya da orada canlandırdığı karakterinin etkisinde kalarak onun ‘aşk mağduru’ halini yeniden perdeye taşımanın peşine düşmüş. Bu durum da sözünü ettiğimiz filmde Abdullah Oğuz’un yakaladığı sinematografi zekiliği isteyen planların burada yeniden devreye sokulmasına yol açmış. Ancak bunlar aynı etkiyi yaratamazken, ‘kopya’ seviyesinde kalıyorlar ne yazık ki.

        “Ya Sonra”, popüler sinema dili veya sinemaskop formatı gibi artık gereklilik haline gelen konseptleri bırakın, prodüksiyon kalitesini, iyi oyunculukları ve akıcı tempoyu dahi aşılayamıyor. Aksine sinemanın ‘yüksek tempo yapmak’tan ibaret bir hikaye anlatma sanatı olduğunu düşünüyor. Bunun üzerine dizi arka planlı Altan Dönmez’in sinematografisi ve Mahsun Kırmızıgül filmlerindeki ‘büyük müzik’ algısını başlatan Yıldıray Gürgen’in bir araya getirilmeleri ise bir hayli garip.

        Kült film çekmek isteyen yönetmen bu kadarını yapmaz

        Zira “Ya Sonra”nın soundtrackini dinlerseniz klasik müzik, pop müzik, Türk pop müziği gibi alanlardan bilinen ezgilerle eğlenip memnun olabilirsiniz. Ancak bunların sinema perdesine uyarlanması konusunda ciddi bir yönetmen sıkıntısı baş göstermiş. Bu sayede de her sahne adeta ‘kült bir film’ olmak isteyen eserler gibi uyumsuz bir ses skalasıyla oluşturulmuş gibi duruyor.

        Bu durum aynen oyuncu yönetimi için, kendi çapında kurgu yapıp filmden bağımsız video klipler oluşturan kurgucu için ve yazılmadan perdeye atılan karakterler için de geçerli.

        Müziğin savrukluğu aşk masalı değil de çizgi film tonlaması yaratıyor!

        Nihai sonuçta Özcan Deniz’den Barış Falay’a, Naz Elmas’dan Deniz Çakır’a kadar bütün oyuncular, yazılmamış karakterleriyle son derece karton tiplemelere saplanıp kalıyorlar. Müzik de bunlara adeta ‘çizgi film’ tonlamasıyla durum komedisi yaratacağım diye eşlik edince adeta dalga geçilesi bir şeyle yüzleşiyoruz. Özellikle Fatma Toptaş’ın femme fatale (vamp kadın) tipiyle girdiği erkek tavlama sahnesinin yapaylığına dikkat derim! Filmde yapaylık patlaması yapan (kitsch) sekanslardan favoriniz o olabilir!

        Hadi bütün bu yönetmenlik dokunuşlarını ve yapısal müdahaleleri bıraktık, ‘en azından bir samimiyet!’ diyesimiz geliyor. O zaman da ‘kadın köpek sever’, ‘erkek futbol sever’ gibi cümlelerden yola çıkıp oluşturulan bir dramatik yapı izliyoruz. Amaç ise ‘Aşk ilişkisi mi, para ilişkisi mi?’ sorusunu sormak ve Türk sosyetesini eleştirmek sözde. Ancak Deniz’in buradaki hikayeyi Amerikan romantik-komedisi örneklerinden kırpıp yapıştırdığı çok açık.

        “Romantik Komedi”yi örnek almalıymış

        Böyle olunca da yönetmenlik koltuğunda bir Nora Ephron, bir Rob Reiner ya da bir Nancy Meyers’in eksikliği hissediliyor. Hadi onları bıraktık “Romantik Komedi”nin (2010) kendini sinema piyamıza zekice adapte eden Ketsche’si de olabilirdi!

        “Ya Sonra” ne yazık ki akıllara bir başka müzisyenin Teoman’ın hakimiyetsiz yönetmenlik denemesi “Balans ve Manevra” (2005) ile düştüğü durumu getiriyor. Bu da hiç şüphe yok ki kısa sürede unutulup gitmesine yol açacak eldeki eserin. Filmin senaryosunun yazılan didaktik diyalogları araya sıkıştırılan sahneleri olay örgüsüne ıkınarak sokmaktan ibaret olmasına ne demeli peki? Dramatik yapısızlıkta son boyut diyebiliriz! ‘Hala bitmedi mi?’ diye düşünüyor olabilirsiniz. Ancak “Ya Sonra”, anlatarak değil yaşanarak algılanabilecek bir deneyim!

        FİLMİN NOTU: 1.2

        Künye:

        Ya Sonra

        Yönetmen: Özcan Deniz

        Oyuncular: Özcan Deniz, Deniz Çakır, Barış Falay, Ragıp Savaş, Naz Elmas, Janset, Erdem Akakçe, Aliye Uzunatağan, Fatma Toptaş

        Süre: 110 dk.

        Yapım Yılı: 2011

        SAVUL ADALET, BEN GELİYORUM!

        Adalet sistemini eleştiriyim derken bunu bireysel adalet mücadelesine çeviren ve bir anda süper kahramanlaşan sıradan bir adamın intikam hikayesiyle yüzleşmemizi sağlayan eserlerden biri. Böyle olunca da hem şiddeti körükleyen bir dramatik yapı ile sunuluyor, hem mantık boşluklarıyla örülü bir senaryoyla ilerliyor, hem de kökündeki politik bir kaykılmayla ilgi çekebilecek hikayeyi boşa kullanmış oluyor. “Kaçış Planı”, geçtiğimiz aylarda izlediğimiz “Turist” ile aynı kaderi paylaşıyor. Her ikisi de Amerikan sinemasının çakması gibi duran Fransız filmlerini yeniden çevirmeye kalkışınca, bu defoyu ikiyle çarpıyorlar ister istemez. Üstelik 2009 tarihli “Aşk Uğruna”daki Vincent Lindon ve Diane Kruger; buradaki Russell Crowe ve Elizabeth Banks’ten daha uygundu rollerine. Belli ki Paul Haggis’in yine ülkesini koruyası ve milliyetçilik yapası gelmiş!

        Temelinde “Taksi Şoförü” (“Taxi Driver”, 1976), “Köpekler” (“Straw Dogs”, 1971), “Ölüm Arzusu” (“Death Wish”, 1974) gibi B filmlerinin yapılarını kullanan intikam kelimeli filmler mi var bilemeyeceğiz. Ancak son 15 yılda özellikle ‘kişisel adalet filmi’ dediğimiz, bireyi şiddete yönlendiren, sıradan insanlardan katil çıkartacak kadar yapay duran ve gerilimiyle bir duygusallık yakalamaya çalışan bu formülün türevlerini fazlaca görmeye başladık.

        Çakmanın çakması dedikleri bu olmalı!

        Sanki Martin Campbell “İntikam Peşinde”yi (“Edge of Darkness”, 2010), Neil Jordan “İçindeki Yabancı”yı (“The Brave One”, 2007) çekmemiş gibi bir de bu olay örgüsünün Fransa’da kopyalanalarak yapıştırıldığı bir eser Hollywood’a uyarlanmış. 2009’da ülkemizde de gösterilen Fred Cavayé imzalı “Aşk Uğruna” (“Pour Elle”, 2009), tipik Fransız sanat filmi dokusunu taşıdığı için popüler sinemanın gereklerini bile yerine getirmekten acizdi. Şiddet yanlısı mesajını ise vermekten gocunmuyordu.

        Paul Haggis, burada kendi yazdığı senaryosuyla bu meseleye bir kez daha el atmış. Eşi manasız deliller sebebiyle, cinayet zanlısı olarak hapse giren bir adamın, kendi çapında bu adalet sistemi mağduriyetini cezalandırma çabasını izliyoruz “Kaçış Planı”nda (“The Next Three Days”, 2010). Belki Haggis’in “Çarpışma” (“Crash”, 2004) ve “Tanrının Vadisi”ndeki (“In the Valley of Elah”, 2007) yönetmenlik becerisine tanıklık edebiliyoruz önümüzdeki eserde de.

        “Kill Bill”den değil de “Yeter”den etkilenmesi en büyük dezavantajı

        Ancak gelin görün ki burada kurulan olay örgüsü Hollywood’da önemsenmeyecek derecede bir kenara itilen, senaryoları alaya alındığı için hemen unutulan birtakım filmleri akla getiriyor. Senaryonun omurgasız bir şekilde mantık boşluklarıyla ilerlediği “Yeter” (“Enough”, 2002), “Yakın Tehdit” (“Domestic Disturbance”, 2003), “Firewall” (2006) gibi yüksek tempolu gerilimleri hatırlarsanız, “Kaçış Planı” gözünüzde canlanacaktır. Böyle olunca da filmin adalet sistemine eleştirel bakışı dahi yerle bir oluyor.

        Üstüne üstlük ortada “Kill Bill”in (2003-2004) devamında üreyen bu intikam meselesini “Ölüm Emri” (“Death Sentence”, 2007), “Adalet Peşinde” (“Law Abiding Citizen”, 2010) gibi kedi-fare oyunu kıvamında akan, B filmlerinin dokusunu kullanan ve aksiyon sahnelerinden güç alan eserlerin üzerine yerleştiren örnekler de var. Paul Haggis’i yönetmen olarak her üç filminde farklı stillerle kurduğu yapılarıyla takdir etmek mümkün. Onu kendi senaryolarının uzağında durursa Hollywood’un Taylor Hackford, Ron Howard gibi saygıdeğer memur yönetmenleriyle aynı cümlede anabiliriz aslında.

        Crowe’un Maximus kimliğine büründüğü baba karakteri amacı belli ediyor

        Ancak ne yazık ki ilk filmindeki ruh hali odaklı karakter dramasından sonra ikinci eserinde politik-dramayı kökten bir Amerikan milliyetçisinin vücuduna geçirdiğine tanık olduğumuz yönetmen, burada adalet sistemini eleştireceğim derken aslında gülünç duruma düşen de kendisi oluyor. Aile korumacılığını seyircinin kalbine karton duran metotlar, basit mantık boşlukları ve hedefi belli sahneler yoluyla sokmaya çabalıyor.

        Böyle olunca da senaryosuz bir omurganın üzerine inşa edilen dramatik yapı, mesajını yerine ulaştırırken Russell Crowe gibi süper kahraman edasıyla saldıran bir baş karaktere alan açıyor. Bunun sonucunda da eski Roma’daki Maximus edasıyla sanki kimsenin olmadığı bir dünyada planlar, eş kaçırmalar ve daha nicesi devreye girebiliyor. Bu da bir karakterin tek boyutlu kahramanlaştılmasını ‘Savul adalet, ben geliyorum!’ gibi bir emir cümlesi ışığında, Malkoçoğlu filmlerine benzer bir yapıda izlememizi sağlıyor maalesef.

        FİLMİN NOTU: 3

        Künye:

        Kaçış Planı (The Next Three Days)

        Yönetmen: Paul Haggis

        Oyuncular: Russell Crowe, Elizabeth Banks, Olivia Wilde

        Süre: 100 dk.

        Yapım Yılı: 2010

        ‘DÖVÜŞ KULÜBÜ’NE CRONENBERG-CASSAVETES YORUMU

        Karakter draması ile kafayı bozmuş olan katıksız bağımsız yönetmen Darren Aronofsky, burada bu durumu bale konulu hale getirerek gerçek hayat-performans ilişkisi formülü ve body-horror, psycho-noir, karakter draması gibi alt türlerle yoğurma olanağı buluyor. Böylece karşımıza daha önce görmediğimiz bir şey çıkarırken kimlik bunalımını postmodern bir yolla anlatmış ve uç noktalara gitmiş oluyor. Özellikle halüsinasyonların ölçülü hali ve kurgunun dengesinin de bu tonlamayı desteklediği söylenebilir.

        2010’un en iyilerinden “Siyah Kuğu”nun eylül 2010’da Amerika Prömiyeri’nde izleyip yazdığım eleştirisine şu linkten ulaşabilirsiniz:

        Yazı için tıklayınız...

        FİLMİN NOTU: 9

        Künye:

        Siyah Kuğu (Black Swan)

        Yönetmen: Darren Aronofsky

        Oyuncular: Natalie Portman, Mila Kunis, Vincent Cassell, Barbara Hershey, Winona Ryder

        Süre: 100 dk.

        Yapım Yılı: 2010

        KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU

        127 Saat (127 Hours): 7

        Aşk Tesadüfleri Sever: 5.4

        Aşk Sarhoşu (Love & Other Drugs): 5.5

        Ayı Yogi (Yogi Bear): 1.9

        Ayin (The Rite): 2.4

        Başımıza Gelenler! (Life as We Know It): 4

        Benim Adım Aşk (I Am Love): 7.4

        Biutiful: 4.3

        Büyük Sır (Get Low): 3.4

        Cadılar Zamanı (Season of the Witch): 3

        Çakal: 6

        Çakallarla Dans: 2.2

        Çalgı Çengi: 0.5

        Çölde Kutup Ayısı (De helaasheid der dingen / The Misfortunates): 5

        Dövüşçü (The Fighter): 5.6

        Eyyvah Eyvah 2: 3.5

        Gulliver’in Gezileri (Gulliver’s Travels): 5.4

        Günah Keçisi: 3.6

        Hırsızlar Şehri (The Town): 6.5

        Hür Adam Bedüizzaman Said Nursi: 3.5

        İncir Reçeli: 4.9

        Kağıt: 6.5

        Karmakarışık (Tangled): 4.9

        Kukuriku: Kadın Krallığı: 2.5

        Kurtlar Vadisi: Filistin: 2.7

        Kutsal Damacana: Dracoola: 4

        Megazeka (Megamind): 5.3

        Memleket Meselesi: 2.1

        Narnia Günlükleri: Şafak Yıldızı’nın Yolculuğu (Chronicles of Narnia: Voyage of the Dawn Trader): 6

        Sanctum: 1.7

        Sinyora Enrica ile İtalyan Olmak: 2

        Şampiyon (Secretariat): 3.4

        TRON Efsanesi (TRON Legacy): 5.5

        Turist (The Tourist): 2.8

        Yeşin Yaban Arısı (The Green Hornet): 6.4

        Zoraki Kral (The King’s Speech): 6.5

        Not: Yıldızlar, 10 üzerinden verilmektedir.

        keremakca@haberturk.com

        Diğer Yazılar