Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Şaban, Turist Ömer, Arif, Recep İvedik derken şimdi de Laz efsanesi olarak bilinen Temel karakterinin, Türk sinemasının komedi kahramanları arasına girme çabası konuk oluyor beyaz perdeye. Bu isimler başarıya ulaşmışken “Sümela’nın Şifresi: Temel”in sözünü ettiğimiz konudaki ilk örnek olma arzusu, proje aşamasındaki seçimlerin meyvesini yiyerek yükselmiş. Zira Yılmaz Durmuş gibi yetenekli bir senarist, Alper Kul, Ruhi Sarı, Salih Kalyon gibi kalitesini ispatlamış oyuncularla dengelenince karşımıza ‘futbol ve sinema’ üzerinden yürüyen usturuplu bir kültürel kaba komedi çıkmış. Elbette ‘iyi bir film’ tanımını yapmak çok zor bu ürün için. Ancak filmin, çıktığı yolda amacına ulaşıp eski Yeşilçam’ın ‘samimi komedi filmleri’ döneminin günümüzde yeniden başladığını ispatladığı bir gerçek.

        ‘Kaygısızlar’ ve ‘Çiçek Taksi’ gibi kült dizilerin, kültürel durum komedilerinin yazarı Yılmaz Durmuş’un kaleminden çıkan bir kaba komedi denemesi. “Sümela’nın Şifresi: Temel” (2011), son dönemde ‘Recep İvedik’ serisinin iş yapmasıyla artan mizahi örneklerin bir yenisi. Seriye dönüşmesi olası olan bu yapıtın, özellikle kaliteli oyuncu kadrosuyla sivrildiği bir gerçek.

        İvedik gibi fenomen olursa şaşırmayalım

        Zira projenin görüntü yönetmeni sanat piyasasında kaliteli işleriyle bilinen Ercan Kesal belki. Ama ortaya 1.85:1 oranında sakin ve dizi dekupajına yakın bir izlence çıktığı görülebiliyor. Bu durum da ‘Temel’in hikayeleri’ ya da ‘fıkraları’ üzerine inşa edilen ‘Lazlık’ ve ‘Trabzonspor’ odaklı esprileri yerinde bir süzgeçle karşımıza getirmiş. Bu doğrultuda tiyatro arka planlı Alper Kul’un, Sadri Alışık’ın Turist Ömer’ine benzer bir ‘karakter yaratma yetisi’yle bıyığından keskin mimiklerine kadar öyküyü kalkındırdığı söylenebilir.

        Bu da Sümela Manastırı’ndan üreyen ‘Da Vinci Şifresi’ hikayesinden Alanzinho’lu esprilere, Çinli kılığında kolbastı oynamadan intihardan vazgeçmeye razı olma sebeplerine, gelin isteme kültüründen silahı kullanma ‘Laz’lığına kadar nice öğeyi ‘keskin durumlar’ üzerinden incelemeye sunmuş. Kuşkusuz Adem Kılıç-Yılmaz Durmuş ikilisinden ‘Recep İvedik’ serisi kadar eğlenceli ve fenomen olmaya aday bir ticari ürün çıkmış.

        Yeni Şaban’lar, yeni Turist Ömer’ler üremesini sağlayabilir

        Halihazırda gerçek bir ‘sinema’ eserinden söz etmek zor. Ancak ‘Kutsal Damacana’, ‘Kolpaçino’ gibi serilerin bir gıdımlık ihtişamını bulunduran bir yapıt var karşımızda. Özellikle Salih Kalyon’dan Altan Erkekli’ye, Zafer Ergin’den Necip Memili’ye uzanan, Temel’in arkadaşları ve ailesini oluşturan bireylerin performansları filmi götüren ana araç.

        Belli ki bu sürecin devamında “Günah Keçisi” (2011) ve “Sümela’nın Şifresi: Temel” gibi yöresel ahlaka uygun kaba komedi denemeleri artacak. Yeni Şaban’lar, yeni Turist Ömer’ler üreyecek ve eğilim bu açıdan geniş ufuklara yelken açacak. Bunların faydasını çözmekten ziyade filmlerin kültürümüze odaklanma yetisine, oyunculuk performanslarına ve komedi anlayışına bakmak lazım deriz.

        Dursun’laştırılan Ruhi Sarı, oyunculuk ustalığıyla öne çıkmış

        Özellikle başrolde başarılı bir oyuncu, senarist görevinde dizi arka planlı bir diyalog erbabı, yönetmenlik koltuğunda bunları öne çıkaracak bir memur ve yapımcılık düşüncesinde kaliteli oyuncu seçme kıstası olunca her şey yerli yerine oturabiliyor. Turgut Yasalar’ın süpervizörlüğü de bu yerel komediye destek verip ‘medyatik isim’den ziyade ‘gerekli isim’e yönelmeyi beraberinde getirmiş.

        Bu durum Ruhi Sarı’nın içindeki oyunculuk ustalığını açığa çıkarmasına yarayan Dursun’vari karakterinin gücüyle yükselir gibi olmuş özellikle. Onun bu tiplemesindeki ‘Temel’in arkadaşı’ işlevi filmin mizah boyutunu derinleştiriyor zira. İkisinden yükselen ‘ekip komedisi’ anlayışı da kahkaha kat sayısını dakikalar geçtikçe daha da yukarılara çekmiş. Aksan, lehçe ve yaşayış açısından sanki diğer oyuncular da bu duruma adapte olmuş gibi. Öyle ki Kalyon’un baba, Düşenkalkar’ın rahip, Ergin’in müstakbel kayınpeder karakterlerindeki işlevleri de büyük destek vermiş bu ‘oyuncusal motivasyon’a.

        Temel’in içine düştüğü durumlardan mizah çıkarmayı bilmiş

        Bunlardan üreyen ‘hayat kadınıyla pişpirik oynayan Temel’, ‘manastırda hazine arayan Temel’ gibi ‘slapstick (kaba) komedi’ süzgecine uygun durumlar iyi değerlendirilmiş. Üstelik bunların hepsi de; hiç zorlamadan, iyi film çekmeye kalkışılmadan akıcı bir mekan analizinin sonucu olarak öne çıkmışlar. Aşkı da mizahı da Hollywood göndermeleri de yerinde, şapsallığı da duygusallığı da çocuksuluğu da kıvamında bir eser bu.

        “Sümela’nın Şifresi: Temel”in tek sıkıntısı ise ‘Rus mafya bireyleri’ yaratmak gibi zor bir şeye kalkışıp sonlara doğru onlardan yan hikaye üretmek istemesi. O noktada samimiyet birazcık kaybolup, Şaban-Turist Ömer’lik anlayışının ruhu yıkılmış açıkçası. Ancak genel anlamda keyifle izlenip tüketilebilecek bir başka Yeşilçam dönemi komedisi yinelemesi duruyor karşımızda. Kendinizi akışına bırakmanız halinde ortaya çıkan tablodan keyif alma ihtimaliniz yükselirken, detaylara ve teknik yetiye takılırsanız düşecektir. Alper Kul’un çok fazla isim yapmamış bir aktör olarak; karakterin içine girip mimik dengesi, lehçe zekası ve daha nicesini son derece yüksek bir yetiyle canlandırması da projenin en büyük kozuna dönüşmüş.

        FİLMİN NOTU: 4.2

        Künye:

        Sümela’nın Şifresi: Temel

        Yönetmen: Adem Kılıç

        Oyuncular: Alper Kul, Ruhi Sarı, Salih Kalyon, Necip Memili, Tarık Ünlüoğlu, Zafer Ergin, Çetin Altay, Aslıhan Güner

        Süre: 95 dk.

        Yapım Yılı: 2011

        BERTOLUCCI SENİ DUYMUYOR

        90’ların öğrenci olayları ile ilgili ‘aşk mı, siyasi mücadele mi?’ sorulu, sosyalist meseleli bir eser. “Aşk ve Devrim”, bu noktada birkaç gencin tercihlerine, mateme ve daha nicesine odaklanırken Feza Çaldıran’ın sinematografisiyle dikkat çekiyor. Ancak onun yetisini sinema diline çevirecek bir yönetmenden ziyade, ‘ayrı bir dünyadaymış gibi hareket eden amatör oyuncular’ bulunca, geriye ‘donuk bir sinema ve yaşamayan karakterler’ bırakmış.

        15 sene öncesinin öğrenci hareketlerinden bir tutam sunma hedefindeki “Aşk ve Devrim” (2011), bu durumun yarattığı köşeye sıkışma ve hayatını yaşayamama durumunun gençler üzerindeki etkilerini incelemiş. Sonuçta buna karşı çıkma mücadelesinin mi yoksa aşka tutunmanın mı galip geleceği üzerinden bir politik metin depolamış. “Sonbahar”ın (2008) yapımcısı Serkan Acar imzalı eserin yüksek ‘ilk film’ sorunlarıyla zedelendiği ise çok açık.

        Sanki oyuncular ve kamera iki farklı kalem

        Zira oyuncuların ve görüntü yönetiminin sanki farklı ‘kalemler’ olarak ayrı ayrı işlev verdiği garip bir yapı var karşımızda. Başroldeki oyuncuların ‘acemi’ halleri hikayenin akışının inandırıcılığını zedelerken, Feza Çaldıran’ın ustalıklı sinematografisi de bu durumu kurtarma çabasından çok ‘kendi gösterisini yapma’ya odaklanmış gibi.

        Çünkü filmde gördüğümüz uzun planlar ve monologa varan konuşmalar, ‘politik’ damara destek olmaktan ziyade sessiz plan sekans çekme egosuyla üretilmiş bütünden bağımsız parçalar olarak duruyorlar. Bu noktada ‘aşk’ın tutunma arzusu getirdiği ‘sosyalist süreç’ noktasında ciddi anlamda boşluklar ortaya çıkmış.

        Bertolucci’nin ruhunu yansıtmak kolay iş değil

        Bu sorunu arkasına alan “Aşk ve Devrim” de ister istemez ‘etkileyici sahneler’ içerse de esasen bunlardan ‘ayakları üzerinde duran bir toplam’ oluşturma konusunda sıkıntı çekmiş. Filmin en fazla zarar gördüğü konu ise “1900”e (“Novecento”, 1976) bire bir gönderme yapmasına karşın Bertolucci’nin sinemasının ‘renk’ algısı üzerinden yükselen görsel yapısını uygulayamaması olmuş belli ki. Zira temelini böylesi bir kaynaktan almasına karşın, ‘dingin hikaye anlatma’ güdüsü ile başladıktan sonra ‘anlamsız minimalizm’e kayması amaçlarına ulaşamamasını sağlamış.

        Yani Rıza Kıraç’ın “Küçük Günahlar”da (2011) oturttuğu bu ekol, Acar’ın elinde yükselememiş. Arka plandaki ‘renk’ ayarı ise fazlasıyla minimal ölçeklerde kalmış. Sadece sinemaskop oranında ilgi çekici sekanslarıyla öne çıkan, ultra sinirli bir ‘politik sinema’ örneğine dönüşmüş. Filmin bu açılımıyla son dönemde “Son Ders” (2008), “Kayıp Özgürlük” (2010), “Press” (2011) gibi alanın içinde ürün veren yerli eserlerin arasına dahil olduğu söylenebilir. Ancak Fernando Solanas önderliğinde omurgasını bu amaç üzerine kuran ve ‘üçüncü dünya ülkesi sineması’ olarak anılan Arjantin’den çıkmış gibi durarak çerçevesini daralttığı kesin.

        Donuk kareler, hava almayan oyuncular

        “Aşk ve Devrim”in niyet ve proje aşamasında takdir edilesi tarafları var. Ancak bunun devamında yanlış yollara saptığı görülebiliyor. Bu da ‘ilk film’ adına takdir edilesi bir yapıt sunmuş. Gerisi ise donuk kareler, onların içinde canlanmadan ‘soluksuz’ duran oyuncular ve karakterler...

        Adeta bir ruhsuzluk, perdenin dokusunu teslim alıp plan sekans yetisini dağıtmış ve keskin bir işlevsizlik getirmiş. Kuşkusuz Özcan Alper gibi yönetmenlerin ruhunu aratıyor bu yapıt. Bu da Acar nazarında ‘yapımcı’ kisvesini sinemaya daha uygun bir görev haline getiriyor.

        FİLMİN NOTU: 3.9

        Künye:

        Aşk ve Devrim

        Yönetmen: Serkan Acar

        Oyuncular: Gün Koper, Deniz Denker, Bedir Bedir, Ayberk Pekcan, Derya Durmaz

        Süre: 100 dk.

        Yapım Yılı: 2011

        HAYATIN YAMACINDA

        Son dönem dünya sinemasının önemli yönetmenlerinden Dardenne Kardeşler, genelde doğal renklerle, el kamerasıyla ve minimalist algıyla donattıkları insan hikayeleriyle öne çıkarlar. “Bisikletli Çocuk” da onların “Çocuklar Bize Bakıyor”, “Arı Kovanının Ruhu”, “Güneş İmparatorluğu” ve “Ayna” gibi klasikleşen örneklerini bildiğimiz ‘10 yaşlarında bir çocuğun gözünden dünyaya, sosyal düzene veya politik açmaza bakış’ formülünün temsilini verdikleri eserleri. Baba-oğul ve anne-oğul ilişkisi üzerinden keskin planlar ve hüzünlü çıkarımlarla ilerlerken ‘dengeli’ yaklaşımıyla iz bırakan bir yapıt bu. Aynı zamanda Dardenne Kardeşler’in kariyerinin en iyi eserlerinden biri.

        90’larda “Söz” (“La Promesse”, 1996) ve “Rosetta” (1999) ile akıllara kazınan Dardenne Kardeşler, son 15 senenin en değerli minimalist yönetmenleri arasında her zaman anılır. Bana göre fazla ‘özgün’ durmasalar da yüksek sinema yetisi ile donattıkları çerçeveleriyle bir yerlere konmayı hak ederler. “Bisikletli Çocuk” (“Le Gamin au Vélo”, 2011) da kanımca ikilinin “Çocuk”tan (“L’Enfant”, 2005) sonra en başarılı işi.

        Hayatın ilk adımına aşağıdan bakış

        Her iki eserin de baba-oğul ilişkisi üzerinden ilgisizliğe, anne sağduyusunda da zorunluluklara bırakan bir ilişki yumağı tercih ettiği kesin. Yönetmenlerin ise ellerinde tuttukları kamerayı sıfır hikaye dışı sesle ilerleyen bir işitsel yapı ve genelde plan sekanslarla örülü bir görsel yapıyla mükafatlandırdıkları gözlemlenebiliyor. Bu, 2005’te ‘bebek’ muhasebesi üzerinden oluşan ‘doğal suç’ meselesinin ardından, burada da ‘ailesizlik-köksüzlük’ sorunsalının tabanında kendine yer bulmuş.

        Cyril karakterinin gözünden; umutsuzluğa kapılmaktan ziyade ümitli durma, ufak sevgi kıvılcımı aşılama ve ‘tehlikeli’ dehlizlere girme cesaretini gösterme süreçleriyle hayata atılan ilk adımın portresi çıkartılmış. Dardenne’lerin onun yanından ayrılmayıp orta ölçekli bir kavrama gücüyle kameralarını kullanmaları tesadüf değil. Zira hayata aşağıdan bakışı resmeden bir duruş izleyebiliyoruz bu sayede. Böylece insanoğlunun yaşadığı en saf kavramların üzerine giden spesifik incelemeler filmin alt metinlerini sarıyor.

        Arı Kovanının Ruhu”, “Güneş İmparatorluğu” ve “Ayna” kadar devrimci değil

        “Bisikletli Çocuk” da belli ki “Arı Kovanının Ruhu” (“El espíritu de la colmena”, 1973), “Güneş İmparatorluğu” (“Empire of the Sun”, 1986) ve “Ayna” (“Ayneh”, 1997) gibi ‘çocuğun gözünden hayata bakış’ meseleli formülün içinde çok iddialı değil. Ancak yönetmenlerin Panahi’nin başyapıtı “Ayna”yı takip ederek, ‘boyundan büyük işlere kalkışmayarak kendi dünyasına sıkışan çocuk’ modeliyle bir akrabalık kurduğu görülebiliyor. Bu durum da ilkinin ‘gerçeküstücü İspanyol’ halini ve ikincisinin ‘savaş’ odaklı duygusal yaklaşımını bir kenara bırakıp tabana ‘festival sineması’ düşüncesini aşılamış.

        Zaten Dardenne Kardeşler’in Vitorio De Sica’ya; isimden ve ana sinopsisten başlayan bisiklet göndermesinin yanında üstadın “Çocuklar Bize Bakıyor” (“I bambini ci guardano”, 1944) ve “Kaldırım Çocukları” (“'Sciuscià' (Ragazzi)”, 1946) filmlerinin etkisini hissettirmesiyle bir saygı duruşunda bulunduğu görülebiliyor. Bu eğilim, sosyal gerçekçi hikayeyi yetkin bir sinema dili ve kimlik sahibi yönetmen görüşüyle perdenin orta yerine yerleştirirken, bisiklet kavramını ‘umut’ ve ‘hareket’ üzerinden metaforik bir görünümüne kavuşturmuş.

        Bu yolla aradan sıyrılan ‘çocukların gözünden hayat nasıl gözüküyor?’ güdüsü ise Fransa’nın alt sınıfındaki yetim-öksüz kalma durumu üzerinden portrelenmiş. Özgünlüğünden ziyade temelindeki hüzünlü hikayeyi dengeli ve vurucu hale getirmesiyle önem arz edecek bir film karşımızdaki. Dardenne Kardeşler’in de ‘el kamerası’nı kullanırken bu tekniğe bilinç katabilen minimalist yönetmenler arasına adlarını altın harflerle yazdırmasını sağlıyor.

        FİLMİN NOTU: 6.8

        Künye:

        Bisikletli Çocuk (Le Gamin au Vélo / The Kid with a Bike)

        Yönetmen: Dardenne Kardeşler

        Oyuncular: Thomas Doret, Cécile De France, Jéremie Renier, Fabrizio Rongione

        Süre: 87 Dk.

        Yapım Yılı: 2011

        HERKESİN ‘PARÇA’SI KENDİNE

        Fransa bir ‘hukuk’ devletidir derler. Klapisch ise buna katılmakla birlikte Paris’in ve onun banliyösü Dunkirk’ün arasında bir ‘sosyal damar’ın var olduğunu, insanların da bunun içinde yaşam mücadelesi verdiğini vurgulamış. “Acı Tatlı Tesadüfler” orijinal isminin ‘pastadaki benim parçam’ anlamından yola çıkarken, her sınıfa mensup bireylerin adeta ‘kapkaç’ yaparak ‘kendi’ yolunu aradığı bir dünyanın portresi çiziyor. Bu noktadan brokerlık müessesesinin insanlığa verdiği zararları da incelemeye koyulup keskin bir modern toplum taşlamasına kadar uzanıyor. Nihayetinde herkesin kendi payını almak istediği bir dünyanın filmi bu!

        Dünya sinemasının kodlarına baktığımızda ‘Fransa’ daha çok ‘auteur yönetmenler’ odaklı bir görünüme sahiptir. Ancak bu bütünün içinde özellikle son 10 yılda gelişen bir ‘popüler’ alanın varlığı da kabul edilir. Cédric Klapisch ise bu dönemde Amerikan ana akım anlatı sinemasının metotlarını en iyi uygulayan yönetmenler arasında. Zaten 1990’larda çıksa da “İspanyol Pansiyonu” (“L’Auberge Espagnole”, 2002) ile parlayan yönetmenin kendine özgü dünyası her zaman hissedilmiştir.

        Fransa’nın temelinden bir şehir-taşra çekişmesi

        Dizi estetiğiyle donatılmış “Paris”i (2007) saymazsak bu durumun bütün filmlerinin çevresini doldurduğunu görebiliriz. “Acı Tatlı Tesadüfler” (“Ma Part du Gâteau”, 2011) de Fransa’daki sosyal düzenin içinden fışkıran bir durum komedisi depolaması sunuyor. Gilles Lelouche’un şehirde ikamet eden, sömürücü banka brokerı tiplemesiyle ‘kent burjuvazisi konformizmi’ni masaya yatırırken, Karin Viard’ın taşrada yaşayan çok çocuklu ailenin fabrika işçisi annesi tiplemesiyle de bir sınıfsal mücadeleyi incelemeye koyuluyor.

        Öyle ki filmin kökenleri; ‘merkez Paris’ ile Fransa’nın doğusunda Belçika’ya sınırı olan unutulmuş ‘işçi bölgesi Dunkirk’ arasında bir sosyolojik çekişmeyi canlandırıyor. Yönetmen, “Acı Tatlı Tesadüfler”i, bakış açısı kamerasını pasta tabağının içine yerleştirerek açıyor. Bu noktada ilk olarak kadın karakterin aile saadetinde yaşadığı mutluluğu, pastel renkleri ve teleobjektif (kameraya takılan dar ölçekli mercekler) tercihlerini görüyoruz.

        Modern toplum eleştirisi için hınzır bir sinema dili

        Bunun devamında ondan her zaman alışık olduğumuz hızlı çekim odaklı açılış jeneriğinde de nesnel bir ‘modern dünya’ya adapte olma süreci mercek altına alınıyor. Buradan ‘pastadaki benim parçam-payım’ lafının içi yavaş yavaş dolmaya başlıyor. Erkek karakterine o sözü ofisinde söyleten Klapisch’in amacı ‘kendi parçasını isteyen bireyler’in hikayelerine odaklanmak esasen. Onlar soyut ve direk bir ilişkiyle iç içe geçince de olanlar oluyor.

        Ailesiyle yaşayan komün ve çekirdek hayata bağlı ama geçim sıkıntısı çeken kadın France ile gecelik ilişkilerde formunu korurken bir de çocuk babalığı yapan Steve Delarue’nün ‘kesişen yollar’ı filmin değişimini belirliyor. Zira bu noktada “Modern Zamanlar” (“Modern Times”, 1936) kıvamında bir sanayileşme eleştirisi depolayan eserin, birbirini sömüren bu karakterlerin üzerine gittiği açığa çıkıyor.

        Boşluklar ile canayakanlık arasındaki uçurum çok mu net?

        Aynı zamanda araları dingin flashbacklerle ve montaj sekanslarla dolduran yönetmenin hikaye anlatma amacı da kendini belli ediyor. Bir bakıma New York’taki Manhattan-New Jersey farkına uzanan bu durumun, romantik-komedi, dram ile durum komedisi arasından sıyrılan bir düstur belirlediği görülebiliyor.

        Klapisch’in Steve için ‘boşluk’ları, ‘grinin tonları’nı, sessizliği ve daha geniş ölçekli mercekleri öne çıkardığı, France için ise bol sesi, rengarenk bir portreyi ve canayakınlığı devreye soktuğu evrenler beraberinde zıt kutupların buluşmasını getiriyor. Finale doğru ilerledikçe bu ikilinin en olmayacak platformda Hollywood geleneğinin ‘kendini iyi hisset’ stratejilerinin çok uzağında konuşlanan bir ‘kendi hayatını kurma’ düşüncesine yaslandığı kesin. Bu da realist bir temelin zeminini hazırlıyor.

        Borsacılık ile fabrika işçiliğinin ortak paydası ne?

        Birinin hikayesinde dolandırıcılık ve ikiyüzlülük öne çıkıp insanların kaderiyle oynanırken diğerininkinde ‘yaşamak için para arayışı’ devreye giriyor. Klapisch, Steve ile onun yanına giren hizmetçi France arasındaki ilişkide gerçek bir ‘sinema dili’ sıkıştırıyor araya. Bir süre sonra herkesin kendi parçasını aradığı hayatta birbirinin tercihlerini kestiremediği çıkışsız bir yola giriyoruz. Yaşayış tarzlarından çocuklara yaklaşıma, günde 100 avroya kazanmaya verilen tepkiden gecelik ilişkiye kadar arka planda katıksız bir sosyolojik analiz akıyor.

        Yönetmenin buradan ‘kendini iyi hisset’ sonundan ziyade gerçekçi bir yöne odaklanarak yol alması ise filmin amacını belirliyor. Polislerin de fabrika işçilerinin de aşkın da devreye girdiği kapanış sekansı ise modern toplum eleştirisi aşılayan zeki-hınzır sinema dilinin ‘tamamlayıcı’ halkasına dönüşüyor. Hem de “Oyunun Sonu” (“Margin Call”, 2011) gibi son dönem filmlerden daha engebeli ve doğru bir dille, borsacılık ile fabrika işçiliğinin arasından bir ‘ortak payda’ çıkartaraktan...

        FİLMİN NOTU: 6.1

        Künye:

        Acı Tatlı Tesadüfler (Ma Part du Gâteau / My Piece of the Pie)

        Yönetmen: Cédric Klapisch

        Oyuncular: Gilles Lelouche, Karin Viard, Raphaële Godin, Audrey Lamy, Kevin Bishop, Marine Vacth

        Süre: 109 dk.

        Yapım yılı: 2011

        KAMERA SALLANMALARININ ‘ÇÖP’ GÖSTERİSİ

        Kullanışlı Canon 7D fotoğraf makinesinin deneysel sallanmalarından oluşan müzikli bir potpuri. “Mikrofon”, Batı (ABD) ile Doğu (Mısır) arasındaki müzik ve alışkanlık farkları üzerinden yürüyen iyi bir belgesel olabilirmiş. Ancak bu haliyle film demeye bin şahit isteyen 120 dakikalık bir ‘işitsel ve kamerasal mastürbasyon’dan öteye gidememiş. Demek ki ucuz kameralar her şeyi çözemiyor. ‘En azından senaryo olsaydı’ deyince de karşınıza dimdik bir duvar çıkıyor.

        2009 tarihli “Heliopolis” ile uluslararası festivallerde adını duyuran Ahmet Abdalla ikinci beyaz perde serüveninde bir deneye imza atmış. Ancak işin doğrusu yönetmenin uğraştığına -ki ne kadar uğraştığından bile şüpheliyiz- değmemiş. Zira “Mikrofon”un (“Microphone”, 2010) temelindeki; ABD’den memleketi Mısır’a, doğduğu İskenderiye’ye gelen bir adamın ‘müzik konusunda yaşadığı kültür boşluğu’ üzerinden dramatik arayışı ilginç kabul edelim.

        Lüks Otel”de daha iyi kullanılmıştı

        Ancak böylesi konular başta bizim “Anadolu’nun Kayıp Şarkıları” (2010) olmak üzere belgesellerin damarını oluşturmuştu daha önce. Hem de orada ortaya çıkan sonuç, buradaki oluşumun seviyesinin bir hayli üzerinde. Üstüne üstlük yönetmen tanımını yapması zor olan Abdalla, bunu aynı kameranın kullanıldığı bizim eleştirilen “Lüks Otel”den (2011) bile daha zayıf, daha omurgasız ve daha hikayesiz bir deneme ile taçlandırmış. Kendisinin ortaya çıkan bu sonucun farkında olduğunu sanmıyoruz. Fakat “Mikrofon”, sadece birkaç saatte çekilmiş gibi duruyor.

        Video kaydetme işlevine de bürünen son teknoloji Canon 7D fotoğraf makinesinden faydalanan eserin, neler yaptığı belli olmayan bir karmaşanın içinde ses-müzik skalasını dahi ziyan ettiği ortada. Bu da 120 dakikaya uzanan süresiyle, eserin ‘film olmayan bütün’ünü daha da çekilmez hale getirmiş. Olsa olsa müzik belgeseli olabilecek proje hiçbir şeye benzemeyen ‘kamera sallanmaları’nın ötesine geçememiş.

        Bu da temelleri olmayan Mısır sineması adına ‘üçüncü dünya ülkesi’ tanımını hatırlamamıza yol açmış. Abdalla’yı uyaralım, eğer her sene film çekmeyi sürdürürse eninde sonunda kendini festivalsiz bulabilir. Zira sosyopolitik mesele, uluslararası isim ya da oryantalist ülke görüntüsü bir yere kadar satabiliyor.

        FİLMİN NOTU: 0.6

        Künye:

        Mikrofon (Microphone)

        Yönetmen: Ahmet Abdalla

        Oyuncular: Halit Abol Naga, Menna Shalabi, Hany Adel, Yousra El Lozy

        Süre: 120 Dk.

        Yapım Yılı: 2010

        KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU

        Alacarakaranlık Efsanesi: Şafak Vakti Bölüm 1 (The Twilight Saga: Breaking Dawn – Part I): 7.1

        Allah’ın Sadık Kulu: Barla: 3.5

        Almanya’ya Hoşgeldiniz... (Almanya – Wilkommen in Deutschland): 5.5

        Anadolu Kartalları: 2.2

        Aşkın Formülü Yok (Simple Simon): 6

        Ay Büyürken Uyuyamam: 0.8

        Behzat Ç. Seni Kalbime Gömdüm: 3

        Beni Unutma: 4

        Bendeyar: 1.8

        Bir Gün (One Day): 6.3

        Bir Zamanlar Anadolu’da: 7.7

        Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi: 7.5

        Conan (Conan the Barbarian): 4.9

        Çelik Yumruklar (Real Steel): 2.8

        Çılgın Aptal Aşk (Crazy, Stupid, Love.): 6.1

        Dedemin İnsanları: 5.5

        Gelecek Uzun Sürer: 5.5

        Görünmeyen: 5.5

        Hayat Ağacı (The Tree of Life): 9.7

        Hayat Sana Güzel (The Change-up): 3.8

        Hediye Operasyonu (Arthur Christmas): 3.8

        Hugo: 7.3

        İkili Oyun (The Double): 4.1

        İntikamın Bedeli (Seeking Justice): 6

        İstanbul (Isztamboul): 4.2

        İz (Reç): 4.8

        Jane Eyre: 4

        Johnny English’in Dönüşü (Johnny English Reborn): 4

        Kazanma Sanatı (Moneyball): 6.1

        Kule Soygunu (Tower Heist): 4.3

        Mavi Pansiyon: 5

        Musallat 2: 5.3

        Oyunun Sonu (Margin Call): 3.5

        Ölümsüzler: Tanrıların Savaşı (Immortals): 6.5

        Paranormal Activity 3: 5

        Paris’te Gece Yarısı (Midnight in Paris): 5.8

        Salgın (Contagion): 7.4

        Şey (The Thing): 3

        Tehlikeli İlişki (A Dangerous Method): 5.5

        Tenten’in Maceraları (The Adventues of Tintin): 5

        Üç Silahşörler (The Three Musketeers): 4.1

        Yangın Var: 4.7

        Zamana Karşı (In Time): 6.9

        Zirveye Giden Yol (The Ides of March): 6.3

        Not: Yıldızlar, 10 üzerinden verilmektedir.

        keremakca@haberturk.com

        Diğer Yazılar