Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        ‘Eylem’ adlı bir kadın karakter, ‘Kurtuluş Son Durak’ adlı bir mekan, abartılı makyajla ve dışa dönük performanslarla doldurulmuş oyuncular, yetenekli bir yönetmen ve ‘kadına uygulanan şiddet nasıl önlenir?’ önermeli bir senaryo. “Kurtuluş Son Durak”, feminizmi savunacağım derken bunun kıvamını tutturamamış bir film. Zira ‘vigilante film’ (intikam filmi) dediğimiz şiddeti körükleyen formülün dramatik damarını o kadar tek boyutlu uygulamış ki senaryo ile oyuncuların yönetmenin elinden geçtiğine inanamıyorsunuz. Yusuf Pirhasan, rejisi ile bu durumu bertaraf etmek istediğinde ise eldeki dağınık bütünün zararlarını görmüş. Böyle olunca da “Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi” ve “İnşaat” gibi son yıllardaki yetkin yerli kara komedileri aratan bir işle yüzleşiyoruz. Üstelik feminist düşünceyi savunmak isterken kadın kimliğini de basit yollar kullandığı için istemeden ayaklar altına alan “Kurtuluş Son Durak”, hem anti-feminist, hem de şiddet yanlısı bir filme dönüşmüş.

        Afişine bakınca Hollywood’da geniş kitleye ulaşan kadın filmlerinin (chick-flick) bir türevi olduğunu düşünsek de işin doğrusu “Kurtuluş Son Durak”ın sadece görünümü öyle. Kabul etmeliyiz ki sözü geçen eser; “Bir Alışverişkoliğin İtirafları” (“Confessions of a Shopaholic”, 2009), “Gelin Savaşları” (“Bride Wars”, 2009) ve “Nedimeler” (“Bridesmaids”, 2011) gibi stüdyo işi eserlerin kitlesine uygun rengarenk posterinin yarattığı ‘pespembe’ tabloyu, en azından ilk 20-25 dakikasında yerine getiriyor. Ancak işin aslı öyle değil. Zira projenin çıkış noktasında başka şeyler yatıyor aslında.

        Kadının gördüğü şiddeti kadın eli engelleyebilir mi?

        Barış Pirhasan’ın oğlu Yusuf Pirhasan imzalı yapıt, bir anlamda toplumda kadına uygulanan şiddete ya da cinsel ayrımcılığa karşı bir omurgaya uzanma peşinde. O doğrultuda da altı kadın karakteri aynı çatı altında birleştirmeyi hedefliyor. Belçim Bilgin’in canlandırdığı Eylem’in arabayla sahneye girişinden itibaren bu duyguyu hissedebiliyoruz. Zira onun üzerine eklenen ‘bir araya gelen kadınların görüntüsü’ ve ‘apartmana giriş anı’nın izinde sinemaskop oranında bir hikaye anlatma sineması örneği izleyeceğimizi düşünüyoruz.

        “Kurtuluş Son Durak”ın bütünü de genel çerçevelerine bakınca bu açılışı karşılıyor. Öyle ki öyküsünün köşelerinden ve izinden rahatlıkla idrak edilebilecek proje, ‘kadına uygulanan şiddete nasıl karşı çıkılabilir?’ ya da ‘kadının gördüğü şiddeti kadın eli engelleyebilir mi?’ sorusunu inceliyor. Böyle bir soru, cümle ya da söylem arayışıyla herhangi bir filme girmek gayet doğal. Ancak bu konuda sinemasal düşünceyi harekete geçirmek için belli yollardan geçmek şart.

        Albenili karakterler dramatik yapının yönelimini şaşırtmış

        Öncelikle neredeyse tek mekanda altı karakterin ‘cinayet’ işlemeye yönelen hikayesinin bir olay örgüsüne sahip olması gerekiyor. Ardından karakterlerin tamamının geçmişleri ve psikolojik gel-gitleriyle bir ‘senarist mürekkebi’ tatması geliyor. Bunların arkasına da yönetmenin cinayet olaylarına yaklaşırken inandırıcı olması şıkkı eklenebilir. Elbette bu sözünü ettiklerimiz bitince; ‘erkeklerin dışladığı, insan yerine koymadığı kadınlar’ sürecinin beraberinde getirdiği metaforik ve prototipsel göndermelerin derinlikli hale getirilmesi kuralı karşımıza çıkıyor.

        İşin doğrusu “Kurtuluş Son Durak”, önceki özellikleri de hakkıyla yerine getirmekten uzak görüntüsünün yanında daha isminden başlayarak bu son motivasyonun ölçüsünü fazlaca elinden kaçırmış gibi duruyor. Aslında albenili ve rengarenk karakterler sunma hedefine ulaşmış. Ancak bu durum filme yanlış bir ivme kazandırmış. Zira Belçim Bilgin’in peruklu karakterinin niye ve ne sebeple öyle bir makyaja sahip olduğunu anlamadan apartmandaki diğer ‘erkek mağduru’ kadınların da ‘bayağı (kitsch) makyaj tasarımları’na ve ‘abartılı kostümler’ine tanıklık ediyoruz. Bunun sebebinin üst sınıfın ya da Etiler-Levent kitlesinin yozlaşması olabileceğini düşündüğümüzde ise senaryonun yüzeyinde içine girecek bir sosyolojik yol bulamıyoruz.

        ‘Vigilante film’in şiddeti destekleme tuzağına düşmüş

        Zaten Pirhasan’ın ilk sorunu Bilgin’in peruklu karakterinde hikayeye yama duran performansının yanında, Demet Akbağ’ın sonradan eklenmiş izlenimi veren karakterinin işlevsizliği olmuş. Bunlara ‘kadına şiddet’in yanında ‘yatalak koca’ veya ‘kılıbık koca’ sahibi kadınların da katkısı eklenince ise bir bakıma hedeften sapılmış gibi. Bir süre sonra yükselen ‘erkeklerden intikam alalım’ önermeli ‘vigilante film’ (70’lerde ABD’de hakim olan intikam filmi türü) dokusu ise ‘kadınları şiddete yönlendirerek nasıl feminizm yapacaksın?’ sorusunu akla getiriyor.

        Çünkü bu rengarenk pembe diziden kopmuş karakterlerin bir anda ‘karanlık’ yanlarının açığa çıkmasının, ‘yönetmenlik’ duruşu açısından yaratıcı çözümler ürettiği kesin belki. Zira şiddeti flashbackle veya televizyondaki canlı yayına locked-down shot tekniğiyle (kamerayı ana akıştan kopararak olduğu yerde sabit tutma tekniği) odaklanarak yansıtma gibi görsel zeka pırıltıları görebiliyoruz Yusuf Pirhasan’dan. Ancak her şey bununla bitmemiş. Öyle ki bir süre sonra karakterlerin ve senaryonun farklı kollardan yükselmesiyle belirginleşen ‘karmaşa’nın inandırıcı olmayan bir tablo servis ettiği görülebiliyor. Bu bağlamda Damla Sönmez’in Tülay karakterine uygulanan şiddetin üzerine gidilmesi tercih edilseydi ‘her erkek kötü olmak zorunda’ gibi karton tabanlı bir iskelete gerek kalmazmış örneğin.

        Onur Ünlü ve Ömer Vargı’nın kulakları çınlamış mıdır?

        Bu zaaflar da filmi yerli kara komediler arasında ne “Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi”nin (2011) sitcom estetiğiyle yakaladığı TV eleştirisi izleğine, ne de “İnşaat”ın (2003) dikkat çekici sosyolojik alt metinlerine yanaştırıyor.

        “Mezarını Derin Kaz” (“Shallow Grave”, 1994) tabanlı hikaye sebebiyle Ünlü ve Vargı’nın kulakları çınlamış mıdır orasını bilemeyiz. Ancak “Kurtuluş Son Durak”ın, ‘kadınların son kurtuluş mekanı’na bağlanan ve çiğ sembolizmde sınır tanımayan isminden sondaki didaktik mesajlarına, Eylem adlı bir ana karakter kullanmasından kadınları tanımlama biçimine kadar gerçek bir söylem belirleme sıkıntısı var.

        Feminist bir ideolojiyi takip ederken, onu ‘kadınları erkeksileştirip adam öldüren, vahşi varlıklara dönüştürmek’ veya ‘erkek karakterleri eşcinsel kimliklere sıkıştırmak’ olarak algılamak en kolaycı yoldur. Bu durum hem eşcinselleri hem de kadınları töhmet altında bırakabilir. Yusuf Pirhasan da ilk filmini çekmenin zararlarını görüp böylesi yönelimler gösterirken, sanki olay örgüsü eksikliği sebebiyle ortada kalan kaliteli oyuncuların ‘kendi şovları’nı yapmasına engel olamamış gibi. Senarist baba Pirhasan’ın ise 80’lerdeki Atıf Yılmaz filmlerinin kadın tablolarından sonra bir hayal kırıklığı yarattığı şüphesiz.

        Kurtuluş Savaşı filmi değil!

        Tüm bunlar “Vay Arkadaş” (2010) gibi geçen seneki biçimci kara komedi örneğimizin bile seviyesine gelemeyen eseri; absürt, aykırı, feminist ve kara sıfatlarından beslenen bir binayı inşa etme arayışında yarıda bırakmış. İsmini görürseniz Kurtuluş Savaşı filmi sanıyim demeyin! Ama burada kadınların verdiği ‘intikam’ mücadelesi o kadar sakil ve boyutsuz ki ‘ideolojik’ açıdan çok aykırı kaçmayabilir bu yanılsama. Zira filmi izlerken kendimizi birkaç Nikita veya onların başrolü kaptığı “İçimdeki Yabancı” (“The Brave One”, 2007) ile “Kaçış Planı” (“The Next Three Days”, 2010) gibi şiddet yanlısı Hollywood ürünlerinin içinde zannediyoruz.

        Baba ve oğul Pirhasan da belli ki, son dönemde intikamın ahlaki ve vicdani boyutu üzerine kafa yoran “Nar”ı (2011) izleyip Ümit Ünal’ın metninden ve bakış açısından beslenmeliymiş. Zira en azından oradaki duruş buradakinden daha sinemasal ve incelikli.

        FİLMİN NOTU: 4

        Künye:

        Kurtuluş Son Durak

        Yönetmen: Yusuf Pirhasan

        Oyuncular: Belçim Bilgin, Damla Sönmez, Asuman Dabak, Nihal Yalçın, Ayten Soykök, Demet Akbağ, Mete Horozoğlu, Ahmet Mümtaz Taylan, Yavuz Bingöl

        Süre: 103 dk.

        Yapım yılı: 2011

        GİZEMLİ BİR PORTO RİKO SERÜVENİ

        Neredeyse 1960’lardan kopan bir hippie olarak anılabilecek Hunter S. Thompson, öncülüğünü yaptığı ‘gonzo gazeteciliği’nin temsilini sunan romanlarıyla da alternatif bir kitle edinmiştir kendisine. Sinemada “Vegas’ta Korku ve Nefret” ile bilinen figürün 2011 tarihli “Tutku Günlükleri” uyarlamasında ikinci kez Johnny Depp’in vücudunda can bulduğu görülebiliyor. Bu uyarlama öncekine göre daha gerçekçi ve gizemli akarken, tutarlı karakterlerden ve dışa dönük performans yetisine sahip oyunculardan yükselerek bir yere oturmuş. “Withnail & I” ile Thompson’ın ruhuna benzer bir düşünceyi İngiliz diyalog komedisinde canlandıran kült yönetmen Bruce Robinson’ın tutumu ise belli ki buraya yakışmış. “Tutku Günlükleri”, Eisenhower dönemiyle ilgili yakaladığı politik damarıyla da ilgiyi hak ediyor.

        Gonzo gazeteciliğinin yani muhabirlikte ‘olayları bakış açısından yorumlama’ serbestliğinin veliahtı olan Hunter S. Thompson, bu durum üzerine giden romanlarıyla da tanınan bir figür. Genelde buradaki Kemp karakterinde görüldüğü gibi bu duruşun çerçevesine belirlese de ‘temsil’in tanımını yapan karakterlerle adını kalkındıran bir isim. 2008 tarihli “Gonzo: The Life and Work of Dr. Hunter S. Thompson” belgeselini izleyenler onun; kült ve alternatif bir simaya dönüşürken alkol, LSD, meskalin, kokain ve uyuşturucu ile ne kadar iç içe kaldığı hatırlayacaklardır.

        Gilliam’ınkinin çok uzağında bir yaklaşım

        Bu da Thompson’ı 1960’ların ‘Yeni Çağ’ döneminde özgürlükçü bir gazeteci kimliğine büründürmüş ve bu zaman dilimine paralel bir hayatın kollarına bırakmıştır. 1998’de Terry Gilliam’ın imzasıyla karşımıza gelen “Vegas’ta Korku ve Nefret”in (“Fear and Loathing in Las Vegas”) ardından 2011’de “Tutku Günlükleri” (“The Rum Diary”) ile bu nev-i şahsına münhasır ismin ikinci önemli perde uyarlamasıyla yüzleşiyoruz. Gilliam’ın ‘psikadelik’ aykırılıkların boyutlarını abartan ve gerçeküstücülüğün üstümüze üstümüze geldiği biçimci filmini hazmetmek pek kolay değildi belki. Ancak yönetmenin bellek dünyasıyla ve objektif kullanımlarıyla bir saygıdeğerlik aşıladığı da şüphesizdi.

        Burada ise Bruce Robinson belli ki metni öne çıkarıp Thompson’ın ‘gerçeklik’ algısını reddeden zihninden fışkıranları, doğal renklerle ve dingin bir yönetmenlik stiliyle büyük perdeye aktarmak istemiş. 1960’ların özgür düşünce platformunda Porto Riko kaynaklı bir gazeteye giren Kemp’in orada ikamet eden Amerikalı zengin karakter Sanderson’ın izini sürmesi ana meseleye dönüşmüş.

        Kalıcı sulara açılmasa da oyuncularının performansıyla sivrilmiş

        Bu açıdan fazlasıyla yaratıcılık dönemi krizi filmlerine benzeyip gizem türüne yanaşan “Tutku Günlükleri”, “Hint Noktörnü” (“Nocturne Indien”, 1989) gibi bir Alain Corneau klasiğinin serbestliğine yönelmekten ziyade özüne sadık bir uyarlama sunmayı tercih etmiş. Bu da gizemi bir yere kadar götürüp etraftaki kafadan kontak karakterlerin ihtişamıyla ‘akıcılık’ katmış filme. Bu noktada oyunculardan büyük destek alındığı çok açık.

        Göz nezlesi olduğunu söyleyen Kemp’in güneş gözlüğüyle bütün filmi geçirmesinin yanında gazete patronunu canlandıran Richard Jenkins’den sessiz arkadaş Michael Rispoli’ye, sürekli uçmuş prototipiyle öne çıkan Giovanni Ribisi’den fettan tipiyle erotizm aşılayan Amber Heard’e kadar gerçek bir dışa dönük (external) oyunculuk gösterisi sunulmuş. Buna paralel olarak 80’lerin kült komedi figürü Robinson’ın ipi zaman zaman eline aldığı görülebiliyor.

        Kült İngiliz diyalog komedisi omurgası canlılık getirmiş

        Onun belleksel, böylesi performanslardan güç depolayan, orta ölçekli mercekleri kullanan ve doğal renkleri öne çıkarıp yormayan İngiliz diyalog komedisi atmosferinin buraya keskin bir uyum sağladığı hissedilebiliyor. Bu durum 1987 tarihli eşcinsel okumalara da açılan Robinson imzalı kült “Withnail & I”da 60’lar dünyasında yalnızlık ve şah-şöhret analizi adına yapılanları, bu sefer Thompson evreninde canlandırmış. İşin doğrusu burada yönetmenin bildiğimiz içine kapanık stili, bir canlılık ve dinamizm kazanmış.

        Yaratıcının senaryosunun katkısıyla gelen, eşcinsellik ve cinsellik odaklı espriler eğlenceli bir sinemasal temsile kavuşurken; herkesin ‘alter ego’ olabileceği dramatik yapı da hatırı sayılır bir oyalayıcılık aşılamış. “Tutku Günlükleri”nde cinsiyetler arası çekişme ve zengin-fakir rekabeti hakkıyla yerine getirilmesi ise diyalog komedisindeki söz oyunlarına fayda sağlamış. Tüm bunların sonucunda “Salvador” (1986) ve “İşkolik” (“The Paper”, 1994) gibi sıradan gazeteci filmlerinden biri ile yüzleşmediğimiz kesin.

        Amerikan sömürgeciliği üzerine söyleyecekleri var

        Buna istinaden Robinson-Thompson ikilisinden çıkan bu ürünün, gerçek anlamda Orta Amerika’daki ‘tek başlı zengin Amerikalı’ sömürgeciliği konusunda iğneleyici bir damardan oklarını Eisenhower yönetimine yönlendirdiği görülebiliyor. Bu durum genelde ırkçılığa fazlaca gebe olan bir melez bölgeyi, aksi istikamette bir politik düşüncenin merkezine yerleştirmiş. Aaron Eckhart’ın ‘külhanbeyi’vari tiplemesi buna destek verirken, yöre insanlarının eşit yansıtılması bu muhalefetin köklerini derinleştirmiş.

        Bunun yanında LSD’nin patladığı 1960’larda filizlenen portrenin o yöne kayması da bir tutarlılık getirmiş. “Tutku Günlükleri”, sinema tarihinde gördüğümüz gibi yine Thompson’ın ruhunu yüzde yüz anlamda yakalayan bir yönetmene sahip değil belki. Hatta filmin 120 dakikalık süresinin belli bölümlerinde özellikle tonlamada ve olay örgüsünde sarkmalarla yüzleştiği görülebiliyor. Ancak en azından metnin dokusuna müdahale etmeden hikayenin derinliklerindeki mesajları verebildiği ortada. Bu da bir bakıma eserin dramatik boşluklara-eksiklere rağmen değerini arttırmış ve Gilliam’ın uyarlaması ile farkını ortaya koymuş.

        FİLMİN NOTU: 5.5

        Künye:

        Tutku Günlükleri (The Rum Diary)

        Yönetmen: Bruce Robinson

        Oyuncular: Johnny Depp, Amber Heard, Aaron Eckhart, Michael Rispoli, Richard Jenkins, Giovanni Ribisi, Amaury Nolasco

        Süre: 120 dk.

        Yapım Yılı: 2011

        RUSYA’YA BİRLİK ÇAĞRISI

        Son dönemde 11 Eylül saldırıları ve Irak Savaşı ile birlikte başlayan Müslüman fobisinin devamında Hollywood’da ‘öteki’ tanımı değişti. Bu doğrultuda da ‘uzaylı istilası filmi’ örnekleri artarak ‘siyasi beyin yıkama’ sürecini başlattı. “Karanlık Saat” ise bu eserlerin arasında “Dünya İstilası: Los Angeles Savaşı” ile birlikte en sinsisi. Filmin amacı Moskova’dan seslenirken ‘nükleer silahını kap, savaşa beraber girelim’ düşüncesiyle Rusya’ya bir birlik çağrısı yapmak ve yeni düşmana karşı eskisiyle aynı saflarda olma önerisini getirmek. Yönetmenlik koltuğunda Chris Gorak gibi stüdyolarda geleceği olmayan bir isim oturunca da filmin, ‘gençler’in bilinçaltına sızma adına meşhur strateji oyunu Team Fortress’ın 89 dakikalık süresinin ötesine geçmediği görülebiliyor.

        “Tehlikeli İlişkiler” (“Close Encounters of the Third Kind”, 1977) kıvamında bir uzaylı istilası filmi servisinin sözünü veren “Karanlık Saat” (“The Darkest Hour”, 2011), kabul etmeliyiz ki ilk 20-25 dakikasında gördüğümüz ‘atmosfer altyapısı’nın geri dönüşünü alıyor. Chris Gorak’ın “Right at Your Door” (2006) ile aşıladığı el kamerası eğilimi ve yönetmenlik yetersizliği; salgın filminden uzaylı istilası filmine taşıması ise zor olmamış. Zira bir yere kadar gelen ‘hiçlik’ ve ‘ötekisizlik’ duygusu, zamanla kendisini bilgisayar oyunu kıvamında bir esere bırakmış.

        Team Fortress mı oynuyoruz, film mi izliyoruz?

        Huylu huyundan vazgeçmezmiş derler. Zira 16 mm ve 1.85:1’den, HD’ye ve sinemaskopa transfer olunca dahi Gorak’ın kapasitesi olduğu yerde kalmış. “Karanlık Saat”in albenisini de bu koşulda birazcık yapımcı Bekmambetov’un dinamikliği ve fikri ile idare etmiş gibi. Bir yere kadar ‘karanlıklar’ içinde ilerleyen eserin, ‘uzaylı istilası filmlerinin Cloverfield’ı’ izlenimini verirken bir noktadan sonra ‘ışınlardan kaçarken kalkanını unutma filmi’ne dönüştüğü çok açık.

        Zira bir şekilde uzaylıların bakış açısından yükselen siyah-beyaz dokunun ve onların ‘siyah tonlu’ yaratık tasarımlarının, filme göre ‘peçeli Müslümanlar’ı temsil ettiği ortaya çıkıyor. İşin doğrusu aksiyon açısından değerlendirince “Karanlık Saat”; bilgisayar başında Half Life, Quake, Team Fortress gibi strateji oyunlarının 89 dakikasını izlermiş hissiyatı yaratıyor. Filmin buna paralel olarak da “Dünya İstilası: Los Angeles Savaşı” (“Battle: Los Angeles”, 2011) tarzı propagandaya kayan emperyalist bir politik damar kazandığı görülebiliyor.

        Nükleer silahını kap da gel!

        Hikayenin ilerlemeden ‘hiçlik’le idare edip “Ben Efsaneyim”vari (“I Am Legend”, 2007) bir yol alması gerekirken, yönetmenlik koltuğunda ne Francis Lawrence ne de Matt Reeves oturmadığı için iki tarafa da taşınamadığı çok açık ortaya çıkıyor. Daha ziyade el kamerası ve az efektle yol alıp, ‘nükleer silahını kap gel, Ortadoğu’ya karşı beraber savaşalım’ dinletisinin kulağımızda çınlanmasını sağladığı söylenebilir.

        Bir anda rahatlıkla İngilizce konuşan ve herkesle anlaşabilen silahlı bir Rusun, petrolü temsil eden ‘dış’ kaynaklı enerji üretimiyle mücadelesi de bu bağlamda önem kazanıyor esasen. İnsan-öteki çatışmasının ise ‘elektriğin kaynağını yok edecek güç’ düsturuyla kurgulandığı gözlemlenebiliyor.

        Uzaylılardan tek kaçmayan Ortadoğu ülkeleri

        Bu durum ister istemez Nükleer Savaş döneminde ABD’ye çevrilen silahların şimdi Ortadoğu’ya ve Müslümanlığa yönlendirilmesi emrini alevlendirmiş. Zaten Rusya, ABD ve İngiltere’den başlayan ‘uzaylılardan kaçış operasyonu’nun Pekin’e veya Şangay’a kadar uzansa da Afrika, Asya ve Türkiye gibi Müslüman uyruklu bölgelere uğramaması şaşırtıcı değil. Her filmde gördüğümüz ‘Rus hayat kadını’ ya da ‘kötü Rus mafyası’ klişelerinin sıfır dereceye indirilmesi ve bu duruşun bir bar seviyesinde kalması da bir bakıma esas politik söylemin tabanını hazırlamaya yaramış.

        Gorak, stüdyo yetisinden habersiz bir şekilde emperyalist politikalara alet olurken adeta ‘ordu müziği’ kıvamında yönlendirici bir tema ezgisini de arkasına almış. Lafın özü “Karanlık Saat” ismiyle gizem aşılayan filmin burada konuşlandığı nokta, ya da ‘hayatımızı kapkara hale getiren Ortadoğu’ kıvamı üzücü. Böylece uzaylı yaratık istilası filmlerinde son dönemden “İstila” (“Monsters”, 2010), “Yasak Bölge 9” (“District 9”, 2010) ve “Yukarıdaki Tehlike” (“Skyline”, 2010) gibi kayda değer işleri aratan bir eserle karşılaşıyoruz. “Super 8” (2011) ile benzer düşüncelerde olması ise filmin olması istenen politik söylemin gereklerini yerine getirdiğini özetlemeye yarıyor.

        FİLMİN NOTU: 3.3

        Künye:

        Karanlık Saat (The Darkest Hour)

        Yönetmen: Chris Gorak

        Oyuncular: Emile Hirsch, Olivia Thirbly, Max Minghella, Rachael Taylor, Joel Kinnaman, Veronica Ozerova

        Süre: 89 Dk.

        Yapım Yılı: 2011

        KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU

        Acı Tatlı Tesadüfler (Ma Part du Gateau / My Piece of the Pie): 6.1

        Acımasız Tanrı (Carnage): 1.9

        Alacarakaranlık Efsanesi: Şafak Vakti Bölüm 1 (The Twilight Saga: Breaking Dawn – Part I): 7.1

        Allah’ın Sadık Kulu: Barla: 3.5

        Anadolu Kartalları: 2.2

        Aşk ve Devrim: 3.9

        Aşkın Formülü Yok (Simple Simon): 6

        Ay Büyürken Uyuyamam: 0.8

        Beni Unutma: 4

        Bisikletli Çocuk (Le Gamin au Vélo / The Kid with a Bike): 6.8

        Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi: 7.5

        Dedemin İnsanları: 5.5

        Gelecek (The Future): 7

        Gelecek Uzun Sürer: 5.5

        Hayat Ağacı (The Tree of Life): 9.7

        Hayat Sana Güzel (The Change-up): 3.8

        Hediye Operasyonu (Arthur Christmas): 3.8

        Hugo: 7.3

        İçinde Yaşadığım Deri (La Piel Que Habito / The Skin I Live In): 7.9

        İntikamın Bedeli (Seeking Justice): 6

        İz (Reç): 4.8

        Jane Eyre: 4

        Johnny English’in Dönüşü (Johnny English Reborn): 4

        Kaçış (Abduction): 4.1

        Katil Köpek Balığı (Shark Night 3D): 4.7

        Kazanma Sanatı (Moneyball): 6.1

        Kule Soygunu (Tower Heist): 4.3

        Labirent: 5.5

        Mavi Pansiyon: 5

        Mikrofon (Microphone): 0.6

        Mission Impossible: Ghost Protocol: 3.8

        Musallat 2: 5.3

        Nar: 6.1

        Oyunun Sonu (Margin Call): 3.5

        Ölümsüzler: Tanrıların Savaşı (Immortals): 6.5

        Salgın (Contagion): 7.4

        Sherlock Holmes: Gölge Oyunları (Sherlock Holmes: A Game of Shadows): 6.5

        Tehlikeli İlişki (A Dangerous Method): 5.5

        Tenten’in Maceraları (The Adventues of Tintin): 5

        Ünye de Fatsa Arası: 5.5

        Yangın Var: 4.7

        Yeni Yıl (Hjem Til Jul / Home for Christmas): 5.9

        Yılbaşı Gecesi (New Year’s Eve): 3

        Zamana Karşı (In Time): 6.9

        Zirveye Giden Yol (The Ides of March): 6.3

        Not: Yıldızlar, 10 üzerinden verilmektedir.

        keremakca@haberturk.com

        Diğer Yazılar