Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Bourne’ serisinin getirdiklerini kullanan, bunun üzerine de özgün bir çıkış noktası yerleştiren bir ajan aksiyonu. “Düşmanı Korurken” iki ajanın kuşak çatışmasından beslenen ‘koşuşturmacalı omurgası’ndan güç alırken, esasen yönetmeni Daniel Espinosa’nın ilk Hollywood projesinde parlamasıyla yükselmiş. Ancak yine stüdyolarda ilk işini veren senarist David Guggenheim’ın dramatik çatısız ve olay örgüsüz senaryosunun iki saati bulan süreyi kaldıramaması sebebiyle özellikle ikinci yarıda çokça irtifa kaybetmiş. Her şeye rağmen karşımızdaki film, Hollywood standartlarında Tony Scott ve Paul Greengrass yönetmenliğindeki işleri akla getiren, ilgi çekici ‘sığınak’ tabanıyla da oyalayan yüksek tempolu bir seyirlik sunuyor. İlerleyen dönemde anılırsa, İsveçli yönetmen Daniel Espinosa’yı ve genç yıldız adayı Fransız Nora Arnezeder’i stüdyo sistemine armağan etmesiyle anılabilir.

        keremakca@haberturk.com

        ‘Bourne’ serisinin başarısının ardından ‘ajan filmi’ çekmek belli bir formata uydurulmaya başlandı artık. Bu da nedir? El kamerası, yaralı karakterler, hız odaklı bir omurga ve fazlaca koşuşturmaca. Yani Bond filmlerinin o artık eskiyen karizmatik, her şeyi alt eden ve kusursuz kahramanı, ürün yerleştirme geleneği, ‘avantür’e kayan tür anlayışı ve Hollywood anlatısını bütün hatlarıyla kalıbına uyduran üslubu ortadan kalktı. Daha gerçekçi bir ajan filmi formülü etrafımızı sardı.

        Espinosa yabancılık çekmemiş

        “Düşmanı Korurken” (“Safe House”, 2011) de sanki arkasını bu tabana yaslayarak hareket ederken, biri yeni diğeri eski iki ajanın koşuşturmacasına odaklanıyor. Bunu yaparken ‘Bourne’ serisinin görüntü yönetmeni Oliver Wood ile ikinci halkasının kurgucusu Richard Pearson’ın ekibe dahil edilmesi şaşırtıcı değil. Bunların üzerine Daniel Espinosa gibi dördüncü filmini çeken bir İsveçli yönetmen eklenince de teknik kadro tamamlanmış gibi. Çünkü İskandinav sinemasında genelde ‘ana akım klasik anlatı sineması’ anlayışı hakimiyet kurduğundan burada esas yabancılık çekmeyen yönetmenin ta kendisi olmuş.

        Zira filmin açılışını Matt Weston’ın (Ryan Reynolds) eşiyle olan tutkulu ilişkisini ve Tobin Frost’un (Denzel Washington) sürekli kılık değiştirip ayakta kalma çabasını resmederek yapan Espinosa’nın, bu iki devreli istasyondan çıkardıkları ortada. Amacı Tony Scott’ın hızlı kurgu geleneğiyle de birazcık Greengrass-Scott ya da “Devlet Düşmanı”-‘Bourne’ serisi arasında bir yere konuşlanmak. Bunu kurgucu ve görüntü yönetmeniyle kurduğu işbirliğinden sinemaskop oranında çıkardıklarıyla kalıbına uydurduğu kesin.

        Hız kavramı memuriyetle yerine getirilmiş

        Filmin de tempo, gerilim, tansiyon ve aksiyon konusunda sıkıntısı yok. Her şey tıkır tıkır işliyor. Ancak iş günümüzün ‘hız’ düşüncesi ve buna eklenmesi gereken ‘interaktif’ yapı olunca bir geriye çekilme gerçekleşiyor. Zira Espinosa işçiliğe hakim ve stüdyolarda yer etmesi garanti duran bir memur olsa da Brian De Palma, Tony Scott gibi henüz kendi benliğini projeye yerleştirecek kimlikte bir yönetmen değil.

        Bu durum ‘sığınak’a (safe house) sıkışan Frost’un kaçışından başlayan Frost-Weston çekişmesini bir yere kadar götürüyor. Ancak bir yerden sonra ‘ajanların kuşak çatışması’nın inandırıcılık sıkıntısı çekmesiyle birlikte böylesi rötuşlara ihtiyaç duyuluyor. Espinosa her şeyi kalıbına uydurup senaryoyu harfiyen perdede canlandırmış orası kesin. Bu konuda da kare kare başarılı. “Düşmanı Korurken”i sinema derslerinde görsel analize tabi tutarsanız çok fazla malzeme elde edebilirsiniz.

        Senarist ve başrol oyuncusu ne kadar etkili olabilir?

        Ancak daha önce bir TV projesinde ismi yazan David Guggenheim’ın senaryosu sanki dimyata pirince giderken eldeki bulgurdan olmak misali bir etki bırakmış gibi. Zira hem Reynolds’ın Denzel Washington gibi böylesi filmlerin has kahramanının yanına ‘çömez’ sokma konusunda bir ‘star sistemi dolaşımı’ sağlayamaması hem de olay örgüsüzlük sıkıntısı filme zarar veriyor. Reynolds’ın yerine Sam Worthington, Shia LaBeouf gibi bu gibi ‘aksiyona meyilli kahraman’ rollerinde idare etmesini ve geride durmasını bilen yeni nesil oyuncuların seçilmesi bunların ilkini bertaraf edebilirmiş.

        Olay örgüsünün kurulmaması ise iki saati bulan sürenin özellikle ikinci yarısında ‘stadyum’ gibi iyi kullanılan hız platformu bir kenara ‘oradan oraya zıplayan’ oyuncuların işlevlerinin altını dolduramamış. Yani aksiyon senaryosunda ya da koreografisinde sıkıntı var gibi. Bunun da sebebi senaristin burada ‘sığınak’ meselesini ana fikir aşamasında bırakıp hikayeyi oluşturmak için fazla uğraşmaması. Zira ilk bölümü atlatınca karşımıza çıkan temposu yüksek sahnelerin altında yatan metin, neredeyse B sınıf dövüş filmlerinin düzeyinde tek boyutlu yazılıp yönetmenin sırtına çokça yük bindirilmesine yol açmış.

        Paralel kurgu becerisiyle yürüyen temiz bir ajan aksiyonu

        Zira Espinosa’nın ‘istihbarat teşkilatı’, ‘aileler’ ve ‘kötüler’ arasındaki üç mekanlı paralel kurguda bir andan sonra aynı şeyleri gizemsiz bir şekilde işlediği ortaya çıkıyor. Dramatik yapı da 90 dakika olsa kaldırabileceği bu omurgasızlıktan süre uzadıkça daha fazla hasar görüyor. Bu durum “Düşmanı Korurken”in işçiliği temiz bir ajan aksiyonundan öte bir noktaya ulaşmasını engellemiş. Adeta “Kassandra Geçiti” (“The Cassandra Crossing”, 1976), “Lunapark’ta Terör” (“Rollercoaster”, 1977), “Hız Tuzağı” (“Speed”, 1994) örneklerindeki ‘hız istasyonları’ndan beslenen aksiyon tabanının üzerine tuğlalar koymasına izin vermemiş.

        Yine de yönetmeninin başarısıyla izlenebilen bir blockbuster seyirliğinden bahsetmek mümkün halihazırda. Öyle ki ajan filmlerinin yeni üslubunu bünyesine geçirmekte sıkıntı çekmeyen Espinosa’nın, kalıbına uygun bir yapıt sunarken seyirciyi doyurduğu söylenebilir.

        FİLMİN NOTU: 4.5

        Künye:

        Düşmanı Korurken (Safe House)

        Yönetmen: Daniel Espinosa

        Oyuncular: Ryan Reynolds, Denzel Washington, Nora Arnezeder, Vera Farmiga, Brendan Gleeson, Sam Shepard, Robert Patrick

        Süre: 115 dk.

        Yapım yılı: 2011

        HER SİYAHA BİR ‘YARDIM ELİ’ ŞART!

        Beyazların yanında çalışan siyah hizmetçilerin hikayelerinden oluşan bir anı romanının, Kathryn Stockett imzalı bir eserin sinema uyarlaması. “Duyguların Rengi”, esas ismi “The Help”in çevirisi ‘yardımcı’ ile ‘siyahlara yardım eli uzatan beyaz’ konulu bir omurgadan ilerlemeye seçmiş. Afro-Amerikan Hareketi’ne paralel olarak 60’lar Mississippi’sinde geçen gerçek bir hikayeyi merkezine alırken, ‘ayrımcı tablo’ya korkak ve yönlendirici bir bakış atmış. Ancak tutturduğu akıcı anlatıyla bu siyasi tavrı desteklemekten çekinmeyen Tate Taylor’ın; başta Jessica Chastain, Octavia Spencer, Bryce Dallas Howard ve Viola Davis olmak üzere bütün oyuncu kadrosundan aldığı ‘aksanlı’ performanslar bir ömür boyu hafızalarda kalacak cinsten.

        1960’larda Mississippi’deki siyahi nüfusun çektiklerine odaklanan filmlerin bir yenisi. Beyaz temsili Emma Stone’un (Skeeter) Viola Davis’ten (Aibileen) ve diğerlerinden aldığı ‘beyazlarla ilişkiler’e dair anılara odaklanan “Duyguların Rengi”, orijinal ismi “The Help”ten fazlaca feyz almış ve onun ‘yardım eli’ anlamlı isminin üzerine demode bir dil inşa etmiş. Yapıt yönetmeninin tempo konusunda idare edip kendini oyunculara teslim etmesiyle bir tutarlılık salgılıyor ona şüphe yok. Hatta akıcı da olabiliyor. Ancak esasen ‘siyahların hakları’ meselesi üzerine bir çeşitleme sunmasıyla değer arz ediyor.

        Gerçek bir ayrım olmadığını göstermek için çok uğraşmış

        Zira daha önce sinemada çokça gördüğümüz ‘ikinci sınıf’ vatandaş muamelesi yapılan siyahlar, burada da ‘hizmetçi/temizlikçi’liğe itilen ve günde dokuz sentlik maaşla geçinen ‘köleler’ olarak sunuluyor. Yani Amerikan İç Savaşı sonrasında herhangi bir değişiklik olmadığı ve bir Afro-Amerikan eyleme ihtiyaç duyulduğu ‘kadın’ cinsi üzerinden mercek altına alınıyor. Siyah hakları hareketinin arifesinden insani bir olayın fotoğrafı çekiliyor.

        Ancak bunun da elbette sinema zemininde fark yaratma şansları var. Bryce Dallas Howard’ın yüksek ‘southern gothic’ (Amerika’nın güneyinde geçen filmlere adını veren formül) aksanıyla ve yüz ifadeleriyle iz bıraktığı ‘Hailee’ telaffuzu ile anılan Hilly karakterinin ‘faşizan’ tavrı, hikaye akışını sürekli bir yerinden tutup asla bırakmıyor belki. Ama onun yanında Alison Janney (Charlotte), Emma Stone (Skeeter) ve Jessica Chastain’in (Celia) karakterleri de gayet iyi kalpliler. Sevip saydıkları siyahların haklarını aramaktan ya da kendi beceremediklerini onların yeteneğine yüklemekten gocunmuyorlar. Yani ‘erkek dünyası’nın dışında bir ‘eşitlik’in peşine düşmüşlük görebiliyoruz.

        Siyahlara uzanan beyaz elinin filmi

        Film de aslında romana ve kendisine ismini veren ‘yardım’ çevirisiyle özetlenebilecek bir tanımdan yola çıkıyor. Skeeter’ın gazetecilik ve roman yazarlığı mesleğinde ilerlemek için ‘beyazların küçük duruma düşürdüğü siyahların anıları’nı topladığı ilk projesine odaklanıyor. Viola Davis (Aibilien), Octavia Spencer (Minny) derken çerçeve daha da genişliyor ve haksız yere hapse götürülen veya eşitsiz davranılan siyah sayısı artıp 20’ye kadar çıkıyor.

        “Duyguların Rengi”, esasen siyahların JFK’in yönetime geldiği devirde haklarını kazanmadan önceki mücadelelerine odaklanıyor. Afro-Amerikan Hareketi’nin arifesindeki kıvılcımı çerçevesine alıyor. Onların ‘ikinci sınıf vatandaşlık’tan nasıl çıkıp böylesi bir dönüşüm geçirdiğini, hangi ‘el’ ile kalkındıklarını inceliyor. Bu noktada filmin verdiği cevap ‘ancak beyazların yardımı ile kölelikten kurtulabilirlerdi’ olmuş. Bu açıdan pek de sağlıklı bir ideolojiye sahip değil karşımızdaki eser.

        Chastain ve Howard’a dikkat!

        Ancak bir diğer taraftan da bütün karakterleri çizme zekası, oyunculukları, diyalogları, alaycı tavrı ve oyalayıcı görsel yapısıyla 1.85:1’de komedi-dram arasında gidip gelen bir seyirlik sunmayı beceriyor. Bu da yönetmeninin TV işlerinin ötesinde bir oyuncu yönetimi zekası göstermesi ve siyah-beyaz ayrımı meselesinden çıkan fikrin çekiciği ile ortaya çıkmış.

        Özellikle Howard ile Chastain’in kendilerini tanınmayacak kılıklara soktukları ‘safkan Mississippili’ tiplerinin filme kattıkları adeta inanılmaz! Siyah-beyaz çatışmasını ele alan hikayelerin ise zaman zaman kin-nefret odağına kayması, zaman zaman yürekten yakalayacak özelliklere bürünmesi kalıbına uydurulmuş. Anlayacağınız bir denge unsuruyla tabiri caizse ‘acı tatlı’ bir omurgaya yerleştirilmiş.

        Süresinin uzun tutulması hikayenin çekiciliğini arttırmış

        Charlotte’un 30 senelik hizmetçisine yaptığını anlatan flashback ile Hilly’nin dışkıdan yapılan çikolatalı tart yediği sahne unutulmazlar arasına girebilir. Bunlar hem dram hem de mizah aşılarken filmin dramatik ve siyasi hedeflerine malzeme olmaları açısından değerli. Bu kadar önemli oyunculuklar arasında Stone’un da idare edip seviye yükselttiği söylenebilir. Zira aksan ve boyutlu karakter açısından onun da işlevleri büyük. Yaşadığı ilişkisel bütünden annesiyle elektriğine kadar her açıdan çok samimi kendisi.

        “Duyguların Rengi”nin de esas avantajı belli zaman diliminden yükselen fazlaca karakterli bir omurgaya uzanmasına karşın elini korkak alıştırmayıp 147 dakikalık süreyi bulmaktan çekinmemesi. Zaafı ise sinema yönetmenliğini yüzde yüz anlamda tutturamaması ve çaktırmadan ırkçı yaklaşımla bir şekilde o dönemde kan gövdeyi götürürken siyah-beyaz ayrımını en azından liberal bir bakışla yansıtamaması.

        FİLMİN NOTU: 4

        Künye:

        Duyguların Rengi (The Help)

        Yönetmen: Tate Taylor

        Oyuncular: Emma Stone, Viola Davis, Octavia Spencer, Jessica Chastain, Bryce Dallas Howard, Allison Janney, Sissy Spacek

        Süre: 147 dk.

        Yapım Yılı: 2011

        PRENS, ŞOV KIZI VE GENÇ ADAM

        Hollywood’un ilk ‘popüler gerçek sarışını’ Marilyn Monroe’nun 1962’deki üzücü ölümü sonrasında fazlaca sanat eserine malzeme olduğunu gördük. “Marilyn ile Bir Hafta” ise geleneği bozmayarak bu sözünü ettiğimiz sinema temsillerinin yarattığı ‘efsanenin ruhuna yakışmadı’ görüşünü tamamlamaya yarıyor. Yine de 1956’da “Uyuyan Prens”in çekimleri sırasında yaşanan ‘Colin Clark-Marilyn Monroe’ (genç erkek-olgun kadın) ilişkisini merkezine alan eserin, Michelle Williams ile Kenneth Branagh’ın ‘bir tarihi figürü vücuduna geçirme’ yetkinliğinden yükselen ‘mükemmeliyetçi karakter oyunculukları’yla dikkat çektiği söylenebilir. Kategorilerinde yılın en öne çıkan bu iki performansının Oscar’a aday olması ise sevindirici.

        Terrence Ratigan’ın tiyatro oyunundan perdeye aktarılan ve Laurence Olivier’nin pelikülde ‘teatral’ sıfatına inanışıyla sarmalanan bir screwball komedi örneği. “Uyuyan Prens” (“The Prince and the Showgirl”, 1957), şimdilerde romantik-komedi adıyla bildiğimiz bu melez türün o dönüşüm öncesi geçirdiği ‘çöküş’ sancılarından biriydi. İşin yüreğimize dokunan tarafı ise, 1962’de gizemli bir intiharla hayatını kaybeden Marilyn Monroe’nun ölümünden önceki dördüncü filmi olmasıydı bu eserin. “Marilyn ile Bir Hafta” (“My Week with Marilyn”, 2011) da işte bu sözünü ettiğimiz yapıtın İngiltere’deki çekimlerinde çalışan Colin Clark’ın yazdığı iki ‘anı romanı’ndan yola çıkıyor.

        Monroe ile ilgili gerçekliği tartışılan iki romandan yola çıkılmış

        1995’de ‘Prens, Şov kızı ve Ben’ ile 2000’de ‘Marilyn ile Bir Haftam’ kitaplarını yayımlayan yazarın aslında ortaya ‘kişisel bir bakış açışı’ koyduğu net. Simon Curtis ve Adrian Hodges gibi İngiltere’de TV piyasasında tanınan bir yönetmen ile bir senarist ise o kaynağa olan inançlarıyla projeye girmiş. BBC Films’in desteğiyle de sanki sinemaskop oranında sinema perdesine pek uygun durmayan bir iş görüyoruz.

        Bu durum şu ana kadar Marilyn Monroe ile ilgili üretilen ve ‘sonunda oldu’ dememizi engelleyen eserlerin yarattığı düşüncenin zihnimizde yeniden canlanmasına yol açıyor. Sinema salonunu bir ‘deja vu’ hissiyatıyla terkediyoruz lafın özü. Öyle ki iki romanı kaynağına alan yapıtın, Monroe’ya veya çekim sürecine hangi taraftan bakacağını bilememesi ana sorunsal burada. Esasen evli Monroe’nun Clark ile yaşadığı aşkı ‘genç erkek-olgun kadın ilişkisi’ formülü üzerinden canlandırmayı hedefleyen metnin de bu amacına ulaşamadığı apaçık ortada aslında.

        Dağınıklık ve kafa karışıklığından mustarip

        Zira burada kurulan dramatik yapının arasına sızarmış gibi giren ‘Branagh resitalleri’ veya ‘kamera arkası görüntüleri’, eldeki malzemenin ‘bir bavul dolusu’ olduğunu anlatıyor bize. Evet bu durum; ‘şöhret dünyasında iki oyuncunun kuşak çatışması’, ‘bir Hollywood filminin kamera arkasında yaşananlara bakış’ veya ‘cinsel arayış’ odağının akabileceği sözünü veriyor. Ancak Curtis ne bunlardan birini seçmeyi, ne de tamamını el almayı becerebilince; çoğu acemi biyografinin çektiği ‘dağınıklık’ sıkıntısıyla yüzleşmek durumunda kalmış.

        Böylece “Marilyn ile Bir Hafta” gerçek anlamda olmamışlık hissiyatını sanki ruhsuz genel planların varlığıyla ana akım klasik anlatı sineması konusunda da yaşamış gibi. Ya da en azından Laurence Olivier’nin 1957 tarihli filmde yönetmenlik kimliğiyle içine düştüğü ‘teatrallik screwball komediyi kurtarır’ düşüncesiyle açığa çıkan ‘demode, ağır tempolu kostümlü drama’ kokusunun buraya sindiği net diyebiliriz. Bu da ister istemez yönetmenlik ve senaryo konusundaki ‘yetkinlik’ arayışını bir kenara bırakıp etraftaki ‘şöhretli karakterler’i canlandıranlara odaklanmamızı sağlıyor.

        Yük, Williams ve Branagh’ın omuzlarına binmiş

        Öyle ki Dougray Scott’ın oynadığı Monroe’nun beş yıllık eşi Arhur Miller’ın yanında “Uyuyan Prens”in kadrosunu tam tekmil görebiliyoruz. Hatta Kenneth Branagh’ın oyuncu-yönetmen Laurence Olivier, Dominic Cooper’ın yürütücü yapımcı Milton Greene, Judi Dench’in yardımcı oyunculardan Sybil Thorndike ve Karl Moffatt’ın görüntü yönetmeni Jack Cardiff benliklerinin eşliğinde de Hollywood’un ışıltılı dünyasına kapılıp gidiyoruz. Ancak bu ‘genç erkek-olgun kadın ilişkisi filmi’ formülünün içinde; Eddie Redmayne’in “Vahşi Zarafet” (“Savage Grace”, 2007) sonrası başlayan düşüş ivmesini sürdürmesi ve onun gerçek aşkı Lucy’i oynayan Emma Watson’ın ‘Harry Potter’ zırhından kurtulamaması, yapıtın ‘performans’ yetkinliğine zarar vermiş gibi.

        Fakat Michelle Williams’ın mimiklerinden aksanına, yozlaşmasından çiğliğine, adeta tepeden tırnağa Marilyn Monroe’nun kimliğini vücuduna geçirip ona ruhunu katması olağanüstü bir oyunculuk şölenini beraberinde getirmiş. Kenneth Branagh’ın da gerçekten izini sürdüğü Laurence Olivier’nin ‘metot oyunculuğu’ üzerine yukarıdan bakan tavırlarından egosuna kadar son derece yetkin bir karakter oturtması dikkat çekici. Film de bu ikilinin omzunda yükseliyor esasen. Simon Curtis’in BBC Films etiketiyle TV projelerinden öte işlere imza atmaması gerektiği gerçeğini de tarih sayfalarına yazdırarak elbette.

        FİLMİN NOTU: 4

        Künye:

        Marilyn ile Bir Hafta (My Week with Marilyn)

        Yönetmen: Simon Curtis

        Oyuncular: Michelle Williams, Eddie Redmayne, Kenneth Branagh, Emma Watson, Julia Ormond, Judi Dench, Dominic Cooper, Derek Jacobi, Dougray Scott

        Süre: 99 dk.

        Yapım Yılı: 2011

        SANDLER İLE PACINO KARŞI KARŞIYA!

        Adam Sandler’ın erkek ve kız bireylerden oluşan ikizleri canlandırdığı bir kaba komedi örneği. Oyuncunun 2008’de başlattığı ‘aile babası’ kimliğinin bu son ayağı, yine didaktik mesaj kaygısını çizgi filmlerde görülebilecek tek boyutlu mizah ile servis etmiş. Bu da “Jack ve Jill”i Sandler’ın kariyerinin ‘tek adamlık şov’a çevirdiği veya ‘kaba komedinin dozajını fazla kaçırdığı’ eserlerinden biri haline getirmiş. Al Pacino’nun kendisini canlandırdığı karakteri ise filmi bir yere kadar götürebiliyor.

        Halihazırda Blake Edwards-Peter Sellers, Ertem Eğilmez-Kemal Sunal ve Kartal Tibet-Kemal Sunal ikilileri gibisinden bir oluşumdan söz edebiliriz. 15 senede yedi filmde beraber çalışan Dennis Dugan ile Adam Sandler’ın ‘antolojik’ bir duruşu var kabul etmek şart bunu. Hatta bu ikili, sözünü ettiğimiz beraberliklerin arasına adlarını zamanla altın harflerle yazdırabilirler. Ancak burada ele aldığımız ürünün bu birlikteliğin ‘başarı’larından biri olmadığı kesin.

        Sandler’ın kaba aile komedilerinin bir yenisi

        Zira “Jack ve Jill” (“Jack and Jill”, 2011), Adam Sandler’ın “Zohan’a Bulaşma” (“You Don’t Mess with Zohan”, 2008) sonrası başlayan ‘aile babası’ karakterlerinin bir yenisi ile yüzleştiriyor bizleri. Böylece “Gerçek Masallar” (“Bedtime Stories”, 2008) ile start alan ‘yediden yetmişe her yaştan izleyiciye hitap ederken çocukları asla unutma!’ düşünceli ‘aile komedisi’ tabanının son şubesini izleme olanağı buluyoruz. Ancak ne yazık ki bu süreçte bu durumun sinemasal anlamda olumlu yansıdığı tek örnekten söz edebiliriz. O da yeniden çevrim “Hayatım Yalan!” (“Just Go With It”, 2011).

        Öyle ki geri kalanlar için çocuklara yönelik çizgi film mizahına yaklaşan bir anlayıştan bahsetmek mümkün. Anlayacağınız Sandler’ın 1998’de “Sucu” (“The Waterboy”) ile başlattığı o toy ‘emekleme dönemi’nin yeni örneklerini sunuyor “Büyükler” (“Grown Ups”, 2010) ve “Jack ve Jill” gibileri. Üstelik üzerlerine didaktik mesaj kaygısı sorumluluğunu da alıyorlar ilk dönemin ‘kaba komedi kartonlukları’ndan farklı olarak.

        Aynı dönemden Stiller ve Myers’ın gerisinde

        Ne bu heyecan, ne bu kıyım? diye sorunca aslında biraz da yaşla alakalı cevaplarla karşılaşıyoruz. Zira Sandler, 90’larda çıkış yapan yeni nesil slapstick (kaba) komedi ekolünden bir isim olsa da bundan ne Stiller gibi çok yönlü bir sahne kimliği çıkartır, ne de abartılı dünyayı özgün kılan Mike Myers’ın döneme uygun portresini hissettirir. Demek fazla üretim bazen iyi değil!

        Bu ikilinin “Jack ve Jill” tablosuna bakınca sanki Alec Guiness, Eddie Murphy, Mike Myers gibilerinde de örneklerini gördüğümüz ‘farklı kılıklarda birden fazla karakter canlandırma’ etiketiyle anılacak bir komediyle yüzleşiyoruz. Kılık değiştirme komedisine yönelse belki daha eğlenceli olabilecekken, ikizlerin erkek ve kadın bireylerini mercek altına almayı seçmiş.

        Pacino’yu da yutan bir uçurum!

        Bunun üzerine Al Pacino’nun kendini canlandırdığı, kız tarafına kur yapan merkezi bir yan karakter de eklemiş. Bir yere kadar bu ‘Gad Elmaleh’ ile de beslenen düşünce ya da espri tutuyor. Ancak Pacino’nun da ‘kaba’ sulara kendini bırakması uzun sürmemiş. Hatta kariyerinin en şaşırtıcı ve iğrenç performansını verdiği söylenebilir kendisinin.

        Anlayacağınız drama ile de dengelenen kimliğini Sandler burada Recep İvedik, Budala Dedektif (Ace Ventura) gibi karakterlerin serilerine benzer bir anlayışa teslim etmiş. Bunu yetkin bir şekle sokmaktan ziyade Dugan’ın devamlılık hatalarına, belden aşağı esprilere ve Jill karakterinin antipatikliğine kaptırmış gibi. Filmin de en önemli sıkıntısı bu üç öğenin etrafında dönmesi zaten.

        FİLMİN NOTU: 2.1

        Künye:

        Jack ve Jill (Jack and Jill)

        Yönetmen: Dennis Dugan

        Oyuncular: Adam Sandler, Katie Holmes, Al Pacino, Nick Swardson, Gad Elmaleh, David Spade, Johnny Depp

        Süre: 91 dk.

        Yapım Yılı: 2011

        CASUSLUK FİLMLERİNİN ‘BABA’SI

        2008’de minimalist damarlı bir vampir filmi başyapıtı (“Gir Kanıma”) yaratarak dikkatleri üzerine çeken Thomas Alfredson, bu sefer casusluk gerilimine ‘destansı anlatı’yı hediye etmiş. Anlayacağınız “Baba”nın gangster filmine, “Kelebek”in hapishane filmine yaptığını kendi türüne uygulayan bir yapıt “Köstebek”. Costa-Gavras’ın siyasi gerilimlerinde gördüğümüz bir cinayetin izinde sonuçsuz ilerleyen yapıbozucu dramatik yapısını da ödünç alan yönetmenin, muhbir, köstebek, ihanet, ikiyüzlülük, yozlaşma gibi İngiliz Gizli İstihbarat Teşkilatı MI6’nın içindeki kavramlara dağınık bakış atma amacıyla yola çıktığı kesin. Film de zaten casusluk gerilimlerinin genel örgüsünün uzağında durup ‘destansı bir portre ile suçluları kahramanlaştırma’ yaklaşımını ‘devlet memuru’ işlevindeki ana karakteri George Smiley’e ve onun içinde bulunduğu çok katmanlı çatıya uygulamış. En kısa tanımıyla her şeyin ve herkesin ‘kod adı’ olduğu bir evrenin dehlizlerine girmiş. “Köstebek” alana getirdiği yeniliklerle zaman içinde casusluk gerilimlerinin arasında bir klasiğe dönüşürse şaşırmamak lazım.

        “Köstebek’in vizyondan bir gün önce dün kaleme aldığım yazısına şu linkten ulaşabilirsiniz:

        FİLMİN NOTU: 7.9

        Künye:

        Köstebek (Tinker Tailor Soldier Spy)

        Yönetmen: Thomas Alfredson

        Oyuncular: Gary Oldman, Benedict Cumberbatch, Tom Hardy, Colin Firth, Mark Strong, John Hurt, Toby Jones, Kathy Burke, Amanda Fairbank-Hynes

        Süre: 127 dk.

        Yapım yılı: 2011

        ARABA TAMİRCİSİ, SÜRÜCÜ, TETİKÇİ VE DUBLÖR

        Gangster filminin alt türü olarak Jean-Pierre Melville’in “Le Samourai”si ile doğduğu bilinen kiralık katil filmi, burada Michael Mannesk stilize bir yapıyla doldurulmuş. 70’lerin alt tür filmlerine, 80'ler kültürüne ve Charles Bronson’a saygısı büyük olan Nicolas Winding Refn, o dönemlerden müziklerle ve karakterlerle sarmış dünyasını. Atmosfer konusunda ‘stilize’ bir tercih yaparken istismar filmi dokusunu da belli bölümlerde ‘kesintisiz şiddet sahnesi’ olarak karşımıza çıkarmış. “Drive”, araba tamirciliğinden dublörlüğe sürücülükten tetikçiliğe her türlü kimlik bozucu işi yapan bir karakterin gerçek anlamda varoluşsal bütünlenme çabasının hikayesi. Muhtemelen de Refn’in kariyerinin yönetmenlik anlamında zirve yaptığı yerlerden biri. Yönetmenin Michael Winner, Sam Peckinpah, Michael Mann gibi büyük suç filmi yönetmenleriyle aynı paragrafta anılmasını sağlıyor.

        Araba tamircisi, sürücü, tetikci ve dublör

        FİLMİN NOTU: 8.1

        Künye:

        Sürücü (Drive)

        Yönetmen: Nicolas Winding Refn

        Oyuncular: Ryan Gosling, Carey Mulligan, Albert Brooks, Ron Perlman, Oscar Isaac, Christina Hendricks

        Süre: 100 dk.

        Yapım Yılı: 2011

        KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU

        Acı Tatlı Tesadüfler (Ma Part du Gateau / My Piece of the Pie): 6.1

        Artist (The Artist): 6

        Aşk ve Devrim: 3.9

        Ay Büyürken Uyuyamam: 0.8

        Berlin Kaplanı: 3.2

        Bisikletli Çocuk (Le Gamin au Vélo / The Kid with a Bike): 6.8

        Bu Son Olsun: 4

        Çizmeli Kedi (Puss in Boots): 6

        Demir Leydi (The Iron Lady): 5.9

        Düşler Bahçesi (We Bought a Zoo): 2.8

        Ejderha Dövmeli Kız (The Girl with the Dragon Tattoo): 7.8

        Eşruhumun Eşzamanı: 0.9

        Güzel Günler Göreceğiz: 3

        Hugo: 7.3

        İçimdeki Şeytan (The Devil Inside): 1.3

        İz (Reç): 4.8

        Jane Eyre: 4

        Johnny English’in Dönüşü (Johnny English Reborn): 4

        Karanlık Saat (The Darkest Hour): 3.3

        Karanlıklar Ülkesi: Uyanış (Underworld: Awakening): 5.4

        Karanlıktan Korkma (Don’t Be Afraid of the Dark): 5.5

        Katil Köpek Balığı (Shark Night 3D): 4.7

        Kazanma Sanatı (Moneyball): 6.1

        Kevin Hakkında Konuşmalıyız (We Need to Talk About Kevin): 7.8

        Kurtuluş Son Durak: 4

        Labirent: 5.5

        Mavi Pansiyon: 5

        Melankoli (Melancholia): 3.5

        Mission Impossible: Ghost Protocol: 3.8

        Musallat 2: 5.3

        Nar: 6.1

        Neşeli Ayaklar 2 (Happy Feet Two): 5.9

        Savaş Atı (War Horse): 6.4

        Sherlock Holmes: Gölge Oyunları (Sherlock Holmes: A Game of Shadows): 6.5

        Tutku Günlükleri (The Rum Diary): 5.5

        Utanç (Shame): 5.8

        Yangın Var: 4.7

        Zenne: 3

        Not: Yıldızlar, 10 üzerinden verilmektedir.

        Diğer Yazılar