Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Hollywood, hayalleri gerçekleştiren bir fabrika olarak görülebilir. Bu durum Yeni Hollywood döneminde aktif hale gelmişken günümüzde de ‘fantastik’te özel olarak sivriliyor. “Yenilmezler” de süper kahramanları bir araya getiren S.H.I.E.L.D.’ın ‘süper kahraman ajan ekibi’ fikrini ilk kez 200 milyon doların ötesinde bir bütçeyle A sınıfına transfer ediyor. Bunun sonuçlarını eğlence, aksiyon, efekt, coşku, koreografi ve sinema anlamında alan eserin üç boyut ve IMAX teknolojileriyle de uyum sağladığı kesin. Bu durum da alaycılığıyla, kaslarıyla, zekasıyla, sinsiliğiyle, mizah anlayışıyla, alımıyla ve kahraman duruşuyla birbirini tamamlayan altı karakterin üzerinden çizgi roman uyarlamalarını seven bütün kitleleleri doyuracak bir mekan ve omurga temsili sunuyor. “Yenilmezler”in Demir Adam, Hulk, Kaptan Amerika, Thor, Hawkeye ve Kara Dul’dan oluşan ekibinin maceralarını A tipi bir kurmaca filmde görmeye kim itiraz edebilir ki?

        Süper kahraman filmlerinden alışığızdır. Bir kahraman, zaman zaman çömezini veya işbirlikçisini de yanına alarak dünyayı kurtarmak için dereleri tepeleri aşar. Sonucunda onun çabasıyla bir ‘kötü ruh’ daha yenilmiş olur. Bu insanlık ve kurtuluş savaşında gidilen noktalar ise estetiğe, yaklaşıma ve hedefe göre değişkenlik gösterir. Örneğin “Hulk” (2003), “Günah Şehri” (“Sin City”, 2005) ve “Watchmen” (2009) gibi estetik açıdan zirve yapan başyapıtlar vardır.

        Bilek gücüyle öne çıkan süper kahraman modeli eskilerde kaldı

        Ancak bazen de aksiyon, görkem, koreografi ve efektlerle yürüyen katıksız bir eğlenceli zaman hedeflenir. O zaman da beli kolay bükülemeyecek kahramanlar, onların aksesuarları, güçleri ve daha nicesi bir ihtişamla sinema perdesini donatır. ‘Kaptan Amerika’ ve ‘Thor’ gibi süper kahramanlar, asla 2000’lerin başında ‘felsefik’ derinliği de hedefleyen süper kahraman filmlerinin kalemi olabilecek kalibrede baş karakterler değiller. Varoluş sorunları çeken ‘Batman’, ‘X-Men’ ve ‘Örümcek Adam’ ise dönemin, ‘ciddiye alınır kol’ ruhuna uygun.

        ‘Superman’in tek uyarlaması bile tutmamışken bu sözünü ettiğimiz meselesini vurdu kırdıyla halleden, ‘yakışıklı’ kahraman modeli artık eskilerde kaldı. 80’lere koysanız gider ama artık bir cinlik, bir süper güç kullanma ve bir felsefe gerekiyor. “Hulk”tan Ang Lee’nin çıkardığı da böyle bir şey. Aslında Marvel’in burada ‘Yenilmezler’ (‘The Avengers’) diye bilinen ve en efsanevi süper kahraman ekibini canlandıran bir uyarlamayla çıkagelmesi sevindirici.

        Plan program iyi işliyor

        Zira muhtemelen fantastiğin A sınıfına sıçradığı bir dönemde bu kaynağın perde temsili olmasaydı, bir daha bu kadar profesyonel bir sinema ürününe dönüşmesi zordu. 200 milyon doları aşkın bütçesiyle de Demir Adam, Hulk, Kaptan Amerika, Thor, Hawkeye ve Kara Dul bileşenlerini yararına kullanan bir birlik beraberlik filmi karşımızdaki. Nick Fury’nin işlevinden aksiyonuna, koreografilerinden sahne seçimlerine kadar yüksek plan program detaycılığıyla da katıksız bir ‘Hollywood’ izlencesi olmayı beceriyor.

        Bu durumda Joss Whedon’ın “Serenity” (2005) gibi bir B filminin ardından gelen başarısında büyük oranda “Kefaret” (“Atonement”, 2007), “Kevin Hakkında Konuşmalıyız” (“We Need to Talk About Kevin”, 2011) ve “Saatler” (“The Hours”, 2002) gibi eserlerde kendini hissettirmiş bir görüntü yönetmeninin payı büyük. Seamus McGarvey’nin zaman zaman yakaladığı teleobjektifle birkaç kahramanı çerçeveye sokma, odak çeşitlerini kullanma veya geniş açı objektifle bütün alanı kapsama konusunda ‘ince dokunuşları’ da hissediliyor. Bir sahnede dikiz aynasının kullanımı hala akıllarımızda.

        Son 30 dakika adeta bir efekt harikası

        Bu, son bölümdeki nihai çatışma ya da savaşın ilk ‘Transformers’ filmini aratmayacak derecede detaycı düzenlenmesine yansımış. Loki’nin uzaylı ordusuyla yapılan çatışma ya da sokaklar üzerindeki ‘dans’ı ölçek ve plan seçimini çok iyi yaparak tempoyu artıran bir düzene sokmak her baba yiğidin harcı değil. Buradaki altı kahramanın kendi mizaçlarıyla verdikleri katkı da adeta nokta atışlarını beraberinde getirmiş.

        Zaten “Yenilmezler”in esas olayı burada kopmuş. Açılışın evrenin derinliklerinde Loki ile uzaylı ordusunun iletişimine odaklanması bir kenara bunun devamında iki bilim adamı, iki eski model kahraman, bir ikiyüzlü okçu, bir de seksi kadından oluşan birliğin her açıdan birbirini tamamladığı kesin. Downey Jr.’ın alaycı yaklaşımıyla Thor’u ‘Shakespeare parkta’ gibi one-liner (tek cümlelik) esprilerle sarmasının yanında Hulk’ın Mark Ruffalo bünyesindeki ‘hastalık’ durumu bir şekilde işlemiş.

        Düello sahneleri dramatik çatının hammaddeleri

        Hawkeye’nin ikiyüzlü mizacı bu duruma uyum sağlarken Loki’nin uzaydan gelmesiyle birlikte çizgi roman uyarlamalarının ‘uzay’ ile ‘dünya’da geçme gelenekli versiyonları iç içe geçmiş. Uzay operası ile fantastik macera formülleri birbirini tamamlamış. Demir Adam’ın New York alışkanlığı, Thor’un uzayda ve yukarılarda baltasını savurma düşüncesi, Hulk’ın laboratuarından çıkmayan sakin tavrı, Kaptan Amerika’nın ise sürekli kaslarıyla hava yapıp kızları kurtarma egosu bir bünyede toplanmış. Bunlar alaycı bir ‘Demir Adam’ merceğinden geçip alegorik birlik beraberliği bir savaş çağrısına kadar götürmemiş.

        Bunların üzerine antolojik olarak görülebilecek kovalamaca ve düello sahneleri de eklenmiş. Hulk’ın Kara Dul’u kovaladığı sekans başta olmak üzere Loki ile Demir Adam ve Kaptan Amerika’nın düellosu da görülmeye değer. Uzaylı paranoyasını da üzerine alan eserin esasen buradan bir ‘politik’ söyleme açılmaması ise bu toplamın içinde sevindirici. Çünkü esasen Marvel Comics’in 1960’larda Nükleer Savaş’tan ‘intikam’ almak için ürettiği bir çizgi roman zemini karşımızdaki.

        Nükleer Savaş döneminden kopup gelen ‘intikamcı’ işlevi öne çıkarılmamış

        ‘Avengers’ ya da tam çevirisiyle ‘intikamcılar’, böylesi bir motivasyonla S.H.I.E.L.D. kaynaklı fantastik bir ajan ekibi sunma peşindeydi o zamanlar. Şimdilerde ise Irak Savaşı sonrası döneminde bazı filmlerdeki ‘tarihi değiştirme’ algısına çok fazla karışmadan kitle imha silahının peşine düşen ötekiler ile insanların mücadelesine odaklanıyor. Dramatik bir derinliği öne çıkarmaması filmin politik anlamda tehlikeli sulara açılmasını engelliyor.

        Zira amaç koreografisi yüksek bir kısım sahneyle, az ama öz mekan kullanarak 142 dakikalık süreyi bulmak ve seyirciyi doyuran bir blockbuster üretimi yapmak esasen. “Yenilmezler” de kimsenin itiraz edemeyeceği ekip stratejisiyle “Watchmen”, ‘X-Men’, ‘Fantastic Four’ gibilerinin ötesinde bir hayali gerçekleştirmesiyle daha büyük önem arz ediyor. Adeta filmin A sınıf görkemine kapılmamak ve duygusuna girmemek imkansız gibi.

        FİLMİN NOTU: 5.8

        Künye:

        Yenilmezler (The Avengers)

        Yönetmen: Joss Whedon

        Oyuncular: Robert Downey Jr., Mark Ruffalo, Chris Hemsworth, Scarlett Johansson, Chris Evans, Jeremy Renner, Gwyneth Paltrow, Samuel L. Jackson, Stellan Skarsgård, Clark Gregg

        Süre: 142 dk.

        Yapım yılı: 2012

        ÖTEKİLİK MÜESSESESİ Mİ, İLİŞKİLER Mİ?

        40’larının üzerinde bir kadın, ona aşık olan genç bir erkek, porno endüstrisi, kilolu bireylerin ötekilik sorunları ve daha nicesini merceğine alan bir film. “Vücut”, bunların tamamından ‘beden-ötekilik’ konulu bir sinema dili oluşturmaya çalışsa da bunu yerine ulaştırmak isterken ‘ahlaki’ açıdan yanlış yönlere sapmış. Bu da cesur bir denemeyi Hatice Aslan şova, doğru bir porno endüstrisi kralına ve keskin bir genç erkek-olgun kadın ilişkisine alan açan ‘ilk film zaafları’na teslim etmiş. Mustafa Nuri’nin bütün hevesini ve cesaretini takdir ederken eksiklerini de masaya yatırmalıyız.

        İlk film çekmek zor iştir. Belli bir kafa karışıklığı yaşarsınız ve ne yapmak istediğinize tam olarak karar veremezsiniz. Aslında Mustafa Nuri’nin “Vücut”ta içine düştüğü durum da tam olarak o: Sinemasının zihnine yerleşen etkileri usturuplu bir toplama yedirememe sıkıntısı. Kendi içinde tutarlı bir görsel yapıdan söz edebiliriz aslında halihazırda eser nezninde. Ancak bunu dramatik yapı için belirtmek zor. Esas sorun da orada kopuyor zaten.

        Ne yapacağına karar verememiş

        Zira “Vücut”, porno piyasasının içine düşen Leyla’nın konuşlandığı hap ve cinsellik dolu hayatın açmazlarını ele alıyor. Fakat endüstriye sapmaktan veya onun varoluşuna odaklanmak ziyade bir süre 20 yaşlarındaki İzzet’in kendisine tutulmasıyla oluşan soyut ilişkinin izini sürüyor. Bu durum “Anne” (“The Mother”, 2003) ve “Skandal”vari (“Notes on a Scandal”, 2006) genç erkek-olgun kadın ilişkisi filmi izleyeceğiz diye düşünmemizi sağlarken, Nuri’nin kafası daha da karışıyor.

        Bu dönemde araya çarşaflı kadın geçişleri sokup bu ilişkinin Türkiye’deki konumuna dikkat çeken sinemasal anlar da sunuyor sunmasına yönetmen. Hatta meselenin dibine kadar gidip, bu duruşu ‘batmışlık ile başlangıçtaki sıkıntı’yı iç içe geçiren bir bütünleme işlevi için kullanmaya dahi soyunuyor. Ancak o noktadan ilerlemiyor. Aksine bir yerden sonra Leyla’nın porno endüstrisine açılan kapısını ve erkek karakterin kilolu bireylerle ilgili sosyal içerikli aile hikayesini fazlasıyla derinlikli incelemeye çalışıyor.

        Ahlaken yanlış bir noktaya açılıyor

        Böylece ana hattan kopup ‘kilolu kadınlar böyledir işte cüsseleriyle erkekleri boğarlar’ gibi bir ahlakçılığı kadar da uzanıyor. Ötekilik meselesini beden ile cinsellik üzerinden bir ‘omurga’ya çevirme işlevini bu noktada birazcık yitiriyor. Diğer tarafta da porno endüstrisindeki yapımcı-yönetmen figürünün Cengiz Bozkurt imzasıyla adamakıllı çizildiğini görüp ‘eğlenceli’ anları tadabiliyoruz. Ancak sanki ona yüklenen erkek karakter kimliğinin ailesi tarafındaki ‘uçuk hazine’ye kayması, senaryonun altında yatan dengeleme matematiğini bozmuş gibi.

        Bu noktada da gerçek anlamda “Vücut”un karakterlerinin gelişimini Yeşilçam gereğine uygun bir şekilde abartılarla ve çapsızlıkla donattığı görülebiliyor. Hatice Aslan’ın sıkıntılı duruşunun fazla üzerine gitmesi oyuncunun yeteneğini açığa çıkarırken, genç erkek tiplemesinin kendini kesecek raddeye gelmesi veya şişman anne ile kızın durumlarındaki plan sekansla ‘samimiyet’ algısızlığı affedilir gibi değil.

        Üç formülden hangisinin üzerine gitmek istiyor?

        Sömürü duruşunun dramatik yapının en hassas bölgesine, yani gelişim ve sonuç bölümlerine yerleştiren yönetmenin baştaki soyut duruşu taşıyamadığı kesin. Bu da “Vücut”u, ‘ötekilik ya da vücut hallerinden oluşan üç yan hikayenin ürünü mü, ilişki filmi mi, yoksa porno endüstrisi üzerine bir film mi?’ sorularının arasında sıkışmış bir düzleme hapsediyor.

        Adeta Nuri’nin kafa karışıklığını seyirci derinden hissederken özürlülerle ilgili filmlerde yapılan aşağılama hali burada kilolu kadınlar için uygulanıyor. Bunların kadın olması filmin feminist gibi duran duruşunu da zedeliyor işin açıkçası. Halbuki böylesi bir yolu ve karaktersel çizimleri bir kenara bırakmasıyla “Vücut”un talihi daha farklı olabilirmiş.

        Elektro şoka ihtiyaç duyan, kaçırılmış bir fırsat

        Zira tek ayak orta planıyla seks sahnesi çekip erotik ve duygusal etki yaratabilme becerisini göstermek kolay iş değil. Belli ki yönetmen kendi kendini baltalamış ya da filmin flashbackindeki gibi boğmuş diyebiliriz. Bu durum da yüksek kan ya da nefes yetmezliği sayesinde finişe varırken bir ölüme yol açıyor.

        Hatta Nuri’nin biraz kaliteli anlatıya karşın 80’lerin Yeşilçam ekolünden etkilendiği de çok açık. Bunu da üzerine alınca ciddi bir ameliyat şart hale gelmiş. “Vücut”, bir ‘elektro şok’ ile kendini iyi hissedip yönü değişebilecek çok katmanlı bir malzemeye sahip. Ancak bunu yapamaması Türk sineması için cesur bir konu üzerinden kaçırılmış bir fırsatı bizlere armağan etmiş, ya da Hatice Aslan şovu diyebiliriz. Tabii yönetmenin zaafları arasına çocuğu tehdit etme sahnesini çekememe gibi sinemasal acemilikleri de eklemeliyiz.

        FİLMİN NOTU: 5.4

        Künye:

        Vücut

        Yönetmen: Mustafa Nuri

        Oyuncular: Hatice Aslan, Hakan Kurtaş, Cengiz Bozkurt, Şeyla Halis, Şebnem Dilligil

        Süre: 104 dk.

        Yapım Yılı: 2011

        GERÇEK ŞİDDET BU MU?

        İsmail Güneş’in Türkiye’deki şiddet meselesine baksa da ‘demode’ sularda boğulan üçlemesinin ilk iki halkası, şimdilerde çok da önensenmez. “Gülün Bittiği Yer” ile “Sözün Bittiği Yer”in bıraktığı yerden alan “Ateşin Düştüğü Yer” ise bu düşünceyi rafa kaldırmak için yönetmenin kariyerine sinemasal bir atılım yaptırma çabasında. Sinemaskop oranında, yüksek bir görüntü yönetimi becerisi ve besteci albenisi ile yürüyen eserin, buradan bulduğu ‘17 yaşında hamile kalma’ ve ‘töre cinayeti’ bazlı taban bir yere kadar hedefine ulaşmış. Ancak belli ki Güneş, ‘teknik’ kadro için yaptığı yetkin isimleri tutma öz güvenini, kendi yazdığı senaryo konusunda da uygulamaya koymalıymış. Zira “Ateşin Düştüğü Yer”, ikinci kısmında Wim Wenders etkili, renk duyarlılığı yüksek bir yol filmine dönüşse de bunu kaldıracak bir dramatik yapıya kavuşamamış.

        En son “Mutluluk”ta (2007) gördüğümüz kültürel ‘namussuzluk yaptı onu bir yere götür ve öldürüp gel’ mizansenini canlandırma çabasında bir film karşımızdaki. “Ateşin Düştüğü Yer”, 17 yaşında bir anda hastalanınca ailesine hamile olduğunu ‘duyuran’ Ayşe’nin dramını seyirciye geçirme çabasında. Bunun için de Sarmaşık Sanatlar’ın sağladığı prodüksiyon kalitesinden güç alan Ercan Yılmaz’ın sinematografisi, Mevlüt Koçak’ın kurgusu ve Saki Çimen’in besteleriyle doğru bir yola sapmış.

        İlk bölümdeki profesyonellik gelişme bölümünden itibaren irtifa kaybediyor

        Ancak ilk bölümde bu ‘açmaz’a girerken sözü geçen üçlünün uyumundan yükselen ‘etki’ hikayenin ‘gelişme’ kısmında kendini olay örgüsüzlüğe bırakmış. Abdullah Oğuz’un “Mutluluk” ile modern bir vizyona kavuşturduğu töre cinayeti meselesi burada da bir yabancılaşma serüvenine açılmış. Hatta mavi ile kırmızıyı, barış ile şiddet renkleri olarak seçen yönetmen ikinci kısımdaki ‘yol’ bölümlerinde Wim Wenders filmlerini akla getiren bir görsel yapıyı doldurabiliyor.

        Fakat gelin görün ki olay örgüsüzlük, makyajla değişim geçiren karakterlerin tutarsızlığı, inandırıcı olmayan güvercin efekti, karton bir didaktizm algısı ve diyalogların Yeşilçam haykırmasıyla birlikte 105 dakikayı kaldıramayan bir dramatik yapının hissiyatı ruhumuzu kemiriyor. Bu hissiyat, 80 dakikada belki ilk kısmın zeki iç mekan plan sekanslarından da güç alarak ‘taşra yaşamı’ üzerine keskin bir taşlama olarak anılabilecek eseri, adeta uçuruma doğru sürüklüyor.

        Kanayan bir yaramıza “Lal Gece” gibi fazla ortadan bakıyor

        “Ateşin Düştüğü Yer”, Hakan Karahan ve Elifhan Ongurlar gibi oyunculuk yetisine karar veremediğimiz iki isme bağlı kalınca ise yolculuğun inandırıcılığına zarar veriyor. Bunun ötesinde daha ziyade İsmail Güneş’in ‘şiddet’e yaklaşımdaki liberalliği ile üzerine basılması gereken bir projeye dönüşüyor. Reis Çelik’in “Lal Gece”sinde (2012) bakire genç kız-yaşlı erkek çiftinin gerdek gecesine yaptığı gibi burada da ‘erkek’ ya da ‘baba’ ruhunun fazlasıyla alçakgönüllü ve olumlu çizilmesi, ‘kadın hakları’ ve ‘Türkiye coğrafyası’ adına yanlış yollar açmış.

        Töre cinayetlerinin gerçekliğini ‘iyimser’, ‘liberal’ ve ‘suya sabuna dokunmayan’ bir tabloyla doldururken adeta erkek egemen bir ‘Osmanlı’ bakışı salgılamış. Başlangıçta “Gülün Bittiği Yer” (1999) ve “Sözün Bittiğin Yer” (2007) gibi prodüksiyon kalitesi taşımayan çağ dışı ve didaktik eserlerin yanında üçlemenin en iyisi gibi görünüyor “Ateşin Düştüğü Yer” belki. Ancak İsmail Güneş, zaman geçtikçe 2.35:1’i Zeki Demirkubuz’dan daha iyi kullanmasını kazanca dönüştürecek hamleler yapmakta yetersiz kalıyor. Bu da baba-kız ilişkisindeki törelere karşı gelme hazinliğini yüzümüze çarpabilecek fikrin arka planını çok fazla etkin kılamıyor. Böylece film, kültürel şiddeti eleştirmekten ziyade destekler hale geliyor.

        FİLMİN NOTU: 4.4

        Künye:

        Ateşin Düştüğü Yer

        Yönetmen: İsmail Güneş

        Oyuncular: Hakan Karahan, Elifhan Ongurlar, Yeşim Ceren Bozoğlu, Serhan Süsler, Abdullah Şekeroğlu

        Süre: 105 dk.

        Yapım Yılı: 2012

        PARİS’TE BİR CANAVAR HİKAYESİ

        “Şrek” sonrası üreyen animasyonların yapbozlu pastiş geleneği ‘gangster dünyası’ üzerinde uygulayan “Köpekbalığının Hikayesi”nde imzası bulunan Fransız Bibo Bergeron, burada ana yurduna geri dönüyor. “Paris’te Çılgın Canavar”, steampunk bir arka planın coşkusunu sesli sinemanın ilk dönemindeki canavar tanımlarıyla dönüştürüyor. Çok katmanlı, bol göndermeli ama polisiye ve gösteri sanatı örgüsünden asla şaşmayan Sanayi Devrimi etkili bir portre çizmeyi beceriyor.

        1910’lar Paris’inden bir canavar hikayesini merceğine alırken, oyuncaklı bir yapıyı da beraberinde getiren “Paris’te Çılgın Macera” (“Un Monstre à Paris”, 2011) fazlasıyla 2000’ler geleneğine uygun bir deneme. “Şrek” (“Shrek”, 2001) sonrası üreyen postmodern ürünlerin bir yenisini sunan bu kırma animasyon için çok katmanlı bir sinemasal yolculuk yorumu yapılabilir. Burada hedef ise sesli sinemanın ilk dönemindeki belirsiz ‘canavar’ düşüncesinden ilerlemek.

        “Canavarlar Yaratıklara Karşı”nın entelektüel versiyonu

        “Canavarlar Yaratıklara Karşı” (“Monsters vs. Aliens”, 2009) ile akrabalık kuran eserin, ‘Güzel ve Çirkin’den “King Kong”a (1933), ‘Notre Dame’ın Kamburu’ndan “Sinek”e (“The Fly”, 1958), ‘Operadaki Hayalet’ten “Frankenstein”a (1931) uzanan bir çerçevede somut göndermelerle yürüdüğü söylenebilir. Buradan da yapbozlu bir yapıyı harekete geçirip Bibo Bergeron zihninin içinde detaycı bir yolculuk sunduğu görülebiliyor.

        Arka dokunun mimari zenginlikle donatıldığı animasyonun, bu yoldan ilerlerken başına gelenler bir hayli ‘yetkin’. Dumanlardan mimari geleneklere, kaçma-kovalamaca mizansenlerinden sahne gösterilerine kadar gerçekçi tavrı dönemin ‘çok yönlü canavar’ düşüncesinin içine geçirdiği görülebiliyor. Bu durum da üzerine ölü toprağından ziyade dinamizm serpilmesini sağlamış.

        Steampunk evrende derin animasyon çizgileri

        Böylece postmodern dokunuş, steampunk bir evrende yani Sanayi Devrimi’nin devamındaki bir büyük şehirde aktif hale getirmiş. Fransız animasyonunun ruhuna uygun karakterler modellemeleri için el çizimleri, bilgisayarda yapılan sanat yönetimi ve yapım tasarımıyla dengelenip müzikal performansları ‘fantastik’ bir yere yükselince de şen şakrak bir evren ortaya çıkmış.

        Belki burada hafif ‘patates burun’lu karakter modellemeleri çok fazla yürümüyor. Veya canavar tanımı açısından yaratıcı bir hamle yapılamıyor. Ancak bunlar da Bergeron’un ‘Hollywood’ hastalığına bağlanabilir. Zira senaryosal derinlik bu boşlukları kurtarıp filmi “Şrek” sonrası üreyen eserlerin yanına ‘entelektüel canavar filmi’ temsili olarak yerleştirmiş. Hem de araştırma türükleri, polisiye örgüsü, sahne sanatları gibi kavramları da işin içine sinsice yediren bir yaklaşımla...

        FİLMİN NOTU: 6.7

        Künye:

        Paris’te Çılgın Macera (Un Monstre à Paris)

        Yönetmen: Bibo Bergeron

        Seslendirenler: Mathieu Chedid, Vanessa Paradis, Gad Elmaleh, Ludivine Sagnier

        Süre: 90 dk.

        Yapım Yılı: 2011

        HAYALET ŞEHİR İSTANBUL

        İstanbul’daki çarpık kentleşme sorununu gecekondudan üçüncü köprüye, metrodan otopark inşaasına kadar bütün detaylarıyla ‘keskin’ bir şekilde ele alan, gösterdikleriyle değil düşündürdükleriyle kalıcı olacak bir belgesel. Uzun bir uğraş ve emek ürünü olan “Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir”, bütün İstanbulluların izlemesi gereken bir arşiv ürünü niteliğinde.

        İstanbul’daki ‘metropol’e dönüşme sürecinde yaşananları ya da Mücella Yapıcı’nın dediği gibi ‘zorunlu iki metropol kuralı kondu’ sorununu altı maddede ele alan devasa bir belgesel. “Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir”, gerçek bir hayalet şehrin, çarpık kentleşme ile gittiği hazin noktaları gözler önüne seriyor. Modern dünyanın kapitalizm canavarı ile ilgili animasyonlar, röportajlar, özel görüntüler ve daha nicesiyle yoğrulmuş destansı bir ‘özet’ sunuyor.

        Hazin tablolar doğru ve kilit tespitlerle resmediliyor

        Ali Ağaoğlu gerçeğinden üçüncü köprü meselesine, tünel sorunsalından evsiz kalan insanlara kadar gerçek anlamda bir ‘insani’ sorunu perdeye aktarıyor. İmre Azem’in üç-dört senede bilgi toplamasının yanında ‘İstanbul hikayesi’ adlı özel animasyon bölüm için de fazlaca ‘maddi’ bir aşılamada bulunduğu eser, gerçek anlamda bir şeylerin tanımını yapmakta başarılı oluyor.

        Zira bu çarpık kentleşme meselesinin yurt dışındaki metropollere göre başta ‘metro’ yoksunluğu ve ‘yanlış yere otopark kurma’ gibi hazin tablolar olmak üzere ciddi bir ‘kafa’ karışıklığına açıldığı net. Bu yetkin belgesel bunları perdeye taşırken zaman zaman fazla ‘duygusal’ bir tavırla gözlemci düşüncesini yıkıyor belki. Ancak nihayetinde devasa ve pahalı bir belgeselin ayak seslerini hissettiriyor.

        “Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir”, ekolojik sıkıntılarla donatılmış çevreci bir ürünü bizlere armağan ediyor ve bütün İstanbulluların izlemesi gereken bir ürüne dönüşüyor. Bunu yaparken de göstermeden vurmak denilen sinemasal güncellemelerin altını doldurarak seyirciye ‘içi dolu bir birikim’ teslim ediyor.

        FİLMİN NOTU: 6.8

        Künye:

        Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir

        Yönetmen: İmre Azem

        Süre: 93 dk.

        Yapım Yılı: 2011

        KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU

        Açlık Oyunları (The Hunger Games): 4

        Amerikan Pastası: Buluşma (American Reunion): 6

        Aşk Yemini (The Vow): 5.8

        Aşkın Renkleri (La Délicatesse): 5

        Battleship: 3.5

        Bir Ses Böler Geceyi: 3.5

        Büyük Mucize (Big Miracle): 2.1

        Çapraz Ateş (Haywire): 6

        Çifte Soygun (Flypaper): 2.9

        Dehşet Kapanı (The Cabin in the Woods): 4.8

        Doğaüstü (Chronicle): 4.3

        El Yazısı: 3.4

        Elveda İlk Aşk (Un Amour de Jeunesse / Goodbye First Love): 6.9

        Fetih 1453: 6

        Film: 3.9

        Gizemli Adaya Yolculuk (Journey 2: The Mysterious Island): 2.9

        Gri Kurt (The Grey): 4.3

        J. Edgar: 6

        John Carter: İki Dünya Arasında (John Carter): 6.5

        Kaos: Örümcek Ağı: 1.1

        Karanlıklar Ülkesi: Uyanış (Underworld: Awakening): 5.4

        Korsanlar! (Pirates! Band of Misfits): 6

        Kuzgun (The Raven): 6

        Mar: 6

        Marigold Oteli’nde Hayatımın Tatili (The Best Exotic Marigold Hotel): 4

        Mevsim Çiçek Açtı: 1.4

        Öbür Dünyadan (The Awakening): 3.2

        Ölüm Yolculuğu (Apollo 18): 5.5

        Ölümün Sesi (Babycall): 2.7

        Patlak Sokaklar: Gerzomat: 6.5

        Pazarları Hiç Sevmem: 4

        Sen Kimsin?: 4.6

        Senden Bana Kalan (The Descendants): 5

        Seninki Kaç Para: 1.7

        Sığınak (Take Shelter): 6.4

        Siyahlı Kadın (The Woman in Black): 3.5

        Son Vurgun (Contraband): 3.1

        SüperTürk: 4

        Şahane Misafir (Magnifica Presenza): 6.1

        Şansa Bak (50/50): 5.7

        Teksas Ölüm Tarlası (Texas Killing Fields): 4

        Titanların Öfkesi (Wrath of the Titans): 5

        Yeraltı: 4.9

        Not: Yıldızlar, 10 üzerinden verilmektedir.

        keremakca@haberturk.com

        Diğer Yazılar