Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        KEREM AKÇA / keremakca@haberturk.com

        2 KASIM FİLMLERİ

        Karakterlerinin nasıl kurallara göre hareket ettiğini bilmediğiniz, kurgusunun hangi yaklaşımla bu kadar bayağı durabildiğini çözemediğiniz, sinematografinin ‘nokta atışı’ hayranlığıyla film bütününden bihaber takıldığı, yürekleri dağlama adına anlatıcı-iç ses rekoru kıran, didaktizm kolaycılığına dahi sapamayan, oyuncuların ise Küçük Emrah’lığa soyunduğu bir eser. “Evim Sensin”, bir Güney Kore filminin yeniden çevrimi olmasıyla, erken bunama odağından akan duygu seli yaratma amaçlı bir duygusal-dram olarak takdir edilebilir. Ancak projenin yönetmenliğin teknik ekibi, oyuncuları ve senaryoyu bir araya getirecek bir koordinasyon süreci olduğundan bihaber Özcan Deniz’e teslim edilmesi, adeta bir Nepal pembe dizisinin plastikliğine ve yapaylığına hapsolmasını sağlıyor. Bu da kendisini ‘çöp aşk filmlerinin unutulmaz yönetmeni’ olarak anılır hale getiriyor. Filmi ise evrenin derinliklerinde dilini ve yaşayışını bilmediğimiz bir gezegende geçtiğini düşündüğümüz, Türk sinemasının en anormal seyir süreçlerinden birine ya da katıksız bir bayağılık abidesine dönüştürüyor. Bu Z sınıf bütünün kaç sene sonra kültleşeceğini ise zamana bırakmak lazım derim.

        Ülkemizde artan aşk filmleri arasında “Evim Sensin”e de bir yer açmak mümkün. Ancak böylesi garip, düzensiz, aceleci ve karmaşık, ‘gecekondu’ misali derme çatma oluşturulmuş bir ‘şey’i bir daha bulma şansına erişemeyebiliriz. Zira Özcan Deniz ilk filminde yaptığı hataları, besteci Yıldıray Gürgen hariç teknik ekibini değiştirmesine rağmen bir bir yineliyor burada. Niko’nun kurgu konusunda bildiğimiz profesyonelliği ise köşeye sıkışmış bir detaya dönüşüyor. Bu başarısızlığın sebeplerini araştırmalı mıyız peki? Aslında belli oranda bir kazı çalışması yapılabilir. Ama bunun için karşımıza çıkan ‘engebeli’ yollarda yolumuzu kaybetmemek şart.

        Kör kör parmağım gözüne bir aşk filmi

        Öncelikle ‘sinema nedir?’, ‘bir yönetmenin görevleri nelerdir?’ gibi sorularla başlayıp, ‘filmin inşa sürecinde görsel yapı ve dramatik yapı adlı iki terim var mıdır?’ın beyin jimnastiğine uzanmalıyız. Bunların ardından ise ‘TV dizisinin kurallarına ya da video kliplerin görünümüne ne kadar uygun?’ ikileminin arkasındaki esrar perdesini aralayabiliriz. Ancak önceden belirtelim, bu soru(n)ları çözme yanlısı iyi niyetli bir yönetmen yok karşımızda. Zira kendisi kitlesini bilerek onlara uygun bir şekilde ‘saldır saldır kanarya’ yaklaşımlı, kör kör parmağım gözüne aşk filmleri çekmeyi sürdürecek.

        Sürekli bastıran büyük müzik, eğreti bir yüksek tempoya hapsolan hızlı kurgu ve yapay oyunculuklar ise bu noktada aslında sırıtmadan karşımıza çıkarılabilir. Ancak işin daha trajik tarafı başından sonuna kadar “Evim Sensin”in garip bir stilize doku ile harmanlanma sevdası. Filmi izlerken Özcan Deniz için ‘birazcık kendi video klipleriyle alt seviyedeki yerli TV dizilerimizin görüşüne sahipmiş de bunları bir prodüksiyon kalitesi içerisinde yetenekli teknik ekibe vermek istemiş’ hissiyatına kapılıyorsunuz. Ancak bu durumu bile parça parça hissedebiliyorsunuz.

        Uzay boşluğunda kaybolmak için birebir!

        Sözünü ettiğimiz süreç, bir yakın plan bombadırmanını beraberinde getirirken, uyumsuz bağlanmış kareler havada uçuşuyor, karakterler ise ilkokul birinci sınıf seviyesinde diyaloglarla karakter olmaya çabalıyor. Bu yapmacık eğilimler galerisi, bizi bir bayağılık abidesiyle yüzleştirirken sıkıntı çekmiyor. Zira buradaki ‘engebeli yol’un gerektirdiği bu.

        Açılıştan itibaren belli bir görsel ya da dramatik omurgaya kapılmadan harala gürele giden tek boyutlu bir şeyler izliyoruz ve kendimizi adeta uzay boşluğunda can çekişip yabancısı olduğumuz objelere tutunmaya çalışırken buluyoruz. Bu acelecilik filme büyük zarar veriyor. “Evim Sensin”, adeta sesini kıssanız görsel bir şey bulamayacağınız, gözünüzü kapatsanız dramatik bir ağ kuramayacağınız bir dünyaya girmenizi sağlıyor.

        Nepal pembe dizisi kıvamında

        İşin garibi bu ‘gezegen’in Dünya mı, Jüpiter mi, Mars mı, yoksa Uranüs mü olduğunu da çözememek mi acaba? Bir süre sonra filmin “A Moment to Remember” (“Nae Meorisokui Jiwoogae”, 2004) gibi bir Güney Kore melodramının yeniden çevrimi olmasıyla birlikte mi, yoksa doğal süreç gereği mi bilemeyeceğiz, ama bir şekilde girdiği eksantrik ve kırılgan omurgaya tanıklık edebilecek olgunluğa erişiyoruz. Böylece kaba komedi türükleri, çizgi film mizansenleri, genelde iki kelimeyi geçmeyen replikler ve Yeşilçam melodramı kartonlukları arasından yükselen Z tipi bir yapıtı teneffüs edebiliyoruz.

        Nihayetinde Bollywood’un kendine özgü estetiğinin üzerine ‘yapay’ca gidilince plastik ve tutarsız duracak halinden bir ‘Nepal pembe dizisi’ görmüş izlenimine kapılıyoruz. Devamlılık hataları, karakterimsiler, yönetmeden hareket eden oyuncular, havada uçuşan kurgu teknikleri, ille de güzel kare yakalayacak diye uğraşan görüntü yönetmeni ve pop-klasik müzik-piyano ezgisi arasındaki besteler ise bu durum konusunda ‘alternatif’ bir güç depoluyor. Adeta ‘çer-çöp’ galerisinden bir şeyler izlememize olanak tanıyor. Alman dışavurumculuğundan kopup gelen ağlatma hedefine göre programlanmış, robot mu insan mı olduğunu anlamadığımız ‘kötü adam’ karakterini ise unutmak istiyoruz.

        Çöp aşk filmlerinin unutulmaz yönetmeni

        Öyle ya da böyle çöp yönetmeni Özcan Deniz, aşk filmlerinin en olağan dışı ve olmayacak örneklerini çekmekle anılır hale gelirken bunun tersini kanıtlayacak herhangi bir şey bile yapmıyor. Zira “Evim Sensin”, erken bunama gibi sarsıcı bir konudan duygu sömürüsüne açık bir duygusal-dram çıkarsa ve bu konuda ‘tutarlı’ olsa başımızın üstünde yeri var. Ancak gelin görün ki bir ‘bayağılık abidesi’ne dönüşüyor. Peki karakterlerinin Marslı mı, Dünyalı mı yoksa Jüpiter’den göçme mi olduğunu bile zaman zaman çözemediğimiz bu ‘101 dakikalık bütün’ün ‘sinema’ tanımına uyduğundan şüphelenmek şaşırtıcı oluyor mu? Elbette hayır. Çünkü “Ya Sonra”yı (2011) deneyimleyenlerden biri olarak benzer süreci romantik-komedi adı altında yaşamıştım.

        Aslında bizdeki üretim ağında artık böylesi şeylere şaşırmaz olduk. Hatta 2012’de toplam dört ‘çöp’ yerli film izledik. Bunların hepsi bir kenara Özcan Deniz gibi ‘çöp aşk filmlerinin unutulmaz yönetmeni’ olarak anılacak bir ismin bu kadar kitleye ulaşabilmesi sorgulanmalı. Zira şimdi bakınca Safa Önal’ın “Hicran Sokağı”ndan (2007) ile Ülkü Erakalın’ın “Çığlık Çığlığa Bir Sevdası”ndan (2010) farkı olmayan bir dramatik iskelet, YouTube’da rastgele dolaşan video klipleri aratmayan bir estetik, Küçük Emrah-Ferdi Tayfur arası tutarsız bir ana karakter ve daha nicesi sinemanın kurallarını sorgulamamızı sağlıyor.

        Bu kadarı Ömer Faruk Sorak’a saygısızlık

        Deniz’e tek uyarımız ise Mahsun Kırmızıgül, Abdullah Oğuz, Taylan Kardeşler gibi yeni milenyumda Hollywood kuşağını oluşturan, hikaye anlatmakta yetkin isimlerin işlerini ya da en azından Çağan Irmak gibi moden Yeşilçam melodramı çeken yönetmenlerin yapıtlarını izlemesi. Bu haliyle her iki filminde de Ömer Faruk Sorak’ın ‘biçimci’ yönetmenlik geleneğine saygısızlık yapan bir tür işçisine dönüşüyor.

        Üstüne üstlük bu işçiliği de Ed Wood kıvamında canlandırabiliyor. Peki Deniz’in burada melodram, komedi ile aşk arasındaki dengenin Güney Kore kültüründeki ayrıksı çok katmanlılığa çarpmasında bir sorun var mı? 2004 tarihli orijinal filmi izlemediğim için ondan çok emin değilim açıkçası.

        FİLMİN NOTU: 0.9

        Künye:

        Evim Sensin

        Yönetmen: Özcan Deniz

        Oyuncular: Özcan Deniz, Fahriye Evcen, Teoman Kumbaracıbaşı, Sait Genay, Özay Fecht, Volga Sorgu

        Süre: 101 dk.

        Yapım yılı: 2012

        BOND’A GENÇLİK AŞISI

        Ajan aksiyonlarının mihenk taşlarından olan ‘James Bond’ serisi, 1962’den bu yana 22 film eskitmiş bir marka. Ancak daha ziyade kahramanlaşması, dış ülkelere bakış oryantalizmi, aksiyon kıstası, karizması ve Batı değerlerini korumasıyla öne çıkar. “Skyfall” da belki de en yüksek bütçeli Bond filmi olmasına karşın getirdiği ekiple dinginlikten yana bir tavır koymuş. Bu, filmi birkaç aksiyon sahnesinin yanında bir atmosfer bütününe çevirirken, yalnızlığın çevresinden ‘yalın’ bir sürecin sahibi yapıyor. Ancak oyuncular buna ayak uyduramayınca bir başka ‘gençlik aşısı’ daha tutmayıp ‘Bourne dönemi’nde öylesi ‘gerçekçi’ ve ‘derin’ bir karakteri aramamızı sağlıyor. İstanbul bölümünde ‘turistik/egzotik gezi’ ebadının ötesinde ‘güzel mekan derlemesi’nin yapılması ise bizim adımıza sevindirici.

        Artık her filminde yeni bir gençlik aşısı hedefi koymaya başlayan ‘James Bond’, bu 23. serüveninde de aynı iddiayla bir ‘ambalaj’ giymeye çabalıyor. “Skyfall”, “Amerikan Güzeli” (“American Beauty”, 1999) ile tanınan Sam Mendes, Coen Kardeşler’in işleriyle bilinen görüntü yönetmeni Roger Deakins ile akılda kalıcı minimal ezgileriyle bağrımıza bastığımız Thomas Newman’ın varlığıyla bir vizyon, bir benlik kazanmaya çalışıyor. Peki 200 milyon dolarlık bütçesiyle bunu ne kadar beceriyor?

        Bond draması diyebilir miyiz?

        Orası tartışmalı. Zira artık dağları tepeleri aşan ‘ajan’ prototipi de, MI6’in altında yatanları ‘emperyalist’ bir gözle gözlemleyen milliyetçi tavır da ‘Bourne’ serisiyle yıkıldı. Hatta 2008’de ona yakın bir “Quantum of Solace” aksiyonu da yaratıldı. Ancak burada 200 milyon doların ille de 143 dakikaya çıkan ciddiyet oranı; şık görüntüler, akılda kalıcı ezgiler ve iki görkemli sekans dışında pek yerine gelemiyor.

        Açılış sekansındaki İstanbul ve kapanış sekansındaki Skyfall kısımları ileride hatırlanabilir, hatta jenerkleri de süsleyebilir. Ancak onlar birazcık ‘yan öğün’ niyetine servis ediliyor. Zira filmin esas incelenesi özelliği, Deakins’in geri-beyaz tonlar arasındaki ince işçiliği ve Mendes’in katkısıyla ‘atmosfer’ odağının öne çıkıp renkler üzerinden bir yalnızlık portresine alan açması... Bu durum kendini fazla ciddiye alan karakterlerin abartılı yüz ifadelerine yol açınca ise süreç bir ‘drama’ya kayıyor zaman zaman.

        Kötü adama ve çok canlı ajana yaklaşım hangi çağdan kalmış?

        Craig başta bunu kaldıracak oyuncu olmaması bir tarafa Javier Bardem’in homofobik duruşunun ilk girdiği sekansta kör kör parmağım gözüne hali gözlerden kaçmıyor. Bu kadar abartılı bir eşcinsel kötünün ötekileştirilmesi hangi devirden kalmış? O da belli değil. İdeolojik olarak böylesi bir sakillik giyinen “Skyfall”un en azından John Cleese’in Q’sunu Ben Whishaw gibi doğru bir seçimle doldurması sevindirici.

        Onun ötesinde düşük temposu, az aksiyon sahnesi, öne çıkmadan yeme dönüşen seksi kadınları ve bol ölümüyle gerçekçilik aşılıyor mu? Hayır. Zira Bourne’dan esinlenen ilk sekansta ve son sekansta ölmesiyle ‘insan’ olduğu düşünülen Bond’un, yakında kedi misali dokuz canlı bir yaratıma dönüşmesi ihtimali, dirilişlerle canlanıyor. Bu da bir bakıma bu süreci Bond kimliğindeki ‘yenilmezlik’ ve ‘süper kahramanlık’larla özdeşleştirme adına devreye sokuyor.

        Çok öne çıkmadan adeta yağan kadınları neye yorabiliriz?

        Nihayetinde “Skyfall”, zaten sinemayla paralel olarak adımlar atamayan, sadece zamanında ‘aksiyon’ adına sürece ayak uyduran Ian Fleming’in romanını burada da bütün şovenist haliyle canlandırıyor. Yalnızlık ana meseleye dönüşüp aksiyon dışarıda kalınca ise aslında garip bir bütün içinde sıkışıp kalıyoruz.

        Güzel kadınların havada uçuşması belki serbestlik adına en ‘güzellik’ veren ama ‘anti-feminist’ duruş... Onlardan akıllarda Bérénice Marlohe’nin kalmasını da bir kenarlara not edebiliriz. Ama bunu 143 dakikada deneyimlemek ne kadar oyalayıcı? Orası tartışılır. Zira bu sürenin sebebi ayağını denk alan bir omurga, kadın karakter patlaması ve karizma adına yerleştirilen düşük tempo esasen...

        FİLMİN NOTU: 4.5

        Künye:

        Skyfall

        Yönetmen: Sam Mendes

        Oyuncular: Daniel Craig, Javier Bardem, Naomie Harris, Judi Dench, Albert Finney, Ben Whishaw, Bérénice Marlohe

        Süre: 143 dk.

        Yapım yılı: 2012

        BEYİNSEST’E VAR MISINIZ?

        Sinemada bir yaratıcının yaratım sancılarını ele alan bir formül vardır. “Hayalimdeki Aşk”, onu “Lütfen Beni Öldürme”nin ‘diyalog komedisi’, ‘yazar-ana karakter ilişkisi’ ve ‘sınırları geometrik kurallarla belirlenmiş dünya’ kıstaslarına bağlı kalan film modeli üzerinden yorumluyor. Bunun üstüne ise birazcık ‘aşk’ serpiştirerek sevimlilik ekliyor. Bu sayede hem o filmin değerine değerine katan, hem de bütün öğeleriyle senaryo harikası kokan bir eser izliyoruz. Ensesti beyinseste çeviren ‘köken’ sorunuyla ilgili espriler ise Woody Allen’ın alaycı mizah anlayışını akla getiriyor zaman zaman.

        Sinema tarihi boyunca Federico Fellini, Coen Kardeşler, Nanni Moretti, David Cronenberg ve Robert Altman gibi ustaların elinden geçmiş bir formül... ‘Yaratıcılık dönemi krizi filmi’ adı altında anılabilecek ve gizem türüne dahil edilebilecek, tüketmesi keyifli bir hayal-gerçek arası yolculuktan bahsediyoruz. “Hayalimdeki Aşk” (“Ruby Sparks”, 2012), işte bu şablonu bünyesine transfer ederken hiç gocunmadan kendi kurallarını da belirliyor ve detaycı bir film izleme sürecini seyircisine armağan ediyor.

        Lütfen Beni Öldürme”nin devrimci kurallarını uyguluyor

        2006’da senarist Zach Helm’in “Lütfen Beni Öldürme” (“Stranger Than Fiction”) ile formüle getirdikleri yeniliklerin bir kısmı burada da var. Öyle ki “Sekiz Buçuk”tan (“8½”, 1963) beri hayal-gerçek arasında kalmış ‘yazar’ karakterin ruh halini ele alan bu formülün, “Hayal ve Görüntü”de (“Images”, 1972) birey-alter ego mücadelesine dönüştüğünü, buna mukabil kara film mizansenine ya da body-horror omurgasına girdiğini de görmüştük. Orada ise ana karakterin bakış açısında bir ‘değişim’e ya da ‘eksen kayması’na gidildi.

        Bu da neydi? Yazar olan tipleme dış ses olarak anlatıcı kademesine çıkarılacak, içeride ise ana karakter ‘protagonist’ namına ‘sınırları geometrik kurallarla belirlenmiş bir dünya’ya hapsolacak. Bir nev-i “Truman Show”un (1998) ana karakterinin “Hayal ve Görüntü”nün senaristlik sıkıntılarıyla yoğrulmasını akla getiren bu süreç, alan içerisinde “Permanent Midnight”ı (1998) ya da “Tersyüz”ü (“Adaptation.”, 2002) de komedi tonuyla hatırlatmaktan geri kalmıyordu. Ancak “Lütfen Beni Öldürme”, esasen Woody Allen’ın formüle el attığını hissettiren bir zaman dilimini bizlere kazandırmasıyla önemli ve kilit bir konuma ulaştı.

        Senaryonun etkinliği hissediliyor

        “Hayalimdeki Aşk”ta Elia Kazan’ın torunu Zoe Kazan’ın senaryosundan yola çıkan omurga ise büyük oranda o çatıyı kullanıyor ve fantastik bir aşk filminin orta yerine yerleştiriyor. Calvin Weir-Fields ve onun yarattığı Ruby Sparks arasındaki yaratıcı-denek ilişkisi ise ne frankenstein filmlerine ne de bilimsel deney motifine kayıyor. “Çılgın Bilim”vari (“Weird Science”, 1985) ‘gençliğin mükemmeliyet kaygısı’na da ulaşmıyor. Aksine baştan itibaren karakterimizin zihninden üreyen, geçmişiyle günümüzle son derece iyi işlenmiş bir yazım süreci izliyoruz.

        Dayton-Faris ikilisi, “Küçük Gün Işığım”da (“Little Miss Sunshine”, 2006) ölüm, varoluş ve işlevsiz aile kavramlarını ele alırken komedi-dram arasındaki bir ‘klişesel’ dokuya hitap etmeleri dışında senaristlikleriyle dikkat çekmişken, burada da bu özelliği devam ettiriyorlar. Steve Coogan, Annette Bening, Antonio Banderas, Chris Messina ve Elliott Gould ile sarılı yan tiplemeler öylesi ‘karakter’lere dönüştürülüyor ki, metne ayak uyduran yönetmenlikten ziyade senaryoda kusursuz bir başarı geliyor sanki.

        Hayal-gerçek çizgisini kaybeden film, kendi yönünü belirliyor

        Buna ulaşırken ise başlangıçtan itibaren gözüken ‘mükemmel aşık’ görüntüsüyle karşımıza dikilen Ruby Sparks’ın, hayali imgeden gerçekliğe transfer olması aslında bu ‘gizem’li filmlerin sürecini değiştiriyor. Calvin’in bakış açısından birazcık grenli bir görüntüyle, yansıyan güneş ışığını arkasına alan boy planda kendini açığa çıkaran tiplemenin, bu açılış karesindeki hayalciliğin ötesine geçmesi serbest bir dramatik yapının sözünü veriyor. Ancak geçmişteki formül filmleri kadar dağınık durmadan, belli kurallarla donatıldığı görülebiliyor.

        “Lütfen Beni Öldürme” gibi yazdıkça kendini sisteme adapte eden bir bireyimsi haline getiriyor. Seks yapacaksa yaptıran, sinirlendirecekse sinirlendiren, ancak asla ipi elinden kaçırmaması gereken geçmişsiz Ruby Sparks ince ince örülüyor. Calvin’in ise aşk acısı çektiği, orta sınıf evindeki yalnızlıktan dolayı kendini bir ‘ilham perisi’ yaratmaya verdiği açık. Bu boşluk Ruby ile devreye girerken ikilinin montaj sekanslarla kavranan samimi romantik-komedi iskeleti Woody Allen duruşundan sesleniyor. Zira sürekli kendi kendimize, ‘bunu da yazmış mıydı?’ veya ‘ne kadarı gerçek olabilir?’ diye soruyoruz.

        Böylece inanılmaz aşklar üzerine, günümüzün doğal sorunu varoluşçu bir çerçeveye oturtuluyor. Bu da “Hayalimdeki Aşk”ı sallanan kamerayı hikaye anlatma aracına çevirirken orta plan odaklı algıyı 1.85:1’de kavrar hale getiriyor. Lafın özü stüdyoya yakın bir işçiliğin sahibi yapıyor. ‘Birini idare etme düşüncesi orta sınıf bir Amerikan entelektüelinin elinde olsa ne olur?’ sorusunu harekete geçirir hale getiriyor.

        Sinefil bir ruhun etkisinde

        Bunun cevabı “Lütfen Beni Öldürme” kadar keskin mesajlarla verilmiyor belki. Ancak buradaki aşk süreci de ‘fantastik’ alışımlı romantik-komedileri akla getiriyor. Zaten “Kadınlar Ne İster” (“What Women Want”, 2000) göndermesi de buna yarıyor gibi. Dışarıdan gelen bir ruhani öğeyle devreye giren süreç kendini tatmin ediyor. Karakterlerin inandırıcılığı ve dolgunluğuyla ise hikayeye de karakterlere de diyaloglara da sarılmak istiyorsunuz. Böylece Dayton-Faris ikilisi “Küçük Gün Işığım” gibi duygu sömürüsüne kayıp seyirciyi fethetmeden bir kişisel süreci canlandırıyor.

        Sinefil beyinden “Harvey”nın (1950) muhafazakar fantastik dostluk sürecini, “Sabrina”nın (1954) ‘Pygmallion’ kaynaklı screwball komedi düşüncesiyle bir araya getiriyor. ‘Muhteşem Gatsby’ ve ‘Catcher in the Rye’ gibi romanların yanına “Braindead” (1992) gibi zombi komedisini de ekliyor. Bu da eldeki şablona akraba formülleri inceleme arzusunu açığa çıkarırken, yaratan-yaratıcı ilişkisi adına da bir aşk durağına uğranmasının metinsel sürecini ve mizah oranını yukarılara çekiyor. Böylece Calvin’in varoluş problemlerindeki köken sorununu ve iş hayatından uzaklaşma kıstasını daha net bir şekilde harekete geçiriyor.

        FİLMİN NOTU: 6.5

        Künye:

        Hayalimdeki Aşk (Ruby Sparks)

        Yönetmen: Jonathan Dayton, Valerie Faris

        Oyuncular: Paul Dano, Zoe Kazan, Steve Coogan, Annette Benning, Antonio Banderas, Elliott Gould

        Süre: 104 dk.

        Yapım yılı: 2012

        MARAŞ KATLİAMI ZEMİNİNDE YABANCILAŞMA

        Son dönemde yükselen Kürt sinemasının belki de en çok iz bırakan örneği “İki Dil Bir Bavul”dur. Sinemasal yetisinden ziyade meselesiyle dikkat çeken bu eser, politik duruşuyla bir yerlere not edilebilir. O filmin arkasındaki iki isim ise burada bir anlamda oradaki ‘gerçekçilik’ ve ‘belgesel estetiği’ eleştirilerini ‘Tarkovsky zemini’yle kurmaca damarlı minimalizme transfer ediyor. Gerçek insanların hikayeleri böylece grinin tonlarının üzerine kurulu ve yabancılaştırıcı bir ‘anne-oğul-baba’ ya da ‘yuva-ses-kamera’ ilişkisi servis ediyor. Ancak “Babamın Sesi”, Anadolu’da bir köşeye itilen Kürt bireyler üzerine içi dolu bir sözlü tarih çalışması sunmayı, kamera kullanımıyla bunun altını doldurmayı ve final sekansıyla iz bırakmayı becerse de sanki kurmaca dolaşımını tamamlayamamanın ‘ara boşluk’larından çekiyor gibi. Bu da Tarkovsky ambalajı konusunda “Kar Beyaz” ve “Sonbahar” kadar kalıcı olmamasını sağlıyor.

        #video#68687 #Filmin fragmanı için tıklayınız...#

        “İki Dil Bir Bavul” (2009) ile Türk sinemasına bir ‘politik sinema’ izdüşümü bırakan, bunun da şimdiye değin geri dönüşlerini alan Orhan Eskiköy-Özgür Doğan ikilisi, bu kez görev değişimine gidiyor. “Babamın Sesi” (2012), Özgür Doğan’ı yapımcı koltuğuna oturturken Zeynel Doğan’ı Eskiköy’ün yanına ‘ortak yönetmen’ olarak yerleştiriyor. Bu sayede ilk filmdeki belgesel gerçekliğinin izini süren ve doğaçlamaya da kayan gelenek, burada renk paetinden güç alan minimalist bir sinema filmiyle yer değiştiriyor.

        Maraş Katliamı zemininde yalnızlık ve yabancılaşma

        Maraş Katliamı’ndan ve geçmişte kalan ‘işitsel’ ve ‘görsel’ malzemelerden bir odak noktası belirleyen film, buradan da büyük oranda Yılmaz Güney’in Kürt sineması temsilcisi olma yolunda adım atan bu üçlünün söylemleriyle yol alıyor. Etnik grupların ve mezhepsel çatışmaların yarattıklarını bir sosyopolitik yara olarak böylece masaya yatırıyor. Bunun altını kazırken de söylemini derinlere kadar indiriyor. Kaydedilen sesler ve Elbistan mekanı bu konuda anne-oğul ilişkisinin üzerinden ‘yabancılaştırıcı atmosfer’ dolgusuna dönüşüyor. Böylece Tarkovsky’nin filmlerinde gördüğümüz Sokurov’da ise daha stilize bir sürece transfer olan bir yapı aktif hale geliyor.

        Ancak “Babamın Sesi”, bunu “Ana ve Oğlu” (“Mat i Syn”, 1997) gibi görsel yetkinliği üst düzey bir başyapıt için kullanmaktan özellikle uzak duruyor. Seslerle bir sözlü tarih çalışması yapmayı, onun üzerine de kamera kaydırmalarını ve alan derinliğini ana amaç olarak belirleyen sabit çerçeveleri yerleştirmeyi uygun buluyor. Dinginlik ve sükunet de büyük oranda kendini canlandıran Zeynel Doğan’ın annesi Bâse’nin özünde ‘iletişimsizlik’, ‘kanayıp içeriye atılan yaralar’ ve ‘geçmişle hesaplaşma’ meselelerini bir yalnızlık portresiyle harmanlıyor.

        İnşaat aletlerinin açtığı deliklerde hapsolan zoraki yaşamlar

        Büyük oranda da babanın Kürtçe konuşan ses tonuyla ‘göç’ ettiği yerden öyküye girişi, anne ve oğul derken karşımıza kimi yetkin planlar çıkıyor. Ancak filmin sesler ile dolly veya sabit kamera ile yakalanan görüntüler arasındaki gelgitleri, keskin bir minimalizme çevirince sıkıntılar yaşadığı açık. Gri ton sanki o anlarda ‘uçuşan ağaç’ın etrafındaki pan ile görüntülenen çarpıcı, natüralist ve hipnotik kapanış plan sekansı kadar kalıcı olmaktan ziyade, belgesel malzemesinin içinde bir ‘ara boşluk’ işlevi görüyor gibi.

        Görsel yapının ideolojik söylem kadar aktif olmaması, fazla derdi yer yer bir boğuculuğa teslim ediyor. Annenin yalnızlığını ve serüvenini sinemasal gerekliliklerle yoğururken belli defolar ortaya çıkıyor. Kimi yan karakterler de içeriye biraz ‘amatör’ ruh enjekte ediyor. Bu da sözlü tarih çalışmasıyla daha anılır bir ‘Türkiye’de Kürt Alevi olmak’ toplumsal damarını bizlerle yüzleştiriyor. İletişime bile korkar hale gelen bireylerin ‘inşaat aletleri’nin açtığı delikler arasındaki ‘zoraki yaşam’larından parçalar böylece canlanıyor. Vurgun niyetine de karşımıza bir bir diziliyor.

        FİLMİN NOTU: 5.5

        Künye:

        Babamın Sesi

        Yönetmen: Orhan Eskiköy, Zeynel Doğan

        Oyuncular: Bâse Doğan, Zeynel Doğan, Gülizar Doğan, Ali Kul

        Süre: 92 dk.

        Yapım yılı: 2012

        KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU

        360: 4

        Araf: 7

        Asteriks ve Oburiks: Gizli Görevde (Astérix et Obélix: Au Service de Sa Majesté): 3

        Aşk Yeniden (Hope Springs): 5.7

        Aşkın Ömrü Üç Yıldır (L’Amour Dure Trois Ans): 6.1

        Ayı Teddy (Ted): 6

        Başka Bir Kadın (La Vie d’Une Autre): 4.5

        Bourne’un Mirası (The Bourne Legacy): 6

        Bulut Atlası (Cloud Atlas): 8.5

        Cehennem Melekleri 2 (The Expendables 2): 4

        Cennetteki Çöplük: 2.5

        Cesur (Brave): 6.6

        Cosmopolis: 7

        Çanakkale 1915: 4.5

        Çanakkale Çocukları: 3.6

        Elena: 6.7

        Gergedan Mevsimi (Fasle Kargadan): 7.5

        Geriye Kalan: 5.7

        Gölgede Dans (Shadow Dancer): 5.8

        İlk ve Son Aşkım (Seeking a Friend for the End of the World): 4.6

        Lal Gece: 3.5

        Lanetli Ruh (Emergo): 5.5

        Mutluluğa Boya Beni (Le Tableau): 4

        N’Apcaz Şimdi?: 2.4

        Ne Adam Ama (What a Man): 5

        Oğlum Bak Git: 2.5

        Paranormal Activity 4: 1.2

        Paranorman: 4.5

        Paris-Manhattan: 5.3

        Roma’ya Sevgilerle (To Rome with Love): 4

        Ruh (The Pact): 5.5

        Sadakatsizler (Les Infidèles): 4.5

        Savaşın Çiçekleri (The Flowers of War): 3.5

        Striptiz Kulübü (Magic Mike): 7

        Şimdi Gel de Gör Beni (Lola Versus): 4.9

        Tepedeki Ev (Kokuriko-zaka Kara / From Up on Poppy Hill): 5

        Tehlikeli Takip (End of Watch): 4

        Tetikçiler (Looper): 8.4

        Tinker Bell: Gizemli Kanatlar (Secret of the Wings): 3.5

        Uzun Hikaye: 5.4

        Vampir Avcısı: Abraham Lincoln (Abraham Lincoln: Vampire Hunter): 4.5

        Yargıç Dredd (Dredd): 5.8

        Yurt: 3

        Not: Yıldızlar, 10 üzerinden verilmektedir.

        keremakca@haberturk.com

        Diğer Yazılar