Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        14 ARALIK FİLMLERİ

        Eğer fantastik sinemayı 2000 öncesi ve sonrası olarak ikiye ayırırsak, bu durumun müsebbibi ‘Yüzüklerin Efendisi’ serisidir. Türü A sınıfına sokup geniş kitlenin eğlencesi haline getiren üçleme, büyük oranda Peter Jackson ile J.R.R. Tolkien’in zihin uyumuyla başyapıtlar çıkarmıştı. Şimdi ise Orta Dünya hikayesinin başlangıcına odaklanan önbölüm işlevli ‘The Hobbit’ üçlemesi perdede şansını deniyor. Bu serinin ilk bölümü “Hobbit: Beklenmedik Yolculuk”, nostaljik bir yaklaşımla tüketilirken, Peter Jackson’ın formundan hiçbir şey kaybetmediğini kanıtlıyor ve fantezi-epik adına çok fazla kaliteli-iddialı örnek verilmeyen yeni milenyumda bir görev üstleniyor. Böylece bu daha fazla yaratıklı ve ırklı Orta Dünya portresi, yıllardır beklenen sahneleri, kült karakterleri, klasik yolculuk algısı ve iyi-kötü mücadelesine yaklaşım duygusuyla sınıfı geçiyor. Jackson da fantastik sinemanın destansı hikaye anlatıcısı olarak adını sinema kitaplarına yazdırmayı bu sayede garantiliyor.

        2000’lerin sinema külliyatındaki en önemli üçlemelerden olan ‘Yüzüklerin Efendisi’ (‘The Lord of the Rings’), bir vizyon, bir inşaat ve bir dönüşüm anlamına geliyordu. Peter Jackson’ın J.R.R. Tolkien’ın romanından sinemaya aktardığı eser, bilgisayar oyunlarıyla büyüyen genç jenerasyonu yakalamaya uygundu aslında. Bir anlamda ‘Warcraft’ benzeri fantastik dünyalı oyunların ‘dış görünüş’ünü çekici metinden beslenerek perdeye transfer ediyordu. Bu doğrultuda ‘Orta Dünya’ adlı bir varsayımsal evren yaratarak orada olup bitenlerin güncelerini ele almak ana meseleydi. Ancak bu elbette normal versiyonlarıyla 9 saati, uzatılmış versiyonlarıyla 12 saati bulan bir ‘başyapıt’ ya da ‘marka’ armağan etti sinemaya.

        Yüzüklerin Efendisi’ bir devri başlatmıştı

        Bu konuda en önemli faktör ise fantastik sinemanın değişim geçirmesiydi. Zira burada gerçek anlamda ‘iktidar mücadelesi’ni ele almak için yerleştirilen bir ‘yüzük’, birlik çağrısı yapar gibi gözüküp bütün ırkları bir araya getiriyordu. Sauron’a karşı mücadele de insanlar, büyücüler, hobbitler, elfler, cüceler, orklar, goblinler ve daha fazlasıyla birlikte bir çatışmayı devreye sokuyordu. Bunun izinde insan kahraman beklerken Frodo’nun, Bilbo Baggins’ın Shire’lı hobbit oğlunun serüveni öne çıkıp felsefede Joseph Campbell’dan bildiğimiz ‘quest of the hero’ ya da ‘kahramanın yolculuğu’ devreye giriyordu.

        Ancak o zamana kadar B sınıfında işlev veren fantastik, bu filmle birlikte A sınıf bir devrime imza atıyordu. Bir anlamda 90’larda aksiyonun tavan yaptığı, ana akım tür listesinde ilk sıraya yerleştiği süreç, gençlerin arzularıyla değişim geçiriyordu. ‘Matrix’ kuşağı da ‘Yüzüklerin Efendisi’ ile beslenirken bilgisayar ve internetten destek alan eserleri devreye sokup, genelde süper kahraman filmlerinin altın çağının yaşanması sağlanıyordu.

        Destansı anlatının izinde bir ciddiye alınma sınavının önbölümü

        Fakat fantastiğin fantastik-macera, kılıç-büyü filmi, peri masalı filmi gibi alt türleri de geride kalmadan bu ivmeye ayak uydurup, esasen melez türlerin devreye girmesi bir ‘kaynak’a dönüşüyordu. Peter Jackson’ın yaptığı gibi mitolojik figürler arasındaki savaşımda ‘destansı’lık ve ‘görkem’ aşısı görmeyen alana ‘fantezi-epik’ adını gerçek anlamda armağan etmekti. Böylece ciddiye alınır bir A tipi fantastik tanımı, Kubrick’in bilimkurguda “2001: Uzay Yolu Macerası” (“2001: A Space Odyseey”, 1968) ile, Coppola’nın gangster filminde “Baba” (“The Godfather”, 1972) ile ya da tarihi-epik türünün atardamarında yaptığı gibi devreye giriyordu. Fantastik sinemada da böylece bir cesaret aşısına tabi tutulup ciddiye alınma sınavından alnının akıyla çıkıyordu.

        Aradan 10 yıl geçtikten sonra ise üçlemenin ekmeği elbette genişleyen satış ürünleriyle yenmeye devam etti. Ancak ‘önbölüm’ kavramına uyduran ‘The Hobbit’ romanı, bir anlamda yeni bir üçleme malzemesi sunuyor. Böylece burada ana omurgayı oluşturan yüzüklerin dağılımının devamındaki iktidar mücadelesinin öncesinde olanlar bir ‘merak unsuru’ olarak karşımıza çıkarılıyor. Bana kalırsa da ‘açılmamış kapılar aralanıyor, daha ne istiyorsunuz?’ motivasyonuyla anılabilir.

        Nostaljik reklam araları vermesi lehine olmuş

        “Hobbit: Beklenmedik Yolculuk” (“The Hobbit: An Expected Journey”, 2012) da dünyaya ve tanıma saygıda kusur etmezken, bu kurmaca evrende olup bitenlerin eksiklerini tamamlama ve hayranlar için ‘nostaljik reklam araları’ verme düşüncesini dolduruyor. İnteraktif bir Yüzüklerin Efendisi haritası olarak okunabilecek yapıtın, yapısı ayrı bir inceleme konusu. Ama özellikle Gandalf, Gollum, Galadriel ve Elrond’un girdiği anlarda adeta sahnenin önünde bekleyen karakterlerin kameranın kaydırma hareketiyle yükselen genel planlarla seyirciye bakması, ‘monolog mu yapacaklar?’ hissiyatını harekete geçiriyor.

        Jackson, büyük oranda ‘üç boyut’un da avantajlarını kullanarak bu duyguyu uyandırmak istemiş. Çok sevdiği diyarlarda kendi düşüncesindeki kitleyi de unutmamış. 48 kare ile bunu daha canlı tutacak olması da ayrı bir hamle elbette. Ama bu teknolojik hareket bizde karşılık bulmadı. Bu taktiklerle Bilbo Baggins’in gençliğine ışınlanmak ya da Thorin’in izinde Aragorn’un mücadelesini bir ‘cüce’ doğrultusunda takip etmek çok da itici gelmiyor. Ancak genel omurgaya bakınca ilk üçlemenin ‘mitolojik serüven’ algısı burada da mevcut. Tek fark orklar ile cücelerin mücadelesinin ‘prolog’ta verilip onun devamında olanların bir incelemeye tabi tutulmasıyla ortaya çıkıyor.

        Mitolojik yolculuk yerinde dururken cüceler daha bir öne çıkıyor

        Bu durum ‘Yüzüklerin Efendisi’nde üzerine gidilmesi cüce ırkının, bir anlamda öne çıkıp hobbitlerle dostluğunun da incelenmesini sağlıyor. Büyük oranda da bu konuda ‘insan görmemek’ fantezi-epik coğrafyasını yaşatma adına tatmin ediyor. Hatta bunun devamında neredeyse üzerimizde envai çeşit yaratık/canavar yağması da bir anlamda ‘her eşiği atlamak için aynı mekandan, evden ya da karakterlerden geçme’ hikayesini çok iğreti hale getirmiyor.

        “Yüzüklerin Efendisi: Yüzük Kardeşliği” (“The Lord of the Rings: Fellowship of the Ring”, 2001) ile birebir aynı gibi duran hikaye yapısı burada orklar, goblinler, örümcekler, troller ve taşlaşmış devler arasında bir fetişe açılıyor. Böylece Guillermo Del Toro adının ‘danışman’ olarak korunması konusunda da şaşırtmıyor. Yaratık tasarımları üzerine bir artistik patinaj anlamına gelen “Hobbit: Beklenmedik Yolculuk”, değerini bu açıdan perçinlerken Gollum-Bilbo karşılaşmasının daha önce gördüğümüz ‘kısa flashback’ hali başlı başına bir sekans olarak tanımlanıyor.

        Bir Peter Jackson oyuncağı

        Böylece üçüncü filmde Bilbo’nun geldiği durumu göz önünde bulundurunca ‘başlangıç’ adına birleştirme algısı yine interaktif bir süreç başlatıyor. Özellikle bu sekanstaki oyunlar, Gollum’un kişilik bölünmesi ve Bilbo’nun yüzüğü takarak görünmez olması elimize bir Peter Jackson oyuncağı veriyor. Unutulmazlar arasına giren arşivlik bir sekans armağan ediyor.

        En küçük boylu ırkın kahramanlaştırılması bir anlamda Orta Dünya’daki katmanları ‘çocuksu ve muzip’ bir oluşumun/kökenin ışığında canlandırıyor. Bir bakıma bu barışçıl ırkın bile ne kadar iktidara kayıtsız kalamayacağı devreye sokuluyor. O ırk üzerine bir incelemeden ziyade cüceler ile ilişkisi ise burada ana öğeye dönüşüyor. Dostluğun her şeyi halletmesi öne çıkarılıyor.

        Fantezi-epik fazla örnek vermediği için perdede eskimemiş gözüküyor

        Jackson’ın işçiliğiyle ilk üçlemedeki yakın plan ağırlığını azaltması, genel ya da geniş planları daha bir hakim hale getirmesi zaman zaman tanıtıcı bir sorumluluk yüklenip ‘ilk film’ etiketini kalkındırıyor. Ancak dar mekanlarındaki mercek kullanımlarıyla filmin dokusunu kaybetmeden ‘yeşil-mavi’ arasına tutunması takdire şayan. Adeta bir tutarlılıkla ‘iki üçleme beraber mi çekildi?’ sorusunu sordurturuyor.

        “Hobbit: Beklenmedik Yolculuk”, iktidar mücadelesine ilk üçlemedeki kadar keskin girmeden yan yollarda ilerliyor. Daha sosyolojik ve bilinmedik dehlizlere odaklanıyor. Ama esasen “300” (2006), “Altın Pulusa” (“The Golden Compass”, 2007), “Goemon Efsanesi” (“Goemon”, 2009) ve “Pamuk Prenses ve Avcı” (“Snow White and the Huntsman”, 2012) haricinde çok keskin bir fantezi-epik verilmemişken bu konuda bir dolgunluk yaratması takdire şayan. Böylece Jackson ruhundan hiçbir şey kaybetmeden bütün ırklar arasındaki etkileşime hakimiyet kurma ve buradan bir işçilik çıkarma yetkinliğiyle, fantastik sinemanın klasik anlatıcısı olarak aradan sıyrılıyor.

        FİLMİN NOTU: 6.5

        Künye:

        Hobbit: Beklenmedik Yolculuk (The Hobbit: An Unexpected Journey)

        Yönetmen: Peter Jackson

        Oyuncular: Martin Freeman, Richard Armitage, Benedict Cumberbautch, James Nesbitt, Ian McKellen, Hugo Weaving, Andy Serkis

        Süre: 169 dk.

        Yapım yılı: 2012

        YILIN EN İYİ TÜRK FİLMİ

        Ülkemizdeki ‘eşkıyalık’ sorunu aslında bir hayli toplumsal, kültürel ve aynı zamanda saklı bir tabandır. Bu konunun Yavuz Turgul’un “Eşkıya”sındaki popüler temsili bir tarafa Emin Alper burada o meseleyi ve onun etrafındaki feodalizm, mülkiyet, öteki korkusu gibi kavramları merceğine ‘modern’ ve ‘yabancılaştırıcı’ metotlarla alıyor. Yılmaz Güney’in western (eastern/Anadolu westerni) şaheseri “Seyyit Han”ın estetiğinin ‘Antonioni sineması’na uyarlanmış versiyonu gibi duran “Tepenin Ardı”, boşluklar, hiçlik, genel planlar, hırçın sessizlik ve içimizdeki düşman algısı eşliğinde akarken geleneksel dramatik yapıların gereklerini yerine getirmiyor. Buna paralel olarak ‘eşkıyalık’ı, ‘şiddet’i, ‘düşmanlık’ı ve ‘kötücüllük’ü, ‘en yalın aile portresi’nden alıp dünyadaki siyasi çerçevenin yarattığı ayrımcılık, faşizm ve kıyımın alegorik bir fotoğrafını çekmek için kullanıyor. Bu da ‘tepenin ardı’na yarı sanrısal gerçekleri yerleştirirken beyni yıkanan ya da bu ülkede yetişen karakterler üzerinden bir ‘kayboluş’a ve ‘Brechtiyen atmosfer’e giriş olarak tanımlanıyor. Emin Alper, ilk filminde politik bir anti-western iskeleti yaratırken, bizim sinemamızda fazla el atılmamış bir platforma yenilikçi bir vizyonla ‘merhaba’ diyor. Böylece ustalık günleri çok yakın bir yönetmenin doğuşunu müjdeliyor.

        FİLMİN NOTU: 7.6

        Künye:

        Tepenin Ardı

        Yönetmen: Emin Alper

        Oyuncular: Tamer Levent, Berk Hakman, Mehmet Özgür, Furkan Yener, Sercan Gümüş

        Süre: 94 dk.

        Yapım Yılı: 2012

        LAZ KÜLTÜRÜNÜN ‘BLACULA’SI

        Postmodern bir vampir-komedisi tanımı yaratan “Laz Vampir Tirakula”, pastel renklerden, ekran bölmesi tekniğinden, alternatif tarih çalışmasından ve uyumlu el çizimi animasyonundan yükselen ‘çizgi roman estetiği’yle dikkat çekiyor. Ancak bu biçimci ruhu 40-50 dakikanın ötesine taşımayıp omurgasına ‘fantastik’ bir ‘beden değiştirme mizahı’ motifi eklemesi başrol oyuncusuna ve senaristine ağır gelmiş. Bu da filmin bütün o ‘ilginç kült etiketi’ne karşın vasat bir seyirlik tanımıyla anılmasını sağlıyor.

        Vampir-komedilerine bakış atınca 70’lerde ‘eğlence’ tarafını öne çıkaran eserler olsa da celseyi yön belirleyen “Kayıp Çocuklar” (“The Lost Boys”, 1987) ile açtığımız için çok önyargılı olabiliriz. Zira orada Joel Schumacher’in hedefi çetelerin, bir alt kültürün peşine bu ‘kan emici kavim’i takıp mite sınıf atlatmak ya da en azından alt türün cıvatalarını gevşetme hamlesi yapmaktı. Bu doğrultuda da başarılı oldu ama kalıcı olamadı. Bu yılki “Otel Transilvanya”nın (“Hotel Transylvania”, 2012) bu melez türdeki zeka patlaması bu süreci daha da zorlaştırabilir, kabul edelim.

        İlk bölümdeki çizgi roman estetiği işliyor

        Ancak Metin Koç-Ulaş Zeybek ikilisi de burada belli oranda Edgar Wright dinamikliğinde bir formül tutturmaya çalışıyor. Parodiden ziyade ‘vampir-komedisi’ bileşimini tercih ederken aslında “Laz Vampir Tirakula”nın (2012) becerikli tarafları da var. Aytekin Birkon’un kurguculuk, Zeybek’in sinematografi becerisiyle yükselen ‘çizgi roman estetiği’ özellikle ilk 40-50 dakikada gayet usturuplu ilerliyor.

        “Son Osmanlı: Yandım Ali” (2007) ve “Büşra”da (2010) çizgi roman, “Kaybedenler Kulübü”nde (2011) ‘duvar yazısı-karikatür’ adına gördüğümüz bu ‘estetik deneme algısı’ bir anlamda projenin atardamarına dönüşüyor. Açılıştan itibaren el çizimi animasyonun, pastel renklerin ve plastik görünümlü kostümlerin katkısıyla yürüyen görsel yapı, ekran bölme, sıçramalı kurgu ve donma efektlerinin tekrarıyla dengeleniyor.

        Senaryo, süre ve başrol oyuncusu mağduru

        Ancak filmin 100 dakikayı aşan süreye bağlanmaya çalışılıp başlangıçtaki ‘eğer Vlad Dracula, Türklerle akraba olsaydı’ düşüncesini “Kutsal Damanca: Dracoola”vari (2011) bir çerçeveye oturtup ‘fantastik’ bir omurgaya döndürmesi aleyhine olmuş. Buradan sonra gelen ve ‘laz vampir’e uzanan beden değiştirme komedisi şablonu, Levent Sülün’ün oyunculuk kimliğine ya da yeteneğine ağır geliyor. Bu duruma ‘derme çatma kurulup aceleye getirilmiş, sinematografisi ve kurgusu sıkıntılı sekanslar’ dahil olunca bir anlamda Wilma Elles, Meral Kaplan, Alp Korkmaz ve Veysel Diker’in tavizsiz ‘beyaz tenli’ vampir tiplemeleri de harap oluyor.

        Ev içindeki beyaz dokunun dış mekanlarda pastel renklere ve çizgi roman sayfalarına transfer olması da bir anlamda Metin Koç’un senaryo konusundaki beceriksizliğine ve başrol oyuncusunun yetersizliğine takılıyor. Diyaloglar birkaç skeç zekası dışında güldürmekten ziyade ‘hızlı geçiş’e yol açıyor.

        İlginç bir ‘kült’ etiketine sahip

        Bu durum “Laz Vampir Tirakula”yı, lezbiyen vampirlerin siyah tenli vampirlerin arasına bir laz vampir ekleyerek ‘Kutsal Damacana’ serisinin korku alt türlerine yaklaşımını ‘postmodern bir güdü’ye transfer etmesini sağlıyor. Ancak filmin 50. dakikadan sonra düşüşe geçmesi, bir anlamda Türk filmlerinde gördüğümüz ‘bütçe yetmediği için son bölümü yalapşap çekelim, nasıl olsa kurguda hallederiz!’ sorunsalını açığa çıkarıyor.

        Müze sahnesi ve Fatih Sultan Mehmet’in akrabası karakter gibi yan öyküler, bu konuda bir ‘artçı şok’ yaratıp adeta dramatik yapıyı esir alıyor. Böylece film süreci başını alıp gidiyor. “Laz Vampir Tirakula”nın ‘siyahi istismar filmlerinin vampir filmi’ olarak bilinen “Blacula”nın (1972) Türk versiyonu adıyla anılması ise ilginç bir ‘kült’ etikete dönüşmesini sağlayabilir.

        FİLMİN NOTU: 4.2

        Künye:

        Laz Vampir Tirakula

        Yönetmen: Metin Koç, Ulaş Zeybek

        Oyuncular: Levent Sülün, Wilma Elles, Meral Kaplan, Alp Korkmaz, Ebru Kaymakçı, Veysel Diker

        Süre: 104 dk.

        Yapım Yılı: 2012

        BOSNA SAVAŞI’NDAN MELODRAMATİK MANZARALAR

        Üç zaman diliminden bir aşk hikayesinin parçalarına, acılarına ve sırlarına bakış atan “Sen Dünyaya Gelmeden”, akıcı anlatıyla kavranmış bir duygusal-dram olmayı beceriyor. Ancak dramatik yapısında ‘melodramatik öğeler’i, ‘klişeler’i ve ‘basit numaralar’ı fazlaca gözümüze sokup ille de ağlatmak isteyince bu türün geleneksel ve demode ambalajını giyiyor. Bu noktada Saadet Işıl Aksoy’un ‘temasal canlılık’ katıp karton Yeşilçam ruhunu dağıtması etkili oluyor. Ancak “Sen Dünyaya Gelmeden”, bu yıl izlediğimiz Aida Begic imzalı bir başka Bosna Savaşı merkezli “Çocuklar”ın yetkinliğini ve etkileyiciliğini fazlasıyla aratıyor.

        90’ların başındaki Bosna Savaşı, daha ziyade Bosna’ya uzanan, bir etnik ve dini çatışmanın habercisi olmuştur. Onunla ilgili filmler ise zaman zaman üretilir. Bu sene “Kan ve Para” (“In the Land of Blood and Honey”, 2011), “Çocuklar” (“Djeka”, 2012) ve “Sen Dünyaya Gelmeden”in (“Venuto Al Mondo”, 2012), ABD, Bosna-Hersek ve İtalya kaynaklarından bu konuda bir çeşitleme sunması ise ilginç. Bunu herhangi bir şeye yormak çok da doğru değil. Zira her üç eser de kendi sinemasal yaklaşımlarıyla değerlendirilince birbirlerini tamamlıyorlar. Ancak bunların arasında en zayıfı bu hafta vizyona giren üçüncüsü...

        Dokunma arzusu hissettiren bir görsel yapı

        ABD’de ‘Narnia Günlükleri’nin kadrosuna kadar uzanmış uluslararası bir oyuncu olan Sergio Castellito, izleyiciyle yakın ilişki kuran ‘özdeşleşme sineması’nı seven bir yönetmen aynı zamanda. Bu dördüncü filminde de Bosna Savaşı tabanlı, hikaye kurgusuyla oynayan bir duygusal-dram ile karşımıza dikiliyor. “Sen Dünyaya Gelmeden”, hedefini bu konuda iyi koyup Gemma (Cruz) ile Diego’nun (Hirsch) ilişkisine, evliliklerine, savaşla mücadelelerine, taşıyıcı anne kararlarına ve aralarına giren o büyük sırra odaklanıyor.

        Aslında Gianfilippo Corticelli ve Patrizio Marone’nin sinematografi ile kurgu adına müthiş uyumu yüzde yüz oranda ‘tutarlı’ bir akış getiriyor. Özellikle 90’lar arka planının ‘pastel renkler’i öne çıkarması, günümüze gelince bir ‘sonbahar’ havasına kavuşuyor. 80’lerde Diego ile Gemma’nın karşılaşma anlarında ise ilkbahar bir anlamda kırmızıya kayan renk skalasını devreye sokuyor. Castellito’nun Ferzan Özpetek’in bu teknik ekibiyle çalışması ‘melodramatik süreç’i bir ‘dokunma arzusu’na malzeme ediyor.

        Saadet Işıl Aksoy ‘temasal canlılık’ getiriyor

        Ancak onun filmlerindeki ‘öznel ruh hali’ odaklı yapılardan biri yok burada. Aksine yönetmenin zamanlar arası geçişlerdeki ‘şok kesme’ ve ‘uyum kesmesi’ dengesini iyi ayarlaması bir tarafa, açılış-kapanış sekansı dengesinde ‘iki kere doğmuş’ tanımını kullanmasına kadar ‘kana bulanmışlık’ meselesinin iç yüzü iyi inceleniyor.

        Fakat ne hikmetse makyaj efektlerinin Yeşilçam’dan kalma yapaylıklarını filmin başında bir süre Gemma ve metresi üzerinde uygulanması, “Sen Dünyaya Gelmeden”in içine girmemizi uzun süre engelliyor. Hirsch ile Cruz’un arasında 10 yaş fark olması da ‘etkileşim/kimya’ adına dramatik yapının zaaflarını arttırıyor. Ancak Saadet Işıl Aksoy’un müzisyen ve özgürlükçü mizaç ile devreye girişi bir anlamda bir ‘temasal canlılık’ getiriyor.

        Aşk ve Küller” ile akraba

        O zamana kadar savaştan ziyade Atıf Yılmaz filmlerini hatırlatan makyajlarda ve diyaloglarda kaybolan karakterler bir anlamda Bosna Savaşı ortasında bir taşıyıcı annelik meselesine giriyorlar. “Teklif” (“The Proposition”, 1998), “Taşıyıcı Anne” (“Baby Mama”, 2008) gibi eserlerde gördüğümüz bu durum aslında yine hikaye kurgusuyla oynayan “Aşk ve Küller”deki (“Blue Valentine”, 2010) ilişkiyi zedeleyen saklı sır gibi bir etki yaratıyor uzun süre. Görüntü yönetmeninin üç karakteri çerçeveleme becerisi de, hem ‘savaş zemini’nde hem de ‘evin pencerelerinin önünde’ son derece iyi işliyor.

        Bu zamana kadar uygulanan ‘popüler anlatı’ orantısızlığı ya da sömürüsü bir anlamda bir ilişkisel meseleye transfer oluyor. Ancak onun bağlandığı noktada mesaj olarak doğru, yaklaşım olarak sömürüye kayan bir ‘savaş gerçekliği’nin devreye girmesi Castellito’nun bu ‘karton numaralar’a aşkını ortaya çıkarıyor. Böylece “Sen Dünyaya Gelmeden”, eski model bir duygusal-dram olmakla kalıp 127 dakikalık süresinin belli bölümlerinde yükseliyor ve sinema zevki veriyor. Aidiyet, kültürel kimlik, dini-etnik kargaşa gibi sıkıntılar böylece dağınık hale gelip edebiyat eserinin yoğunluğundan çekiyor.

        FİLMİN NOTU: 4

        Künye:

        Sen Dünyaya Gelmeden (Venuto Al Mondo / Twice Born)

        Yönetmen: Sergio Castellito

        Oyuncular: Penelope Cruz, Emile Hirsch, Saadet Işıl Aksoy, Sergio Castellito

        Süre: 127 dk.

        Yapım Yılı: 2012

        BANA BİR ‘SİNEMA FİLMİ’ YAZ!

        Çöp korku filmlerinin unutulmaz yönetmeni olarak 2000’ler Türk sinemasında yer etmeyi kafaya takan Biray Dalkıran, bu kez bu ‘alt düzey’ yaklaşımını kara komediye uyarlıyor. Onun senaryo süpervizörü olmasıyla ortaya çıkan durumları, karakterleri ve esprileri ise zaten tahmin edersiniz. “Bana Bir Soygun Yaz!”, uzun metrajlı bir TV dizisinin bütün karton, koordinasyonsuz ve yalapşap özelliklerini taşırken, Mehmet Özgür dışındaki oyuncuların ‘niteliksiz katkıları’ndan da çekiyor. Bir garip perde deneyimine dönüşmekte sıkıntı çekmezken, ‘doğaçlama’ metoduyla üst üste dizilmiş, kitsch ve birbirinden habersiz parçalardan oluşmuş izlenimi yaratıyor.

        Yerli komedi külliyatımızda bir ‘kara komedi’ fırtınası almış başını gidiyor. Bunun “İnşaat” (2003) gibi kaliteyi yükseklere koyan bir örneğin izinde canlanmamasına karşın “Vay Arkadaş” (2010), “Kolpaçino” (2009) ve “Çakallarla Dans” (2010) sonrası bir ‘ticari yol’a dönüşmesi ayrı bir tartışma konusu. Ancak bir şeyden eminiz o da “Bana Bir Soygun Yaz!” (2012) gibi film müsvettesi örnekler oldukça bu konuda bir geri çekilme yaşanacaktır.

        Çöp korku filmlerinin unutulmaz yönetmeninin komedi sınavı

        Sinemanın kurgu, görüntü yönetimi ve müziği bir araya getirmek olduğunu bilmeyen, bunun üzerine paralel kurgu ile sahneler çekme ve hikaye kurgusuyla oynama özgüvenini gösteren bir garip film ya da görüntü yığını karşımızdaki. Aslında ‘uzun metrajlı TV dizisi’ desek daha doğru olabilir. Ama o zaman da 104 dakikaya ittire kaktıra bağlanan senaryonun işlevlerini bir kenara atabiliriz.

        Belli ki Biray Dalkıran bir örneği ‘fantastik’ dünyada canlanan ‘korku üçlemesi’ ile kabul ettirdiği ‘çöp filmlerin unutulmaz yönetmeni’ kimliğini komedide de taşıma konusunda iddialı. Burada Mehmet Özgür’ün ‘Hacamat’ karakteri bu duruma biraz karşı çıksa da geriye kalanlar; aptal saptal koşuşturmacalar, gözleri şaşı yapınca güldüreceğini zanneden karakterler, olmayan mizansenlere giren yan karakterler ve daha fazlasının izinde tutarlı hale gelen bir omurgasızlığa açılıyor.

        Komedi zor bir şeydir, deneyimlemeden tutturulamaz

        Mafya patronunun ‘in’inde canlanan korku filmivari kitsch (bayağılık estetiği) atmosfere ise şaşırmaya gerek yok. Zira ‘D@bbe’ filmlerinden bildiğiniz Seyhan Bilir’in karton sinematografisinden kaynaklanıyor bu durum. Hakan Yılmaz, Çetin Altay, Umut Oğuz ve Mehmet Usta ise en klişe komedi triplerine girip yerlerde sürünüyor. Eşcinsel komedisi, şapşallık komedisi ve dolandırıcılık komedisine uygun tiplemelerde bireysel beceriyi bırakın ekip ruhunu yakalamak için çaba gösteriyorlar.

        Ancak hangisinin hangi dengeyle neler yapıldığı tartışılırken, espri düzeyini ayarlayamayan dizi dramlarının senaristi bir ismin varlığı şaşırtmıyor. İnci Uluçay, Biray Dalkıran’ın senaryo süpervizörü olmasından ya da zor bir komedi eğiliminden çekmiş gibi. Guy Ritchie gibi iz bırakan yönetmenlerin fazlasıyla yerine getirdiği süreç böylece ‘mafya-polis-masumlar’ üçgeninden ne idüğü belirsiz, çapsız ve bir oraya bir buraya sallanmayı yönünü bulmak zanneden bir yapının izinde geliyor.

        Araya giren ‘senaryo yazdırmalı’ senarist kimliği ise bu çiğ omurganın son noktası kıvamında evlere, karakterlere ‘senaryo atmak’ ile meşgul. Nihayetinde dramatik motivasyon ve karakter adına bir şeyler olmayan, tiplemelerin kabalık düsturu ile etrafta ‘pilli bebek’ kıvamında garip garip yürüdüğü nev-i şahsına münhasır bir kara komedi ile tamamlıyoruz yolculuğumuzu. Elbette sabredebilenler için bu ‘çöp komedi’ bu anlama geliyor. Peki ya diğerleri? Filmin açılış sekansı ya da Dalkıran’ın deyişiyle ‘başı’ olmadığını gördükten sonra üstüne üstüne gelen görüntülerden rahatsız olmayanlardan bahsediyoruz. Var mı el kaldıran?

        FİLMİN NOTU: 1.3

        Künye:

        Bana Bir Soygun Yaz!

        Yönetmen: Biray Dalkıran

        Oyuncular: Hakan Yılmaz, Çetin Altay, Umut Oğuz, Mehmet Usta, Mehmet Özgür, Yosi Mizrahi

        Süre: 104 dk.

        Yapım Yılı: 2012

        KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU

        Açlığa Doymak: 3.5

        Alacakaranlık Efsanesi: Şafak Vakti – Bölüm 2 (The Twilight Saga: Breaking Dawn – Part 2): 7

        Asteriks ve Oburiks: Gizli Görevde (Astérix et Obélix: Au Service de Sa Majesté): 3

        Aşk Yeniden (Hope Springs): 5.7

        Aşkın Ömrü Üç Yıldır (L’Amour Dure Trois Ans): 6.1

        Babamın Sesi: 5.5

        Başka Bir Kadın (La Vie d’Une Autre): 4.5

        Bulut Atlası (Cloud Atlas): 8.5

        Cennetteki Çöplük: 2.5

        Çakallarla Dans 2: Hastasıyız Dede: 2.5

        Çalıntı Hayat (The Words): 4

        Çanakkale 1915: 4.5

        Çanakkale Çocukları: 3.6

        Dağ: 4.8

        Elena: 6.7

        Evim Sensin: 0.9

        Evrenin Askerleri: İntikam Günü (Universal Soldier: Day of Reckoning): 1.8

        Frankenweenie: 6.5

        Gergedan Mevsimi (Fasle Kargadan): 7.5

        Geriye Kalan: 5.7

        Gölgede Dans (Shadow Dancer): 5.8

        Görünmeyenler: 3.5

        Gözetleme Kulesi: 3.8

        Havana’da 7 Gün (7 Dias en La Habana): 5.8

        Hayalimdeki Aşk (Ruby Sparks): 6.5

        Katil Joe (Killer Joe): 3.5

        Moskova’nın Şifresi: Temel: 3.4

        Mutluluk Asla Yalnız Gelmez (Un Bonheur N’Arrive Jamais Seul): 4

        Mükemmel Plan (Friends with Kids): 5.5

        Oğlum Bak Git: 2.5

        Operasyon: Argo (Argo): 4

        Otel Transilvanya (Hotel Transylvania): 7

        Paranormal Activity 4: 1.2

        Paranorman: 4.5

        Simurg: 4.7

        Skyfall: 4.5

        Striptiz Kulübü (Magic Mike): 7

        Takip: İstanbul (Taken 2): 1.7

        Tetikçiler (Looper): 8.4

        The Master: 7.5

        Uçuş (Flight): 4.9

        Uzun Hikaye: 5.4

        Not: Yıldızlar, 10 üzerinden verilmektedir.

        Diğer Yazılar