Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Kerem Akça, 32. İstanbul Film Festivali’ne konuk olan deneyimli oyuncu Patricia Arquette

        ile görüştü

        Özellikle 90’ların vamp kadın oyuncuları arasında adı Sharon Stone ve Demi Moore’la

        birlikte anılan, gerçek bir gerilim ve tekinsizlik abidesiydi. Rosanna Arquette’in kardeşi

        ve David Arquette’in ablası olarak da bilinen Patricia Arquette, 45 yaşına geldiğinde

        artık tutarlı ve yeteneği kabul edilen bir oyuncuya dönüşmüştü. Rol aldığı “Erkek

        Aklı”nın gösterimi vesilesiyle 32. İstanbul Film Festivali’ne konuk olan sanatçı ile sıcak

        ve dobra bir sohbet gerçekleştirdim. “Çılgın Romantik”, “Kayıp Otoban”, “Ed Wood”,

        “Yaşamın Kıyısında” gibi filmlerdeki akılda kalıcı performanslarıyla tanınan oyuncu,

        David Lynch’ten Hollywood sistemine ilk rol tercihinin sıra dışılığından sömürülen

        sahne kimliğine kadar birçok konuyu aydınlattı.

        Genç yaşta David Lynch, Tony Scott, Tim Burton, John Boorman gibi yönetmenlerle çalışma

        olanağı bulan tecrübesi tartışılmayacak bir oyuncu. Kardeşi David ile ablası Rosanna’nın da

        varlığıyla son 20 yılın en dikkat çekici Hollywood ailelerinden birinin en ünlü bireyi aynı

        zamanda. Patricia Arquette, 1987 yılında 19 yaşındayken ilk sinema deneyimini tattı. Bugüne

        değin de 30’un üzerinde filmde rol aldı.

        Zamanla sinemanın mizacıyla iz bırakan vamp kadın oyuncuları arasına yerleşmesi de

        “Kayıp Otoban” ve “Çılgın Romantik”in tekinsiz karakterlerinin sayesinde oldu açıkçası.

        Ancak Arquette, son 10 yılda daha ziyade ‘Medium’ adlı dizideki bu eğilimlerin dışına çıkan

        tiplemesiyle biliniyor. Her zaman gizemli bir görünüme sahip oyuncu, benim aklımda da

        özellikle ‘Güney aksanı izlenimi bırakan, boğuk ve gizemli ses tonu’yla kalmıştır. Bunu

        Lynch’in “Kayıp Otoban”da ağız çok yakın planıyla değerlendirmesi ise büyük oranda kara

        film külliyatında yer edecek. Zaten röportaj boyunca da bu durumun sırrını aralamak için

        oyuncunun dudaklarına göz kesildiğimi ve kalıcı ses tonunu hissetmeye çabaladığımı itiraf

        etmeliyim.

        32. İstanbul Film Festivali’ne yakın tarihte vizyona girecek Roman Coppola’nın grafiker

        Charles Swan’ın ruhsal ve gerçeküstücü yolculuğuna odaklanan ikinci filmi “Erkek Aklı” (“A

        Glimpse Inside the Mind of Charles Swan III”, 2012) vesilesiyle katılan Patricia Arquette,

        sorularımı yanıtladı. Samimi, net, konuşkan, nazik ve sıcakkanlı tavrıyla ise Hollywood

        starlığından ziyade bağımsız filmlerin yetenekli ve kendini bilen oyuncusu olarak öne

        çıktığını kanıtladı.

        ‘GRİ BÖLGELERE GİRMEK İSTİYORUM’

        25 senelik oyunculuk kariyerinizde çalıştığınız isim yapmış yönetmenler arasında David

        O. Russell da var. Yönetmenin üvey evlat-öz evlat tartışmasını mizahi bir dille anlatan

        ikinci filmi “Flirting with Disaster”da oynadınız.

        Evet seviyorum o filmi.

        Felsefesi de olan bağımsız ve keyifli bir komediydi. Ama şimdilerde O. Russell’ın

        “Dövüşçü” ve “Umut Işığım”la Oscar adaylığına kadar yükselip ciddiye alındığı ortada. Üstelik bunların ilkinde üç, ikincisinde dört oyuncu adaylığı da getirdi çalıştığı isimlere. Bu noktada yönetmenin mizansen becerisi veya senaristlik özelliği bir tarafa, oyuncularla ilişkisini de merak ediyorum açıkçası. O. Russell, bu üçünden hangisini öne çıkarıyor?

        Aslında bunların hepsini bir araya getiren nadide yönetmenlerden biri. Çok iyi bir senarist.

        Boks filmi “Dövüşçü” çok iyi bir filmdi. “Flirting with Disaster”da da farklı bir ton vardı. Bu

        da onun anlatım şekline dair çok şey söylüyor. Bu oyuncular çok iyi performanslar çıkardı

        doğrudur. Hem zalim, hem canlı, hem de duygusal bir adam David. Bence bu özellikleriyle

        üzerinizde bir baskı kuruyor. Böylece çalıştığınız kişi, yükselmenizi sağlayan ana unsura

        dönüşüyor. Üzüm üzüme baka baka kararır demişler. Sette biri mutsuzsa bu herkese yansır.

        David’in kişisel enerjisi çok yüksek. Bunun yanında yönetmenliği ve senaristliği de var. Bu

        durum bir yönetmenlik kimliği çıkarıyor ortaya.

        O. Russell’ın oyunculara alan açtığı söylenebilir mi?

        Şimdiyi bilemem. Ama “Flirting with Disaster”da onunla beraber okuma yapmıştık. Ama

        iş bununla da bitmemişti. Ardından doğaçlama olarak ortaya sayısız deneme çıkarmıştık.

        Anlayacağınız David, işbirlikçi bir yaklaşıma sahip.

        Kariyerinize bakınca kaliteli ve yaratıcı yönetmenlerin işlerinde oynadığınızı görüyoruz.

        Bu da sizin saygı duyulası bir filmografi inşa etmenizi sağladı. Ancak buna paralel

        olarak ilk filminizin ‘Elm Sokağında Kabus’ serisinin üçüncü halkası “A Nightmare on

        Elm Street 3: Dream Warriors” olması bir çelişki değil mi? Şimdi geriye bakınca bu veri

        nasıl bir duygu uyandırıyor sizde?

        Özellikle o yaşlarda böyle korku filmlerini severdim.

        Tabi eklemeliyim ki 1984 tarihli orijinal “Elm Sokağında Kabus” başyapıttır.

        (gülüyor) Harikaydı. Ama kitsch (bayağı) bir tarafı da vardı. Bunu da anlıyorum. Sanat

        filmlerinde rol almayı severken çok farklı şeyler keşfetmek, daha gri bölgelere girmek,

        formüllerin dışına çıkmak istiyorum. Korku filmleri albenisi olan, takip edilesi filmler. Bu

        yaşta bile onların kitsch öğelerini seviyorum. Garip bir şekilde asap bozan bir sinema anlayışı.

        Aynı zamanda ‘ucuz’ ve ‘kalitesiz’ görülüyor. Ama ben bunu da keşfetmek istiyorum.

        “Nightmare on Elm Street 3: Dream Warriors”, o yaşlarda film çekiminde yaşananları

        öğrenme adına bir deneyim olmuştu benim için. Bu açıdan önemliydi. Çok gergindim.

        “Stigmata” ile de geri döndünüz.

        Evet doğru.

        O daha oyunculuk bazlı, karakter üzerine kurulu bir tür filmiydi sanki.

        Ben daha fazla korku filmleri yapmak isterim aslında. Bir sıkıntım yok bu konuda. “Kayıp

        Otoban” da bir korku filmi mesela.

        Belki sizin için öyle olmuştur.

        (gülüyor) Birçok açıdan öyle aslında.

        ‘HOLLYWOOD’DA FİZİKSEL GÜZELLİK SATIYOR’

        “Kayıp Otoban”dan sonra ‘femme fatale eğilimli bir sahne kimliği’ne büründünüz. Bu

        etkileyici ve belki de en akılda kalıcı performans, aynı şekildeki filmlerde sizi görmemizi

        sağladı. Tahminimce de böylesi teklifler almanızı yol açtı.

        Evet doğru.

        Beş-altı yıl bu minvalde gittikten sonra bütün yollar kapanmış olmalı sizin için. Belki

        yaş faktörünün öne çıkması belki de hep aynı şeyin tekrar edilmesi sebebiyle onu

        bilemiyorum…

        Evet. Tam olarak öyle.

        O zamandan beri hep böyle roller mi teklif edildi size?

        Evet bu gibi rollerden çok daha fazla karşıma çıktı. Ben bunların arasından kalitelilerini

        seçip kabul ettim. Bu süreç boyunca sığ olana odaklanıp sahne kimliğimi arzu objesine

        çevirmek ana amaca dönüştü. Tek boyutlu bir bakış açısı devreye girdi. Sanat tarihine bakınca

        oryantalizm, çıplaklık, su perileri ve daha fazlası hep bir esin kaynağı olduğu görebiliriz.

        Sanatçı olarak değerlendirince toplumun bunu kabul ettiğini anlayabiliyorsunuz. Garip olan

        benim güzel olduğumu düşünmememdi. Hiçbir zaman fiziksel güzelliğimi umursamadım. Ve

        zaten öyle bir şey yoktu da! Bu güzelliğin ömrü kısa süreli. Genç erkek ve genç kadın 15-16

        yaşında muhteşem bir güzellikle doğabilir. Ama bu durum, çok kısa bir döneme yayılabiliyor.

        İnsanlar çok daha komplike yaratıklar. Güzellik beni üzüyor. Toplum bu konuda ürün bile

        satmaya başlıyor yeri geldiğinde. Adeta bir objeye dönüşüyorsunuz.

        Hollywood sosyetesi mi?

        Bütün dünya. Diş macunu satmak veya her ne ise... Hollywood’da sanki olgunlaşma ya

        da adapte olma anlamına geliyor bu durum. Kur yapmak veya yeni bir hayatla dünyayı

        selamlamakla eşdeğer bence! Bu konuda net tanımlar koymak yanlış.

        90’larda Sharon Stone ve Demi Moore da sanki aynı süreçten geçip sömürüldü.

        Sonucunda da seks objesi haline gelip yavaş yavaş piyasadan çekildiler.

        Stone, ilginç bir kaliteye sahipti. Her zaman kötü kadınları canlandırdı. Hesaplanmış zeki ve

        hınzır bir femme fatale idi. Arkadan bıçaklayan kara dul tipiydi. Demi Moore ise komşu kızı

        idi daha çok. Bundan rahatlıkla Hollywood’da mahsur kalmak yorumunu çıkarabilirsiniz.

        Her zaman başarı anına veya anlarına sahipsiniz belki. Ama bu süreç, yaşa göre işliyor.

        Nihayetinde bu tuzağa düşebilirsiniz. O noktaya geri dönmek veya yıldız olmak için ise

        hayatınız boyunca uğraşıyorsunuz. 50 yaşında olabilirsiniz. Ama hem 25 hem 50 olmak zor.

        Ben de ‘Medium’da kendi sahne kimliğim konusunda net oldum. Yapımcılarla konuştum.

        Karakterin sıska olmaması konusunda anlaştım. Sonunda hem uzun süredir evli hem de

        annelik özelliği olan bir tipleme ortaya çıktı. Bu da moda kıyafetlerden ziyade ucuza düşen

        elbiseler almamızı sağladı. Oradaki karakterim çocuklarını okula götürünce alıyordu giydiği

        şeyleri. ‘Arzulanma’yı reddeden bir anti-Hollywood bakışını harekete geçiriyor. Ben de zaten

        gerçek bir kariyerim olsun istiyordum. O tuzağa düşmekten özellikle kaçınıyordum. Mesela

        şimdi Richard Linklater ile “12-Year” adlı bir filmde çalışıyorum.

        ‘ÇAREYİ TV’YE SIĞINMAKTA BULDUM’

        2015’te girecek olan öyle değil mi?

        Evet öyle olması lazım. Richard da orta yaşlı karakterler için kimi seçeceğini sordu bana.

        Kimin estetik ameliyat geçirmeden veya kılık değiştirmeden o rolü oynayıp oynamayacağını

        çözememişti. Bu karakter için çok yanlıştı bu süreç. Karşılaştığımızda ‘tüm bu çalışma ile

        ilgili ne düşünüyorsun?’ diye sordu mecburen...

        ‘Medium’ sizin için yeni bir başlangıç gibi sanki.

        Benim için çok sanatsal bir deneydi. O zamanlar TV’de çok dizi üretiliyordu. Yaşlısı

        fakiri fark etmeden herkes seyredebiliyor böyle şeyleri. Sinemanın ölümünü yavaş yavaş

        görmeye başlayınca bu fırsatın güzel bir deneyim olabileceğini düşündüm. Dizilerde genelde

        evlenirsen ve çocuk sahibi olursan öldürülüyorsun. Böylesi pamuk ipliğine bağlı bir durum

        var. Ama ‘Mavi Ay’ı (‘Moonlighting’) da yazan Glen Gordon Caron’a yıl için planını

        sordum. Bilmediğini söyledi. Sonraki bölümü de bilmiyordu. Geleceği olmayan bir iş aslında.

        Yazarlar, yapımcılar ve ekip ne yaptığından çok haberdar değil. Ama yaptığı şeyin de hakkını

        veriyor.

        Bahsettiğim “Kayıp Otoban” sonrası dönemin devamında “Little Nicky” ile Altın

        Ahududu’ya aday gösterildiniz.

        (gülerek) Ay evet...

        Ama ‘Medium’ ile de kariyerinizin sonraki bölümünde Altın Küre’ye üç kez aday

        oldunuz. Çok yetenekli bir oyuncu olmanıza karşın niye böyle bir çelişki oluşabiliyor.

        Bunu Hollywood sistemine bağlayabilir miyiz?

        Bilemezsiniz. Filmler bir kumardır.

        ‘DAVID LYNCH GİZEM DUYGUSUNU HER DAİM HİSSETTİRMEK İSTİYOR’

        Her zaman merak etmişimdir David Lynch ile çalışmanın zorluklarını. “Kayıp

        Otoban”da elinizde bir senaryo var mıydı, filmin sonunu önceden biliyor muydunuz?

        Ya da en azından yönetmen, oyuncusuna herhangi bir bilgi veriyor mu? Yoksa

        vermeyip gerilimi sürekli ayakta tutmak gibi bir strateji mi uyguluyor?

        Evet elimize bir senaryo veriyor. Ama bu ne kadar faydalı oluyor tartışılır. Tamam iki

        karakteri oynuyordum: Renée ve Alice. Hatırlıyorum David’e karakterlerin hayal gücü,

        ikiz veya hayalet olup olmadığını sormuştum. Cevap şuydu: ‘Bilmiyorum Patricia sen ne

        düşünüyorsun?’ Şaşırmıştım. Anlayacağınız oyuncuya fazlasıyla özgürlük tanıyor. Bu da

        onunla çalışmayı müthiş bir deneyim haline getiriyor. Eğer biri sanatsal açıdan çok komplike

        bir şey deneyecekse onun filminde oynamasını öneririm o kişiye. David çok iyi ve eli açık bir

        insan. Onun oyuncu yönetimindeki özgürlük stratejisinden çok şey öğrendim.

        O zaman set ortamında filmin sürecini merakla takip edip devamında sürprizlerle

        karşılaşma korkusunu yaşamış olmalısınız?

        Ben zaten mantıklı bir insanımdır. Öyle fantastik şeylere inanmam. Eve gelip senaryonun

        ne olduğunu çözmeye çalıştım uzun süre. Ne yaptığımı anlamaya çalıştım. Oyuncu olarak

        nasıl bir portre çıkaracağınıza karar vermeden bir performans sergileyemezsiniz. Tercih

        yapmalısınız.

        Martin Scorsese, David Lynch, Tony Scott, Tim Burton, John Boorman, John Madden

        gibi önemli yönetmenlerle çalıştınız. Bunlardan hangisi daha akılda kalıcıydı?

        Bunu çok soruyorlar. Hepsi demek isterim. Bunların her birinden farklı şeyler öğrendim.

        Onların hepsine tek tek minnettarım. Sundukları bana kendilerini tanıttıkları, fırsat sundukları

        ve sıcak davrandıkları için... Ama özellikle Tony Scott yakın zamanda vefat etmesi sebebiyle

        daha bir aklımda. Kariyerim başlarında onun bana güvenip destek olması önemliydi. Kişisel

        olarak da severdim kendisini.

        Rosanna Arquette’in “Kayıp Aranıyor, Debra Winger” belgeseli de sanki sizin

        Hollywood’da yaşadığınız sıkıntıları anlatıyor. Oradaki bakış açısına katılıyor

        musunuz?

        O projenin üzerinden 10 yıl geçti. Ablamla da aramızdaki yaş farkı dokuz. Ama şimdi

        Rosanna’nın motivasyonuna katılıyorum.

        Diğer Yazılar