Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        KEREM AKÇA / keremakca@haberturk.com

        25 EKİM FİLMLERİ

        Uçuş 93” ve “Yeşil Bölge” ile 11 Eylül saldırıları ve Irak Savaşı’ndan gerçek hikayeler bulup çıkartan Paul Greengrass bu kez siyasi eğilimini değiştiriyor. Liberal kimliğini fazlaca öne çıkarıp Obama döneminin ırkçılık karşıtı politikalarına uyarlıyor. “Kaptan Phillips”, 2009’da Hint Okyanusu’nda yaşanan bir gemi kaçırma olayına, Somalili korsanlar ile Beyaz Amerikalı kaptanın arasında olup bitenlere ultra klasik ve zorla 135 dakikaya çekilmiş bir politik-gerilim, korsan gerilimi, terör gerilimi ya da rehine gerilimi üzerinden bakış atıyor. Şefkat yüklü göstermelik bir dostluk çağrısına yol açan ‘beyaz Amerikalılar ile Afrikalılar el ele verin!’ mesajının yarattığı ‘iyi-kötü’ ayrımını süper kahraman filmleri kadar net yapması ise gözlerden kaçmıyor.

        Paul Greengrass denince zihnimizde canlanan şeyler belirgindir. Birincisi Hollywood’un liberal kanadından bir ideoloji insanı, ikincisi ise gerçeklik algısı ile Post-Irak döneminde popüler sinemanın yakaladığı ivme. Aslında bu tezler doğrultusunda “Kaptan Phillips”in (“Captain Phillips”, 2013) ona uygun bir proje olmasının ve görüntü yönetmeninin Ken Loach’un kariyerinden geçmesinin sebepleri açığa çıkacaktır. Yönetmen, yeni milenyumun politik eğilimlerini keskin gözlemlerle tayin edebilen bir isim.

        Greengrass için malzeme tükenmiş

        Ancak bu gözlemler kimi zaman yüksek bir ‘teslimiyet duygusu’yla, kimi zaman da samimiyetsiz bir ‘liberal yaklaşım’le sarılıyor. Misal “Uçuş 93” (“United 93”, 2006), terör gerilimi konseptinde gerçek olayı ele alırken biraz ‘az bilgi’ mağduru olmuş, Ortadoğuluları yansıtma şekliyle tartışmalar açmıştı. “Yeşil Bölge” (“Green Zone”, 2010) ise büyük oranda Irak zeminindeki meseleye Amerikalı bir askerin gözünden bakmasıyla benzer bir süzgeçten geçmişti.

        Ama her zaman ‘gözlemci’ bakışından ayrılmamayı esas edindi Greengrass. 16mm çekilen “Kanlı Pazar”ın (“Bloody Sunday”, 2002) kalıcılığının devamında o estetiğin “Ölümcül Tuzak”a (“The Hurt Locker”, 2009) kadar uzanıp Oscar zaferine ulaşması ise onun ürünü idi. Fakat yönetmen, Irak Savaşı ve 11 Eylül saldırıları ile ilgili ‘gerçek hikaye’lerin son bulduğunu biliyor. Ülkenin Irak’tan çekilmesiyle birlikte, bir milyona yakın o bölgeli askerin canına kıyılması ve Usame Bin Ladin’in yakalanıp öldürülmesiyle artık her şeyin bittiğinin farkında. Yeni hedefler, düşmanlar aramasıyla ilgileniyor. Bu sebeple de burada 2009 Nisan’ında yaşanan bir ‘Somalili terörist/korsan’ meselesine bakış atıyor.

        Obama döneminin politik eğilimlerine odaklanan bir gerçek hikaye

        Aslında Greengrass’ın Irak Savaşı ve 11 Eylül saldırıları sonrası dönemde hem ikiz kulelere giren uçakta olup bitenlerin iç yüzünü aydınlatma, hem de Irak’taki silah ihracatının sacayağına bakma adına sinemaya bir ‘miras’ bıraktığı kesin. Bigelow da bu konuda “Zero Dark Thirty” (2012) ile ‘Usame Bin Ladin nasıl öldürüldü?’ sorusunu resmiyete dökmüştü. Tüm bu eserler tartışılsa, eleştirilse de gözlemci tarafları, meseleye muhalifmiş gibi bakma esaslarıyla bence bu dönemden geriye bakınca izlenecekler. En azından bir ‘belge değeri’ görecekler.

        Elbette “Görev Uğruna” (“Stop-Loss”, 2008) gibi bürokratik meseleleri eleştiren, “Ölümüne Kaçış” (“Essential Killing”, 2010) gibi anti-terör gerilimine kayan, “Durum” (“The Situation”, 2006) gibi içeriden bir gazeteci bakışı atan yapıtlar kadar kalıcı ve dik duruşlu değiller. Ancak bir şekilde dönemin Ortadoğu politikasını aydınlatacak bir yüzeye sahipler. Greengrass burada ise günümüzde artık Obama yönetimiyle oluşan politik değişim rüzgarına ayak uydururmuş gibi yapıyor. Maersk Alabama rehine krizinde kilit bir rol oynayan kahraman kaptan Richard Phillips’in yaşadıklarına odaklanıyor. Onun ‘A Captain's Duty: Somali Pirates, Navy SEALs, and Dangerous Days at Sea’ adlı anı kitabından sayfaları devreye sokuyor.

        Hollywood matematiği adına başarılı ama genel anlamda sıradan bir iş

        ‘135 dakikada ağdalı ve gerçekçilik taslayan bir kahramanlık, irade öyküsü nasıl anlatılır?’ın dersini veriyor. 40 dakikalık ‘kaptanın gemiye binişi ve korsanlar’ düşünceli giriş bölümünün arkasına gelen ‘gelişme kısmı’, ‘sonuç’un da bilinen klasikliğini bozmuyor. Hollywood matematiği adına kendi kurallarında başarılı ama genel anlamda sıradan bir iş çıkarıyor Greengrass. Örneğin ajan filmlerini gerekçi bir ambalajla sararken her şeyle oynama ivmesi burada ne kadar var tartışılır. 16mm ile 35mm’nin iç içe geçip dijitale yapılan aktarım biraz o ruhu yok ediyor. Hanks’in ‘kahramanlık’ algısının tekdüzeliği de buna ekleniyor.

        Sinemaskop oranında sıçramalı kurgunun, paralel kurgunun, zoom hareketinin ve yakın planların hakimiyeti filmi sırtlayıp götürüyor. Ama keskin bir ‘cinema vérité’ açılımı görmüyoruz. Belgesel estetiği görünürde var. Sanki ABD esaslarına uydurulmuş, gösterişinden ve egzotizminden arındırılmış bir Bollywood filminin ‘köhne’ hali canlanıyor. İki saati aşkın süre ise ‘sözde ciddiyet’i zamanla taşıyamaz hale geliyor.

        Irak Savaşı’nın yaralarını sarma döneminde politik hedefsizlik ana mesele olacak gibi

        Zira meselenin politik arka plan konusundaki katmansızlığı, işi Ortadoğu alegorisine kadar götürüyor mu bilemeyiz. Belli ki Irak’tan çekilmenin sonrasındaki dönem böyle geçecek. Politik hedefsizlik meseleyi eski konulara kadar götürecek. Zira burada daha ziyade ‘beyaz Amerikalısı ile Afrikalısı birleşin, hep beraber yaşayalım’ gibi 30 yıl öncesinin eskimiş bir mesajı devreye giriyor.

        Aslında Greengrass’ın da amacı Phillips ile Muse arasında böylesi şefkat dolu bir etkileşim, dostluk yakalamak. Her adımını bu doğrultuda atmasıyla da aslında diğer Somalili korsanların ‘terörist’ yerine konması şaşırtıcı olmuyor. “Kara Şahin Düştü”nün (“Black Hawk Down”, 2001) Somali’ye yaklaşımının objektifliği mumla aranıyor.

        Greengrass meseleye iki taraftan bakarken samimi olabiliyor mu?

        Yönetmen her zaman olduğu gibi meseleye iki taraftan bakıyor. Önce Phillips’i evinde ailesinin yanında standart bir ‘sallanan kamera’ ve ‘sıçramalı kurgu’ geleneğiyle resmediyor. Mavimtırak renklerin devamında Somali’ye açılan görüntülerde teleobjektifin daha baskın hale geldiği, kamera hareketlerinin arttığı, zoom’ların hakimiyet kurduğu görülebiliyor.

        ‘Gökyüzü’ ile ‘çöl’ ya da ‘emperyalist güç’ ile ‘üçüncü dünya ülkesi’ ayrımı çok net yapılıyor. Bu durum filmi en baştan yaralarken ‘korsan’ların ‘Allah Allah Allah…’ sesleri dışında ilkel yaşamları net bir şekilde gösteriliyor. Dişlerinin renginden kemiklerinin sayıldığı yüz ifadelerine kadar büyük oranda karşımıza çıkan sanki en baştan bir ‘ayrımcılık’ oluyor. Onların belirgin ‘zayıf’lığı sömürü malzemesine dönüşüyor.

        Barkhad Abdi, Kızılderili tiplemelerinden farksız olduğu için ilgi çekiyor

        Barkhad Abdi iyi oynuyor gözükse de western’lerin Kızılderili karakterlerinden farksız bir duruma düşüyor. Onun garip ve korkutucu bakışları ise işin boyutunu daha da ‘inandırıcılık yoksunu’ hale getiriyor. Oscar yolunda, ‘En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu’ dalında adının geçmesi, bu ‘yabancılaştırıcı’ görünümden yükselen ‘şefkat’ patlamasıyla ilintili. Lafın özü filmi izlerken Kuzey Amerika’da Afro-Amerikalıların ayrımcılıktan kurtulduğu ilk yıllarda gibi hissediyoruz kendimizi. Hanks’in ‘İrlandalı-Amerikalı’ olarak anılıp her şeyden arındırılırken, ‘aslında Amerikalılar bu güruhu taradı onun suçu yok’ denmesi, ‘melez’liği tetikler gibi gözükse de bir ‘liberalizm aldatmacası’ aslında. Büyük oranda da ABD’lilerin Somalili korsanları kıymadan öldürmesinde ten rengi sebebiyle aklanmasını sağlıyor. ‘Eğer bize sataşırsanız sizi tararız!’ gibisinden emperyalist mesaj ise aslında liberal bir yaklaşımla bozulsa da aslında işin esası böyle olmuyor.

        Tamam burada yıllarca gerçekleşen, Hint Okyanusu’ndaki rehine olayları var. Hatta Tobias Lindholm’ün bir Danimarka yük gemisinde geçip buluntu film geleneğine göre çekilen, 2012 tarihli “Fidye”si (“Kapringen”) bu konuda net ama kaynak vermeyen bir örnek. Orada da yapılan belirgin ırkçılık, filmin ivmesini zedeleyip karakterin anti-kahramanlık işlevini yaralamıştı. Danimarka yapımı eser, bu sayede bir ‘Amerikancılık’ ya da ‘Hollywood güzellemesi’ ile anılabilecek bir yapı kurmuştu. Yönetmenini de ‘Hollywood’ yolunda şanslı hale getirmişti.

        Gerilim ve gerçeklik açısından Danimarka yapımı “Fidye”yi tercih ederim

        Burada ise Hanks adeta ‘şablon bir tipleme’ ile karşımıza çıkıyor. Hafif kilolu, aile babası, sakallı, gözlüklü asla bu dünyada işi yokmuş gibi gözüken bir karakter. Onun kurtulacağını, mucize yaratacağını biliyoruz. Paralel kurgu ile yansıtılan son bölümde ise klişeler ve mantık boşlukları hakim. Çatışma sekanslarında ‘nişan alma’ becerisinin olağanüstülüğü işi çizgi roman uyarlamalarına kadar götürüyor. Kaptan Amerika’dan farkı olmayan bir başka kaptan daha gözlemliyoruz: ‘O da insan!’ çığlıkları arasında…

        Nihayetinde “Kaptan Phillips”, liberal görünümlü emperyalist bir terör gerilimine dönüşmekten kurtulamıyor. Rehine gerilimi, politik-gerilim, korsan gerilimi olarak da anılabilir. Ancak burada Greengrass’ın yaklaşımındaki ‘insancıl’ duruş hiç tesir etmiyor. Halkımıza dostluk çağrısı yapma ivmesi tutmuyor. Gerilim ise baştan itibaren karakterlerin arasındaki ayrımın netliği sebebiyle seyirciyi avcunun içine alamıyor. Tobias Lindholm’un “Fidye”sinin bu konuda daha çekici bir gerçeklik yakaladığı da kesin.

        “Kaptan Phillips”, sanki 70’lerde de 30’larda da çekilse aynı anlamı taşıyacak bir eser görünümünde. Elbette Avrupalı bir yönetmenin bakışıyla ‘Afrikalı karakterin gözünden’ daha ‘doğrucu’ bir filme dönüşebilirmiş. Ama esas sorun sıradan meselenin iki saat üzeri bir süreye zorla çekiştirilmesinde kopuyor gibi. Net çizgilerle tanımlanan politik damar bunu kaldıracak bir yön, bir albeni, bir söylem barındırmıyor.

        FİLMİN NOTU: 4

        Künye:

        Kaptan Phillips (Captain Phillips)

        Yönetmen: Paul Greengrass

        Oyuncular: Tom Hanks, Barkhad Abdi, Barkhad Abdirahman, Faysal Ahmed, Mahat M. Ali, Catherine Keener

        Süre: 135 dk.

        Yapım yılı: 2013

        KARANLIKTAN AYDINLIĞA

        En sevdiğim Bollywood müzikallerinden “Devdas”ın yaratıcısı Sanjay Leela Bhansali’nin “Black”ini Türkiye’ye transfer eden yeniden çevrim “Benim Dünyam”, bizim seyircimizin zevk alacağı, tam bir duygu seli... Yönetmen Uğur Yücel’in sevdiği Yeşilçam melodramının ara vermeden ağlatma anlayışını ve görsel gösteriş arzusunu sonuna kadar taşıyan eser, kör ve sağır bir kız ile onun bakıcısının etkileşimine odaklanıyor. Zor bir mevzuyu hikaye kurgusuyla oynayarak anlatırken Arthur Penn’in “Karanlığın İçinden”inin ‘isimsiz devam filmi’ gibi duruyor. Ancak 60’larda evrensel geçerliliği olacak karakterler ve dramatik akış, Uğur Yücel’in ‘nutuk atma’yı amaç edinen abartılı performansının da katkısıyla olsa olsa TV ekranına uyum sağlayabilecek bir işi tatmamızı sağlıyor.

        Kör ve sağır bir kızın hikayesini anlatmak başlı başına riskli bir durum. Hem etik açıdan yanlış yollara sapma, hem sömürüye kayma, hem de demode durma konularında eleştirilebilirsiniz. Zaten bu da sinema tarihinin gelişim sürecine bakarak özetlenebilir. Örneğin 1960’larda Hollywood “Karanlığın İçinden” (“The Miracle Worker”, 1962) ile ‘kör ve sağır kız çocuk-bakıcı ilişkisi’ üzerinden tiyatro tabanlı ciddi bir eser verirken, bizde Yeşilçam melodramları bu formülü sömürmeye çabalıyordu.

        Kırılgan dramatik yapıları gösterişli bir rejiyle bütünlemek ne kadar doğru?

        O yapıt da Anne Bancroft ve Patty Duke’un birbirlerini neredeyse dövecek seviyeye gelmesiyle yüksek bir fiziksel temas içeriyordu. Ancak bu durum görüntü bindirme tekniğinin hakim rolü, zeki müzik kullanımı ve işlevsel açı tercihleriyle bir Arthur Penn bilincine çevrilmişti. Günümüzde ise böyle hikayeler eskidi. Ama Uğur Yücel ‘eski olan’ı seven bir isim. İlkel şablonları, kırılgan dramatik yapıları gösterişli bir rejiyle sinemalaştırıp ‘şık bir ambalaj’ yaratmak istiyor.

        Ancak bunu genelde ‘Yeşilçam’ arka planı ile yapmasıyla ‘akılda kalan kareler’den öte bir bütünün ortaya çıkmasını engelliyor. Karelerini tek tek incelesek ‘filme ne katkısı var?’ sorusunun cevabını veremez kendisi. “Hayatımın Kadınısın” (2006) ve “Ejder Kapanı”ndan (2010) sonra “Benim Dünyam” da onun ticari eser karnesinde aynı anlama geliyor. Birkaç iyi çekilmiş sekansın etki gücü, mesele ‘kalıcılık’ olunca bir ‘uçurumdan aşağı yuvarlanma’ anlamına geliyor.

        Yakın planların bile kaçırıldığı görsel süreç için ne söylenebilir?

        Yücel, filmlerinin yapılarını sağlam temeller üzerine kurmuyor. Saat’in açılış sekansındaki ‘siyaha girdim’ meselesini tanımlarken daktilo başındaki halleri örneğin etkileyici. Belki son bölümdeki paralel kurgu deneyimi ya da kızın anne-babanın yatağında önde otururken odak netliğinin iyi ayarlanması adına kısa süreli bir ‘ihtişam’dan söz edebiliriz.

        Ama sinemaskop oranında Tolga Kutlar’ın iyi bir iş çıkardığını söylemek zor. “Yazı Tura”da (2004) olduğu gibi beklenmedik anlarda bütün kuralları unutup sallanan kameranın, yakın planları bile kaçırdığı açı-karşı açı tekniği tercihleri gözlerden kaçmıyor. Bu durumdaki objektif tercihlerinin seyirciyi bir yerinden vursa da tutarlılık, gramer adına yaklaşımı tartışılmalı. Genel plan-detay plan klasik geçişlerinde bile hareketleri tutturamadan sanki ‘orada dur sen ekstra kamera’ denmiş bir araç, ‘boş yere duruyor’ izlenimi yaratıyor. Ya da ‘1.85:1’e uygun çekilmiş sahneler, bir üst orana ‘2.35:1’e sıçrayınca bir anda ‘görsel tutarsızlık’a mahkum bırakılıyor.

        Hint yapımı “Black” filminin yeniden çevrimi olmak nasıl yansımış?

        Yücel, kendi de oyuncu olarak büyük oynuyor. Meryl Streep, Jack Nicholson olmaya çalışıyor. Ama onların abartısını, Yeşilçam geleneğinin kırılganlığıyla dönüştürüyor. Zaten ondaki sıkıntı da bütün bu eserlerde Yeşilçam’ın gramersizliğini bir gösterişe çevirirken, o ‘görsel yapı bütünü’nü çok doğru tasarlayamaması.

        “Benim Dünyam” da aynı durumdan mustarip. Bir nevi isimsiz “Karanlığın İçinden” devam filmi olarak anılabilecek eser, bana göre en iyi Bollywood müzikallerinden “Devdas”ın (2002) yaratıcısı Sanjay Seen Bensali’nin “Black” (2005) filminden uyarlama. Orada siyah tenli bir Hintli kızın, esmer tenli Hintli bakıcısı ile ilişkisi, burada kültürel değişimle devreye sokuluyor. Hikaye kurgusuyla oynayan bir anlatı akıcılıktan güç alırken, ‘çığlıklar’ı ve ‘yüksek sesli müzik’i öne çıkarıyor. Karakterlerin uçlarda olmasına bel bağlarken, bir anlamda bu uçurumun yol açtığı ‘dramatik motivasyon açıklığı’ndan güç alıyor. Hint kültürünün yapma gelebilecek ambalaj katkısı, Yücel’in performansı ve ses skalasında özellikle hissediliyor. Oyunculuklar haricinde görsel açıdan Yeşilçam geleneğinin dışına çıkılmaması bu ‘egzotik duygu’dan bizi arındırıyor.

        Beren Saat’in oyunculuğu körlüğe anlam katıyor

        Tamer Çıray’ın damardan vuran ezgileri ise ‘duygu seli’ yaratmaya yetiyor. Büyük oranda da aslında bu noktada Saat’in ‘körlük’e anlam katan oyunculuğu bir kenara Hazal Ergüçlü, Ayça Bingöl de duruma ayak uyduruyor. Ama Melis Mutluç’un can verdiği Ela’nın sekiz yaşındaki çocukluk dönemi hiç de inandırıcı değil. Filmin sıkıntıları bunlarla bitmiyor.

        “Black”in ‘karanlık’ını aydınlığa, umutsuzluğu umuda çevirme arzusu yüksek bir kitle memnuniyeti anlamına geliyor. Zaten Hindistan’da da maksimum popüler kitleyle buluşmuş eser bu sayede hedefine ulaşıyor. Beyaz renk tonu ise içeri yalıtılan ışıklarla hakim hale gelse de, Meirelles’in meseleye karamsar, kıyamet odağından yaklaşan “Körlük”ündeki (“Blindness”, 2008) tavizsizliği, ya da çok boyutluluğunu içermiyor.

        “Benim Dünyam”, TV ekranından kopup gelmiş izlenimi yaratırken, sanki her şey bilgisayar başında sonradan boyanmış gibi duruyor. Bu konudaki tutarlılık, son sahnelerin birinde yıkılıyor gibi. Ama genel görünüm filmi boyutsuz bir post-Yeşilçam melodramı olmaktan kurtaramıyor. Bollywood arka planı bu konuda atılan kroşelerin adedini arttıran, duygu selini ikiyle çarpan bir dayanak noktasına dönüşüyor. Ses bandının kulakları sağır etmesini sağlıyor.

        FİLMİN NOTU: 3

        Künye:

        Benim Dünyam

        Yönetmen: Uğur Yücel

        Oyuncular: Uğur Yücel, Beren Saat, Ayça Bingöl, Hazal Ergüçlü, Melis Mutluç

        Süre: 110 dk.

        Yapım yılı: 2013

        YUSUF ÜÇLEMESİ’NE GÖÇEBE KARDEŞ

        Mostar ile Hasankeyf arasında kurduğu köprüyü, ruhsallık, mistisizm, şiirsellik, rüyalar ve ölüm ile oymaya çabalayan, öyküsü ile çekici bir eser. “Üç Yol”, özünde iki kardeşin, Yusuf ile Bünyamin’in bir kızın vefatıyla birlikte içine girdiği bunalımı anlatıyor gibi gözükse de ruhani temalarla sarıyor. Akla Tarkovsky’nin dünyasını getiren bir yapıyı ‘Bosna Savaşı ve Güneydoğu Anadolu’nun gerçekleriyle, kayıplarıyla sarıyor. Bu temelden ‘iyi yoğrulmuş’ bir yapıt canlandıramasa da önü açık bir yönetmeni tanımamızı sağlıyor.

        Kısa filmleriyle tanınan Faysal Soysal ilk uzun metrajlı filminde, Tarkovsky geleneğine tutunmaya çalışan milletlerarası bir eserle karşımıza çıkıyor. Bosna Savaşı ile Güneydoğu Anadolu’da ‘ölüm’ kavramına bulduğu cevaplar üzerinden ‘üç yollu’ bir hikaye yapısı oluşturuyor. Psikologların, şairlerin, peygamber göndermelerinin devreye girdiği, mistik, ruhsal ve şiirsel bir işe imza atıyor.

        Tam bir iç burkucu ve travmatik anlar senfonisi

        “Üç Yol” (2013), Tarkovsky’nin geleneğini uygulama amacı doğrultusunda inanç odağında reenkarnasyonun da gerçek olabileceği bir dünyaya el atıyor. Bunu da kayıplar, üzüntüler, vicdan azapları, ölümler, aşklar, kıskançlıklar ve daha nicesi ile sarıyor. Ağabeyinden kaçıp Bosna’ya sığınan Bünyamin’den, köprülerde intihar eden kadınlara kadar gerçek bir ‘iç burkucu ve travmatik anlar’ senfonisi yaratmaya çabalıyor.

        Bunları mistik bir bedenle tasvir etmeyi hedefliyor. Mostar’dan Hasankeyf’e uzanan ‘yolculuk’ parçalarıyla bir ruhsal yapının sözünü veriyor. Jung’a uzanan entelektüel diyaloglardan resim geleneğine odaklanan görsel yapıya kadar her şey bu yaklaşımı destelemek üzerine kuruluyor. Bosna Savaşı’nın kayıpları ve yarattığı intihar eğilimleri ile Güneydoğu Anadolu’nun faili meçhul cinayetleri arasında bir köprü kuruyor.

        Çocuklar” ile kurulan akrabalık kültürel dönüşümle açıklanabilir

        Bir nevi Aida Begic’in “Çocuklar”da (“Djeca”, 2012) yaptığı o dönemin çocuklarının büyümesiyle bugünkü şiddet ve ölüme ‘savaşın etkisi nesiller boyu sürebilir’ çıkarımını yapmasının bir benzerini bambaşka kültürler üzerinden canlandırıyor. Soysal’ın amacı da her şeyin inançla çözülebileceğine dair bir söylem belirlemek.

        Bu durum şiirsel ve yer yer hipnotik görüntüleri, yoran diyaloglarla sarıyor. Yapay ışığı ruhsal hale getirip ‘hipnoz’ yaratma isteğini devreye sokuyor. Uzun planları bunlara eklerken, atmosfer ve renk skalasını ‘ruhani’likle örüp bir post-prodüksiyona sürecine sokuyor. Girişteki kayıp şehirden başlayan bu hedef doğrultusunda her şey ölülerin etrafta gezdiği, rüyaların da bir çözüme dönüştüğü noktasında canlanıyor. Renk dokusuyla oynanmış çerçeveler üzerinden filizlenen anlamlar arıyor. Zeliha’nın Türk bedenle arayışının Bosna’ya sıçraması reenkarnasyon adına canlanıyor. Kültürel dönüşümle olabileceklere dikkat çekiyor.

        İlk film zaafları çok belirgin

        Tarkovsky’nin gerçekçi bölümlerinin dinginliğinin daha bir öne çıktığı, sabit kamera ile ‘mono ses’ odağının “Solaris”in (“Solyaris”, 1972) başlangıç bölümüne yakın bir ruh katttığı görülebiliyor. Bizde Tarkovsky etkisindeki “Sonbahar” (2008) ve “Kar Beyaz” (2010) gibi eserler kadar ‘şıklık’ı dengeleme yanlısı bir eser bu evet. Hatta Kaplanoğlu’nun Yusuf Üçlemesi’nde, Yahudi peygamberin hayatının bölümlerini ele alma düşüncesinin bir benzerini izliyoruz. Onun ‘rüya ilmi’ ile ilgilenme arzusu burada daha ‘stil’ duygusuyla canlanıyor. Bu kez ülkesinde acı çeken Yusuf’u ve onun kardeşini görüyoruz. Ama “Üç Yol”, daha ziyade özündeki çarpıcı ve iddialı söylemle, damarla ilgileniyor gibi.

        Ancak çıktığı bu zor ‘yol’da, uluslararası kadronun oyuncu yönetiminde sıkıntılar çekmek, diyalog yazımında çok şey söyleme arzusuna yenik düşmek, Tarkovsky’esk öte dünyaya ait mucizevi kareleri çok boyutlu çizememek, ‘üç yol büfe’ gibi soyut metaforları yıkan imgeler kullanmak ve hikaye kurgusuyla oynarken ruhanilikte çok fazla gaza basamamak gibi zaafları var. Zaten karşımızdaki katıksız bir ilk film. Tarkovsky’nin ‘stil’ algısının üzerine gitmeden tempo düşürme ve diyalog yerleştirme esaslarını oturturken, inanç bazında da ‘yönelim’ değiştiriyor.

        Rüya sahneleri arafta var olma adına inancın önemine dikkat çekiyor

        Ölümün Bosna ve Türk siyasi tarihinde, etnik köken, dini tercih fark etmeksizin yapabileceklerine dikkat çekiyor. Stilize rüya sahnelerindeki yaklaşımla da bir ‘diriltme’ ya da ‘arafta var olma’ düşüncesini yaşatıyor. Düşündürücü, mesaj kaygılı dramatik yapı bir tarafa oyuncular da yerine cuk oturuyor.

        Ancak elbette filmin 120 dakikasının daha fazla kısmını böylesi şiirsel karelerle örmesi (örneğin ilk genel plan olmamış) ile yaşatacakları ya da Sokurov’un başyapıtı “Ana ve Oğlu”ndaki (“Mat i Syn”, 1997) ruhsallıkla atacağı ‘objektif numarası’ gibi adımlar burada yok. Tamam karakterler, kıyafetler ve sinematografide fazla sıkıntı görmüyoruz. Ama evrensel hedeflere ulaşmak da bazı şartları iyi işlemekten geçiyor. Soysal adına inanç, cesaret ve ulusal hikaye adına değerli, ama bunları yoğurma konusunda üzerinden tekrar geçilmesi gereken bir iş birçok şeyin ‘arzulamak’ seviyesinde kalmasını sağlıyor.

        FİLMİN NOTU: 4.3

        Künye:

        Üç Yol

        Yönetmen: Faysal Soysal

        Oyuncular: Nik Xhelilaj, Kristina Krepela, Turgay Aydın, Alma Terzic

        Süre: 117 dk.

        Yapım yılı: 2013

        SİNEMA ÖLDÜRMEZ SÜRÜNDÜRÜR

        Manalı bakış atması ve yavaş hareket etmesi konusunda uyarılan oyuncular, bilgisayarda sepya dokulu post-prodüksiyon aşaması geçirmiş yapma doğa görüntüleri, ilkokul seviyesinde diyaloglar ve görüntüyle bağ kurmayan ses bandı ile entelektüel olmaya çalışan bir eser. “Aşk Ağlatır”, Dostoyevski uyarlaması etiketiyle bir memnuniyet hedefliyor. Ama tam aksine sinemanın çaylak bir yönetmeni hiç affetmeden gülünç durumlara düşürebilen, tabiri caizse öldürmeden süründüren saygıdeğer bir sanat dalı olduğunu hatırlatıyor. Büyük oranda 80’lerde sinemaya giren Yusuf Kurçenli’nin ilkel sinema anlayışıyla zorlama bir minimalist film çekmesiyle, “Üç Maymun”u üretme arzusuyla oluşabilecek tuhaf durumu anımsatıyor.

        Klasik Rus edebiyatının usta ismi Fyodor Dostoyevski’nin sinema uyarlamalarını incelemeye kalkarsak tabiri caizse başımıza bir bela alırız. Böylesi kabarık bir listenin içinde kaybolmamak, en azından fazlaca zaman harcamamak imkansız. Dostoyevski’nin özellikle dünya sinemasında iz bırakan edebiyatçılardan olduğunu iddia etmek ise masaya yatırılabilecek bir tez olarak incelenebilir.

        Her entelektüel insan sinema filmi çekemez

        Atalay Taşdiken’in ağabeyi Mehmet Taşdiken, burada günümüz Türkiye’sine onun 1861 tarihli ‘Ezilenler’ romanını uyarlamaya soyunuyor. Ama sinema filmi çekmek başlı başına bir emek istiyor, bir alışkanlık gerektiriyor. Halbuki kendisi bu sözünü ettiğimiz sürecin ana kurallarını yalayıp yuttuktan sonra adımlar atmayı değil de, ‘kör kör parmağım gözüne entelektüellik’ aşılayan bir tanım servis etmeyi seçiyor.

        “Aşk Ağlatır”, yeni milenyumda yitmiş bir ruhun, bir yaratıcının eski Türk sinemasının ilkel metotlarıyla çekim ve post-prodüksiyon aşamasını geçirmesini sağlıyor. Aslında 80’lerin manzarasından arınmayıp ‘stüdyo dublajı’yla yapaylaşan karakterleri, dijital bir ortamdan geçirmeye çalışıyor. Neredeyse live-action animasyon film örneğinin tuhaf bir ülkedeki hali duruyor. Sepya renginin hakimiyeti muhtemelen ‘Tarkovsky’ ya da ‘Nuri Bilge Ceylan’ izlenimi yaratmaya soyunuyor. Ama nafile!

        Ses ile görüntüyü sesli sinemanın ilk yıllarındaki gibi kullanıyor

        Gelin görün ki modern karakterlerle bir Dostoyevski eserini canlandırmak Demirkubuz gibi iyi bir yönetmen için de zorken Taşdiken için içinden çıkılması imkansız bir matematik problemine dönüşmüş. 20 yıldır yönetmenlik koltuğuna geçmeyen, öncesinde de TV dizilerinden bir kariyer inşa eden isim sinemayı Atalay Taşdiken kadar bile bilmiyor.

        Öncelikle ses bandı ile görüntünün birbirinden ayrılmasının üzerinden belki 70 yıl geçti. Genel planlarda sonradan bindirilen ses, gülünç bir etki yaratırken, ağzı oynamayan karakterler göze batıyor. Bunu ‘şans eseri’ es geçtiğimizde ise karşımıza ‘post-prodüksiyon’ aşamasında ‘dijital dönemde Méliès’nin pelikül boyama yöntemi’yle halledilmiş gibi duran kahverengi manzara görüntüleri çıkıyor. Bunların Nuri Bilge Ceylan’dan, onun HD’ye geçip yaptıklarından, grinin tonlarıyla yarattığı mucizeden alınmış gibi durması ise aslında ‘fotoğraflama’nın sinemanın önüne geçmesini sağlıyor.

        Anlamlı bakışlar atmak ve ağır hareket etmek sanat mıdır?

        Peki ya dramatik omurga kurulmadan karakterlerin sürekli bir iskeleye veya deniz kenarına ‘turist’ misali getirilmesine ne demeli? Bunu geçtik aralara ‘kararma açılma’ efektleri koymaktan, dramatik etkinin sadece ‘kırılan fincan’ ile olabileceğini düşünmeye kadar her biri ‘amatör metot’ duran tercihlerle karşılaşıyoruz.

        Taşdiken belli ki Melih Selçuk’a da ‘anlamlı bakışlar at, ağır hareket et, o zaman sanat yaparız koçum’ demiş olmalı. Bu durum filmin ana yapısına tesir ederken, ağır aksak hareketler büyük oranda “Aşk Ağlatır”ın temasıyla ilişkimizi de devre dışı bırakıyor. Yılmaz Gruda’nın ‘dede’ karakterinin köpeğiyle mistik bir kitsch’liğe bürünmesi tüm bunlar eşliğinde şaşırtıcı değil.

        Steadicam ve vincin keşfedilmesinin üzerinden bir ömür geçti

        Zaten ‘bilgisayar camp’liğine kapılan sinematografi’nin yapma hali, yalnızlıktan, sıkıntıdan medet uman karakterin, ‘aşk’, ‘ölüm’ ve ‘ölümcül hastalık’ın yakasında hiç de ‘ruhsal bir analiz’le temsil edilmesini sağlayamıyor. İlkokul çocukları arasında geçermiş gibi yazılmış basit diyaloglar, vinç ve steadicam’in rastgele hareket yapmasını ‘devrim’ sanan bir reji ile dengeleniyor. Uzun plan almak için kasan yönetmenin, sanki az zamanı ya da tek çekim hakkı varmış gibi hareket ettiği görülebiliyor. Bu kayan, yükselen veya alçalan hareketli kamera tercihleri neredeyse hiç kesmeye gitmeden ‘böyle bir teknik varmış ağa’ düşüncesiyle kullanılıyor. Görsel yapıda odak kaydırmanın büyük bir efekt anlamına gelmesi de filmin yerini düz yoldan belli ediyor.

        Belki 30’larda çekilse bir sanat eseri olarak anabileceğimiz, en azından siyah-beyaz sinematografide doğanın konumunu çözebileceğimiz yapıt bu haliyle nasıl yorumlanabilir? Anlamlı bakış atan kafalar, dış kapının mandalı gibi duran ses bandı, boyutsuz bir müzik, rastgele bir kurgu, çiğ didaktiklik kokan içses tercihleri ve daha fazlası her şeyi göstermelik bir atmosfer filminin yamacına kadar götürüyor. Girizgah ve kapanış ise önemli olmuyor. Sinema eğer çaylak bir yönetmen yakalarsa onun perde kariyerini bitirmeden önce, tabiri caizse öldürmeden önce süründürür lafı açığa çıkıyor.

        FİLMİN NOTU: 2.1

        Künye:

        Aşk Ağlatır

        Yönetmen: Mehmet Taşdiken

        Oyuncular: Melih Selçuk, Ceyda Ateş, Yağmur Tanrısevsin, Yılmaz Gruda, Mert Yavuzcan, Itır Esen

        Süre: 95 dk.

        Yapım yılı: 2013

        ÇITKIRILDIM MELODRAM

        İlk olarak “Suture” adlı siyah-beyaz ve gizemli kara filmle dikkat çeken McGehee-Siegel ikilisi, zamanla oradaki cesur bağımsız ruhlarını kaybetti. 2012 tarihli bu eserde de “Umut Mevsimi” ile birlikte ‘ruhumuza işleme’, ‘ağlatma’ planlı ve bu plan-programı hissettiren bir eserle çıkageliyorlar. “Arada Kalan”, “Kramer Kramer’e Karşı”nın yarattığı samimi duyguları veya modern Dickens uyarlaması “Büyük Umutlar”ı izleme deneyimini tekrar yaşama arzusu yaratırken yönetmen ekibine de ‘köklerinize dönün!’ çağrısı yapmamızı sağlıyor.

        Genelde 19. yüzyılda geçen romanlarıyla bilinen, o dönemin çatırdamalarını iyi sezinleyen Henry James, ‘kostümlü drama’ ürünleri için sürekli bir kaynak oluşturmuştur. Onun 1897’de kaleme aldığı ‘işlevsiz aile’ meselesine odaklanan ‘What Maisie Knew’ ise burada bir modern New York uyarlamasına alan açıyor. Tabiri caizse önceki yüzyılların yaşayışını günümüzde bulmaya çalışıyor. Ama Cuarón’un klasik Charles Dickens eserine “Büyük Umutlar”la (“Great Expectations”, 1998) kazandırdığı başarılı modern görünümün kenarından bile geçemiyor. “Arada Kalan” (“What Maisie Knew”, 2012), Scott McGehee-David Siegel ikilisinin azmiyle bir ‘arada kalan çocuk melodramı’nın adresine dönüşüyor.

        Filmle duygusal bağ kurmak yönetmenlere yaramamış

        “Umut Mevsimi” (“Bee Season”, 2005) ile benzer bir ilkel aile hikayesine odaklanan eşcinsel yönetmenler, bir kez daha seyirci kitlesinin gözyaşlarını hedef alan bir eserle çıkageliyor. “Suture” (1992), “Dipsiz” (“The Deep End”, 2001) ve “Şüphe” (“Uncertainty”, 2009) gibi farklı deneme ya da çarpıcı sinematografi içermesiyle dikkat çeken ‘bağımsız ruhlu’ eserlerin becerisini bir çırpıda siliyorlar. Düşündürmeden önce ağlatmayı hedefleyince, karakterlerle duygusal bağ kurup bir anda çaptan düşüyorlar.

        Coogan-Moore ikilisinin ‘çocuk vesayeti’ ile ilgili diyalogları ana iletişimsizlik kaynağına dönüşürken altı yaşındaki çocuğun merkezi konumu filmin esas meselesi… Bu noktada aslında aklımıza hemen mesafeli melodram yönetmeni Robert Benton’ın “Kramer Kramer’e Karşı”sı (“Kramer vs. Kramer”, 1979) oluyor.

        Hikayeyle mesafe koymak özellikle tercih edilmemiş

        Ancak Scott Hicks’in “Aşk Tarifi”ndeki (“No Reservations”, 2007) beceri bile burada yok. Ana karakterlerin samimiyetini devreye sokma adına kaydırmalı kameranın oyuncu yönetimine odaklanmasını veya yönetmenin kendisini geri çekerek araya mesafeye koymasını göremiyoruz. Aksine olayın gerçekleri yüzümüze bütün ‘hüzün’ duygusuyla vurulurken altı yaşındaki çocukla yüzleşmek, onunla özdeşleşmek ve hatta mümkünse onun içine girmek öneriliyor. Bu da katıksız bir duygu sömürüsünü beraberinde getiriyor.

        Sanki 19. yüzyıl bedenli hikaye, o zamanki gibi hareket eden karakterlerin varlığıyla ‘eskimiş motivasyonlar/dönüşümler’le yol almaya mecbur bırakılıyor. Bu sayede yönetmenler bir kez daha çarpıcı/çekici denemeler veya bağımsız bir dokunuştan ziyade ailenin içindeki insancıl hikaye ile duygusallaşmanın peşine düşüyor.

        FİLMİN NOTU: 3.4

        Künye:

        Arada Kalan (What Maisie Knew)

        Yönetmen: Scott McGehee, David Siegel

        Oyuncular: Julianne Moore, Onata Aprile, Alexander Skarsgård, Steve Coogan

        Süre: 99 dk.

        Yapım yılı: 2012

        ORTA YAŞ ROMANTİZMİ

        Ekim başında 12. Filmekimi kapsamında izleme olanağı bulduğum “Başka Söze Gerek Yok”, bana göre bu haftanın en kayda değer filmi.

        FİLMİN NOTU: 5.7

        Künye:

        Başka Söze Gerek Yok (Enough Said)

        Yönetmen: Nicole Holofcener

        Oyuncular: James Gandolfini, Julia Louis-Dreyfus, Toni Collette, Catherine Keener

        Süre: 97 dk.

        Yapım yılı: 2013

        YENİ BİR HALK KAHRAMANI GELİYOR

        Beşiktaşlı, yumurtacı, yufka yürekli ve azarlama sevdalısı Şevkat Yerimdar, aslında yaklaşık 1.5 yıldır internette skeçleriyle anılan bir şahsiyet. Onun köşeye itilen ‘yan karakter’ hali burada başrole sıçrarken, arkası da kadınları veya başka kesimleri rahatsız etmeden günümüze yakışan bir mizah anlayışı, İstanbul’u dolduran bir hikaye omurgası ve Yeşilçam samimiyeti ile dolduruluyor. Bir kenar mahalle delikanlısı hicvi olarak anılabilecek “Şevkat Yerimdar”, kısa sürede ‘Recep İvedik’ ve ‘Temel’ gibi seriye dönüşürse şaşırmamak lazım. Zira skeçleri öne çıkardığı anlarda bile, metropol İstanbul’un yarattığı sınıfsal uçurumdan kültürel değişkenliğe kadar her konuda ‘incelikli’ hareket edip kahkaha attırmayı beceriyor. Tabiri caizse Kemal Sunal’ın altın döneminde gülme garantisi veren eserlerle aynı işlevi üstleniyor.

        FİLMİN NOTU: 4.5

        Künye:

        Şevkat Yerimdar

        Yönetmen: Bülent İşbilen

        Oyuncular: Özgürcan Çevik, Başak Parlak, Cezmi Baskın, Tarık Pabuççuoğlu, Özgür Emre Yıldırım

        Süre: 100 dk.

        Yapım yılı: 2013

        KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU

        Ailem İçin (At Any Price): 4.7

        Arınma Gecesi (The Purge): 7.5

        Bir Hayalimiz Vardı (Ginger & Rosa): 4.5

        Bu Aşk Fazla Sürmez (I Give it a Year): 5.5

        Buraya Kadar (This is the End): 4

        Büyükler 2 (Grown Ups 2): 1.9

        Cinayet Tezi (Tesis Sobre Un Homicido / Thesis on a Homicide): 5.3

        Çılgın Hırsız 2 (Despicable Me 2): 6

        Diana: 4.5

        Elysium: Yeni Cennet (Elysium): 7.6

        Geçmişin Sırları (The Company You Keep): 5.5

        Genç Çıraklar (The Intership): 3.9

        Göster Gününü (Kick-Ass 2): 6.5

        Gözümün Nûru: 6.8

        Günce: 2.8

        İki Kafadar: Chinese Connection: 1.9

        Jobs: 3

        Kalbim Sende (Don Jon): 4

        Karanlık Şerit (Möbius): 5.5

        Katliam Gecesi (You’re Next): 3.4

        Kesişen Hayatlar (Krugovi / Circles): 4

        Kim Ki-Duk’tan (Moebius): 6.5

        Kirli Oyun (Freelancers): 2.8

        Korku Seansı (The Conjuring): 6.5

        Manyak (Maniac): 6

        Mavi Yasemin (Blue Jasmine): 5.2

        Menekşe’den Önce: 5.5

        Meryem: 4.1

        Neva: 2

        One Direction: This is Us: 4

        Ölümcül Oyuncaklar: Kemikler Şehri (The Mortal Instruments: City of Bones): 4.9

        Ölümsüz Aşk (Bypass): 4.7

        Ölümsüz Polisler (R.I.P.D.): 7.5

        Paranoya (Paranoia): 3

        Pasifik Savaşı (Pacific Rim): 4

        Percy Jackson: Canavarlar Denizi (Percy Jackson: Sea of Monsters): 6

        Pırıltılı Hayatlar (The Bling Ring): 6.8

        Red 2: 3.8

        Riddick: 5.3

        Samsara: 6.5

        Sanal Hayatlar (Disconnect): 6.5

        Savaşın Gölgesinde (Lore): 7.5

        Sen Gitmeden Önce (Not Fade Away): 5.2

        Sev Beni: 4.5

        Son Konser (A Late Quartet): 5.5

        Son Moda Aşk (20 ans d'écart / It Boy): 3.5

        Şeytan Tohumu (The Possession): 3.5

        Şeytan-ı Racim: 3.4

        Şimdiki Zaman: 3

        Şirinler (The Smurfs 2): 3

        Uçaklar (Planes): 4.5

        Ustura Dönüyor (Machete Kills): 4

        Yem (Bait): 1.6

        Yerçekimi (Gravity): 3.8

        Zafere Hücum (Rush): 7.5

        Zamanda Aşk (About Time): 6.7

        Zorlu İkili (2 Guns): 5.9

        Not: Yıldızlar, 10 üzerinden verilmektedir.

        Diğer Yazılar