Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        KEREM AKÇA / keremakca@haberturk.com

        Ülkesinde oyuncu eğitmenliği de yapan tiyatro arka planlı Rade Serbedzija, daha ziyade “Görevimiz Tehlike II”, “Aziz”, “Takip: İstanbul” gibi filmlerin Rus/Balkan kötü adamı olarak biliniyor. Bu sayede bir tanınırlık kazanmasıyla 15 senede popüler bir figür haline geldi. Entelektüel çevrelerde ise “Yağmurdan Önce” ile yüzü hatırlanan bir isim kendisi. 4. Malatya Uluslararası Film Festivali’nde Onur Ödülü alan 67 yaşındaki Hırvat oyuncu ile John Wayne’den Dusan Makaveyev’e, Bosna Savaşı’ndan Josip Broz Tito rejimine uzanan keyifli bir sohbet gerçekleştirdim. Serbedjiza’nın etkinliğin açılış töreninde ödülünü almasının yanı sıra Cumartesi günü bir de basın toplantısı düzenlediğini ekleyelim.

        1946 yılında Eski Yugoslavya’nın Hırvatistan bölümünde dünyaya gelen Rade Serbedzija, Zagreb Üniversitesi’nin Sahne Sanatları Akademisi’nden mezun oldu. Birçok tiyatro oyununda rol aldıktan sonra oyuncu eğitmenliğine kadar sıçradı. Kariyeri boyunca Francesco Rosi’den Stanley Kubrick’e, Dusan Makaveyev’den John Woo’ya, Philip Noyce’tan Christopher Nolan’a kadar fazlaca yönetmenle çalıştı.

        İlk döneminde Balkan oyuncu olarak yerel piyasada tanındıktan sonra Milcho Manchesvki’nin Venedik’ten beş ödüllü başyapıtı “Yağmurdan Önce” (“Before the Rain”, 1994) ile uluslararası piyasada önü açıldı. Orada canlandırdığı Londra’da yaşayan Makedon savaş fotoğrafçısı tiplemesi, Bosna Savaşı’nın yarattığı yıkımlara kalıcı bir bakış anlamına geliyordu. Son 15 yılda ise sanatçı, belki de hiç tahmin etmediği bir şekilde Hollywood stüdyo filmlerinin Rus veya Balkan kötü adamı olarak karşımıza çıkıyor.

        Her yabancı oyuncunun ülke topraklarında yaşadıklarını kariyeriyle özetleyen bir isim Serbedjiza. Hem komünist Yugoslavya’yı, hem Bosna Savaşı’nın acılarını tatmış, dirençli ama duygusal, nostaljik bir adam. 15-21 Kasım tarihleri arasında düzenlenen 4. Malatya Uluslararası Film Festivali’nde Onur Ödülü’ne layık görülen Serbedjiza, şüphesiz bu mükafatı sayısı az ama tamamı değerli ödüllerinin arasına koyacak. Söyleşi boyunca savaş anılarını anlatırken duygusallaşması bir tarafa, Slaven Bilic ile arkadaşlığını saklamaması, entelektüel benliğini otomatik olarak açığa çıkarması ve deneyimini gizlememesiyle iz bıraktığını söyleyebiliriz.

        "KÖTÜ ADAM ROLLERİ DAHA FAZLA FIRSAT SUNUYOR”

        1969’da Zagreb Üniversitesi’nin Sahne Sanatları Akademisi bölümünü bitirdiniz. Ardından Hırvatistan’da çeşitli tiyatro oyunlarında oynadınız. O zamanlar Hamlet, Oedipus, Don Juan, 3. Richard gibi rolleri canlandırırken son 15 senede ‘Hollywood kötü adamı’ olacağınız aklınızın ucundan geçiyor muydu?

        (gülüyor) Beni dinle, bu çok sorulan bir soru. Fazla film seyretmeyenler, sıradan insanlar beni büyük Amerikan blockbuster’larından tanıyor. “Aziz” (“The Saint”, 1997), “Görevimiz Tehlike II” (“Mission: Impossible II”, 2000), “Uzay Kovboyları” (“Space Cowboys”, 2000) gibi filmlerde sadece Rusları oynuyor gözüküyorum. Ama bu doğru değil. Örneğin uluslararası projelerde bambaşka tiplemeleri canlandırıyorum. Bir ulusum yok. Olmaması dagerek zaten. Bu sebeple de esas performansımı, oyunculuk kimliğimi böyle filmlerde aramak yanlış.

        Dusan Makavejev’in “Manifesto”su (“A Night of Love”, 1988) sanki bu söylemi karşılıyor?

        Evet belki. Ama o zaman uluslararası kariyerime başlamamıştım. Beş sene önce rol aldığım Jeremy Podeswa filmi “Fugitive Pieces” (2007) bu çerçevede ilk aklıma gelen eser olur. Orada Stephen Dillane ve Rosamund Pike ile oynamıştım. Onunla bir de ödül almıştım.

        Doğru Toronto Film Festivali’ndeki dünya prömiyerinde seyretmiştim ben de.

        Francesco Rosi ile çektiğim “Ateşkeş” (“La Truega”, 1997), Gregor Nicholas’ın Yeni Zelanda filmi “Broken English” (1996) ve İtalya yapımı “Benim Adım Li” (“Io Sono Li”, 2011) diğer önemli rollerimin adresleri… Bunlardan sonuncusu burada da gösterilecek. Müzikalleri severim. Glenn Close ile bir araya geldiğim TV filmi “South Pacific” (2001) var. Ama insanlar beni blockbuster kavramıyla özümsüyor. Çok ilginç. Kötü adam rolleri, bir oyuncuya, özellikle de “Kapışma” (“Snatch.”, 2000) gibi komedilerde fazlaca alan açar, fırsatlar sunar. Hatta itiraf etmeliyim ki bu tercihler, iyi adamları oynamaktan iyidir. Humphrey Bogart, Lee Marvin de kötü adamları canlandırmıştır zamanında.

        Hollywood’da yabancı oyuncular Oscar alsa dahi bir kariyere sahip olamıyor. Benigni ve Dujardin Oscar heykelciğine ulaştıktan sonra bu konuda olumlu veya özenilecek adımlar atamadı. Belki Del Toro Meksikalı olduğu için daha farklı.

        Antonio Banderas, şaşırtıcı bir istisna.

        Onun da çok uzun bir kariyeri olmadı. Yavaş yavaş düşüşe geçti.

        Bir-iki önemli film yaptı. Çok taze, fiziksel açıdan çekici ve genç idi. Ben kendi kariyerime ABD’de başladığımda 45 yaşımdaydım. Böylesi bir ivme için çok geç kalmıştım.

        “Aziz”, bir dönüm noktası oldu.

        Evet. “Yağmurdan Önce” de Makedonya filmi gibi gözükmesine karşın İngilizce konuştuğum bir rol içeriyordu. Bu durum kapıyı açan esas detay oldu.

        Ama çok önemli yönetmenlerle çalışmanız nihayetinde sizin için iyi oldu. Philip Noyce, John Woo, Guy Ritchie, Stanley Kubrick, Clint Eastwood ve liste uzar gider.

        Evet çok önemli yönetmenlerle çalıştım. Bunlardan en önemlisi Francesco Rosi idi. Kubrick’ten daha önemli bir adam.

        Aslında gerçek bir saklı auteur kendisi. O dönemde Antonioni, Fellini, Visconti ve hatta sonrasından Bertolucci daha değerli, kalıcı figürlerdir. Rosi ise büyük oranda “Salvatore Giuliano” (1962) dışında öne çıkarılmamıştır.

        Bertolucci “Paris’te Son Tango” (“Ultimo Tango a Parigi”, 1972) ile popüler oldu. Rosi, Antonioni ve Visconti ile aynı dönemde film çekti. O da kesinlikle değerli ve ufuk açıcı bir adamdı.

        “MANCHEVSKİ SETTEYKEN KOVULDU”

        “Yağmurdan Önce” 90’ların en önemli başyapıtlarından biridir. “Ucuz Roman”ın hikaye kurgusu geleneğini yıkma düşüncesini Bosna Savaşı’na bağlarken politik damarı, derinliği, rejisi ve bakış açısıyla dikkat çekmiştir. Ama Milcho Manchevski o zamandan beri başarı yakalayamadı. Bunu ilk filmde zirveye ulaşmanın kişide sağladığı özgüven duygusu olarak mı, yoksa tesadüfi bir durum olarak mı değerlendirmeliyiz?

        Manchevski çok özel bir karakter. Hassas, kendi halinde bir adam. Stüdyolardan gelen teklifleri özellikle reddetti. Bütün stüdyolar… Hatta 20th Century Fox için bir filme başladı. Dağda geçen bir drama idi. Bir süre sonra adamın çalışma tarzından rahatsız oldular. Stüdyo, ‘hızlandır şu filmi, hikayeye aksiyon kat ve sahneleri çabuk çekip bitir!’ demiş. Milcho da kendi dünyasında takılırken Sinatra’nın ‘My Way’ şarkısının ‘I Did it My Way’ (kendi usulüme göre yaptım) nakaratını onlara ithaf etmiş. Sonuç ise stüdyonun bayan sorumlusunun sete gelip ‘seni projeden alıyoruz’ demesi olmuş. Milcho, bunun dışında bütün Amerikan hikayelerini reddetti. Kendi filmlerini çekemedi. “Dust” için hazırlıklara başladı. Orada fazlaca uluslararası oyuncu ile çalıştı. Joseph Fiennes, Anne Brochet ve David Wenham’ın arasındaki kimyayı tutturamadı. Sonraki filmi…

        “Gölgeler” mi?

        Hayır o da kötüydü. Ama 2010’da çektiği “Anneler” (“Majki”, 2010) daha farklıydı. Manchevski’nin hala yaşadığını gösterdi. Bence çok yetenekli bir adam.

        Evet doğrudur belki. Bir anlamda geri dönüş yapmış olabilir. Ama 90’larda Bosna Savaşı sizin bölgeniz için çok önemli bir sinemasal araca dönüştü. Manchevski’nin yanı sıra Goran Paskaljevic ve Danis Tanovic de “Barut Fıçısı” ve “Tarafsız Bölge” gibi önemli filmler çekti. Onlar da sonrasında başarı yakalayamadı. Belki Tanovic’in “L’Enfer”ini ayırabiliriz bu konuda.

        Her ikisinin de sonrasında çektiği filmleri seyretmedim.

        Bu üçlünün düşüşünün dayanak noktası bence büyük orada sosyopolitik ve çekici hikayeler bulamamakla ilişkilendirilebilir. Bosna Savaşı sürecindeki verimli üretimleri, ‘aşılamayacak zirve’ ve aynı zamanda da ‘düşüşe yol açan başlangıç’ olarak görebilir miyiz?

        Doğrudur.

        Üzerinden zaman geçmesine karşın Bosna Savaşı’yla ilgili filmler devam ediyor. “Grbavica: Esma’nın Sırrı”, “Çocuklar”, “Av Partisi”, “Sen Gelmeden Önce” ve sizin oynadığınız “Kan ve Aşk” da bu furyaya dahil edilebilir. Bunlar hakkında ne düşünüyorsunuz?

        Bunların büyük kısmını izlemedim. Benim bildiklerim bu savaşla ilgili daha çok. Bu savaşta ben Sırp olmama karşın olup biteni önlemeye, kıyımı durdurmaya çalışmıştım. Saraybosna’da Holiday Inn’den ateş açıldığında hedef alınan insanların arasındaydım. Herkesin eli kolu bağlanmıştı. Yardımcı olmak istedim. Sadece Bosna’nın değildi bu savaş. Böyle bir savaşı birinin başlatmasına inanmak güçtü. Elbette bir hükümet olmadan böylesi bir şeye startvermek gerçeklikti. Bizim milliyetçi ve cani liderlerimiz vardı. Başarılı da oldular. Dünyanın global ikliminde de çok olağan bir durum bu. Ama ne yalan söyliyim, böyle bir şeyin Avrupa’nın ortasında gerçekleşmesi çok trajik geliyor bana. Kendi odanızda bir şeyler yazıyorsunuz, entelektüelsiniz. Birden evinize bir bomba düşüyor. İnanması çok güç. Düşünebileceğinizden fazla hikaye var. Saraybosna özel bir yere sahipti. Bu durumu modern tarihle özdeşleştirmek doğru olur. Bu yüzden Saraybosna masum zaferlere açıldı, ‘kahraman şehir’ haline geldi. Ben kendi yüreğimle insanlara yardım etmek istedim. Glenn Close, Harvey Keitel ve diğerleri de birçok organizasyonla bu duruma destek verdi.

        Bu zamanlarda sanatın, sanatçının görevi sanat eserleri, filmler çıkararak geleceğe, sonraki nesillere hatırlanacak bir miras bırakmak olmalı.

        Bence de şimdi bile hikayeler çıkması bundan kaynaklanıyor. Çok tuhaf ve inanılması güç bir trajedi vardı orada. 2. Dünya Savaşı, 1. Dünya Savaşı veya soykırımlarla ilgili birçok film yapıldı. Bunları gençlere göstermek ve onları uyarmak lazım. Yedinci sanat ürünlerinin propaganda yapmadan sanat seviyesine ulaşması önemli. Tez yazarken bile politik arka plan, duygular ve düşünceler değer kazanıyor.

        “YUGOSLAV SİNEMASININ EN ÖNEMLİ YILLARI 70’LERDİ”

        Tito rejimini de yaşamış bir oyuncusunuz. O zamanlar Yugoslav Kara Dalgası bölgeyi hakimiyeti altına almıştı. Dusan Makavejev, Sasa Petrovic, Zivojin Pavlovic gibi isimler çıkış yaptı. Elbette sinemasal farklılıkları veya yedinci sanatın tarihine kattıkları çok değişken. Ama 1960’lı 70’li yılların Eski Yugoslavya’sındaki yaklaşım ile 90’ların Bosna Savaşı hikayeleri arasında nasıl bir bağlantı kurarsınız?

        Söylediğin gibi çok farklı dönemler, ideolojik bakışlar ve üslup arayışları var. Tito döneminde Yugoslavya’da bazı şeyler yasaklanıyor. Çok mutlu insanlar vardı. Şu anda Türkiye’de olduğu gibi. Sağlıklı bir toplumduk. Pozitif bir enerji vardı. Her şey aydınlık idi. Eski Yugoslavya bunu şart koşuyor gibiydi. Tito da mutlu idi. Fazla fakirlik yoktu. Öte yandan zenginlik de çok alışılmış bir şey değildi. O dönemde ülke tarihinin en önemli sinema filmleri bu akım altında verildi.

        Üretilen eserler, alegorik, gerçeküstücü, deneysel, sivri dilli, absürt ve kara mizahla dengelenen cins ve ayrıksı filmlerdi hakikaten. Kimi zaman sansasyonel, kimi zaman sanatsal denebilecek, halen ne anlattıkları tartışılan yapıtlar, bence hem söylemleri hem de yapılarıyla yaratıcı bir yol açtı.

        Doğrudur. Ben de neyse ki Zivojin Pavlovic’in filmlerinde oynadım. Bir rejim eleştirisi vardı. Ama buna da sansür uygulanıyordu. Bu akımın ruhundaki en kilit yaklaşım bu idi aslında bence.

        Bana kalırsa Makaveyev’in “Sweet Movie”si o dönemin ruhunu yansıtan en belirgin başyapıtlardandır.

        O filmin başrolü için Makavejev beni düşünüyordu. Ama bir anda yapımcı Fransız bir oyuncu istedi. Bu sebeple oynayamadım. Bu konuda çok üzgünüm. Bence o süreç Balkanların en verimli dönemiydi.

        Zaten elinizde bir politik veya sosyal damar olursa anlatacak şeyler ortaya çıkıyor. Bu sebeple gelenek dahi oluşturmayan ülke sinemaları da var. 90’ları ve o yılları saymazsak sizin bölgenizde bir tek Emir Kusturica isim olarak öne çıktı. Onun da ilk dönemi daha bir değerliydi. Ama tabi Çek Yeni Dalgası’nın çıkarttığı Jiri Menzel’in ‘taşlama’ eğilimli komedileri de kültürel bir kol açtı.

        Evet Kusturica’nın filmlerinde de oynayamadım.

        Sizin oynayabileceğiniz rollerde genelde Miki Manojlovic tercih ediliyordu.

        Doğru.

        “OYUNCULUK İÇİN STAR IŞILTISI YETERLİ”

        Biraz da Hollywood’da bahsedersek 70’lerde oyuncu eğitmenliği yaptığınızı biliyoruz…

        27 yaşında sahnede Hamlet’i oynarken yönetmenim bunu önerdi. Ben de öğrencilerle vakit geçirmenin bana katacaklarını da düşünüp kabul ettim. Özel bir enerji anlamına geliyor bu durum. 2000’de bir tiyatro açtım. Şimdilerde Riejka’da İngilizce eğitim veriyorum.

        Birçok kuşaktan oyuncu ile çalıştınız. Clint Eastwood, Morgan Freeman, Christian Bale, Michael Caine, Vanessa Redgrave belki oyunculuğu tartışılmayacak isimler. Ama Brad Pitt ve Tom Cruise bu konuda her daim yeteneklerinden şüphe edilen kişilerdir. Daha ziyade ‘yıldız’ olarak görülüp küçümsenirler.

        Cruise ve Pitt iyi oyuncu bence. Bu konudaki tartışmalara anlam veremiyorum. Hollywood’u küçüksemeyin. Onlardan Hollywood’da gibi yapmaları, star ışıltısı yaymaları isteniyor. Bu da bir kitle getiriyor. Ama bu gibi isimler, ‘gerçek insan’ı oynadıklarında başarılılar. Esas püf noktası bu sanki.

        Doğru Cruise’un “Manolya” (“Magnolia”, 1999) performansı gibi.

        Evet “Yağmur Adam” (“Rain Man”, 1988) ve “Yeni Bir Başlangıç” (“Jerry Maguire”, 1996) da var. Pitt’in de öyle rolleri çıkar.

        Ben bizzat “Kazanma Sanatı” (“Moneyball”, 2011) ve “Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi”nde (“The Curious Case of Benjamin Button”, 2008) iyi oynadığını söyleyebilirim.

        Doğru, John Wayne de kahramanımdır. O da karizmasıyla, cüssesiyle kendini yaşatmıştır. Bir oyuncunun ayakta durabilmesi için böyle bir karaktere bürünmesi şart.

        Tamam onları es geçtik diyelim. Ama daha ikinci seviyedeki isimler söz konusu olduğunda, örneğin Arnold Schwarzenegger ve Channing Tatum’un adı geçtiğinde nasıl bir yorumda bulunursunuz?

        Arnold da cüssesiyle bazı şeyleri halleder. Beden dili de oyuncunun parçalarından biri olmalı. Eğer böyle bir mizacınız ve alışkanlığınız var ise buna duygu katmalısınız.

        Bence o, Wayne’in sahne kimliğini aksiyon dünyasına uyarlıyor.

        O konuda tartışmam. Western hayranıyım, Wayne’i yedirtmem. Zaten şapkamı da gördün, kovboy şapkası. Western demişken bir gün menajerim “Görevimiz Tehlike II”nin setindeyken aradı, ‘hayallerin gerçek oluyor’ dedi. ‘Niye?’ diye sordum. ‘Kovboylar’ (‘Cowboys’) filminden teklif aldın dedi. Ya da ben çok sarhoştum öyle duymuşum. Eastwood ile western’i bağdaştırmışım. Halbuki sonrasında projenin “Uzay Kovboyları” olduğu çıktı ortaya. Tam bir şok yaşadım! Aynı şey bir kere “South Pacific”in setindeyken olmuştu. Gene Hackman –ki hayranıyımdır- ile karşılıklı oynayacağım bir rol teklifi geldi. Meğer ona fazla gözükmeden bir savaş suçlusunu canlandıracakmışım. Kabul etmedim.

        Bir anti-westen örneği olsa da Cronenberg’in “Şiddetin Tarihçesi”nde (“History of Violence”, 2005) William Hurt veya Ed Harris’in karakterlerini siz canlandırabilirdiniz.

        Onu bilmiyorum. Aslında Hollywood yıldızlarının da farklı metotları var. Sözgelimi Val Kilmer, “Aziz”in setinde benle hiç konuşmadı. Selam bile vermiyordu, günaydın demiyordu. Her şey Amerikan sisteminden kaynaklanıyor imiş meğer. Filmdeki iyi adam ile kötü adamı buluşturmadı. Çekimlerden sonra ise ‘düşmanımdın o yüzden öyle davrandım kusura bakma’ dedi. Ben de ‘telaşlanma, ben zaten genç oyuncularla çalışmayı severim’ diye cevap verdim.

        Val Kilmer’ın kariyeri de çok şanssız gitti.

        Evet kilo aldı ve iyi roller yakalayamadı. Oluyor öyle şeyler.

        Not: Fotoğraf için Taner Çetintaş’a teşekkür ederiz.

        Diğer Yazılar