Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        7 ŞUBAT FİLMLERİ

        Scorsese’nin en uzun filmi “Para Avcısı”, aynı zamanda sezonun en tartışmalı eserlerinden biri olmaya aday. “Borsa”nın kurmaca Gordon Gekko’sunun sinemada temsil bulduğu 80’li yıllarda yaşayan broker Jordan Belfort’un gerçek hikayesini, ustalıklı görsel hamlelerle, cinsellik oranı yüksek sahnelerle, ince bir mizahla ve küfürlü diyaloglarla onarıyor. Film, bu açgözlülük, hırs, kargaşa ve gürültüden beslenen dünyanın, seks ve uyuşturucu bağımlılığına yol açtığına dikkat çekiyor. Yaşasaydı Pasolini’nin gurur duyacağı bir biyografik filme dönüşüyor.

        New York’un altını üstüne getirmesiyle, şehirle sinemasal olduğu kadar duygusal da bir bağ kurmuştur Scorsese. 20. yüzyıl, 19. yüzyıl, gece saatleri, arka sokaklar fark etmeksizin bu bir aşktır. Ama bir hayli karamsar, melankolik ve hatta zaman zaman paranoyak bir ilişkidir onunkisi. Ana karnından başlayan ve bir türlü ‘göbek bağı’nı koparamayan bir temastır adeta. Bu sevginin patikası, aşkın aynı heyecanla ömür boyu sürmesinden ziyade bireylerinin sürekli başka bir heyecan aradığı modern bir evliliğe açılmıştır sanki.

        SEFAHAT DÜNYASI HİCVİ

        “New York Çeteleri”nin (“Gangs of New York”, 2002) geçmişle günümüz arasında köprü kurarken yüzyılların sonlarını erime efektiyle bağlayan unutulmaz kapanış sekansı halen akıllardadır. Büyük eyaletin metropolleşirken geçirdiği aşamaları resmetmeden zaman atlaması yaparak adeta Eiseinstein’ın ‘yaratıcı coğrafya’ tekniğine ya da ‘zaman yolculuğu’ kavramına benzer bir etki yaratmıştır. Yönetmen, “Para Avcısı”nda (“The Wolf of Wall Street”, 2013) da bir anlamda artık suçun arkadan iş çevirerek, yolsuzluk yaparak, borsacı/broker dolandırıcılığıyla uygulandığına odaklanıyor. 1920’li, 1930’lu yıllarda popülerleşen, şiddet eğilimli gangsterlikten ziyade suçun kafa çalıştırarak canlanabileceğine ince mizah içeren bir ambalajı uygun buluyor.

        Bu mizah çoğu zaman absürd durumlardan ve suçtan geliyor. Bildiğimiz kara komedi damarına teğet geçiyor. Ama bir zenginler, güç ve sefahat dünyası hicvine kadar uzanmayı ihmal etmiyor. Asla “Arka Sokaklar”daki (“Mean Streets”, 1973), “Sıkı Dostlar”daki (“Goodfellas”, 1990), “Casino”daki (1995) kendini ciddiye alma yok. Gangster tiplemeler de geçmişte kalan anılardan çıkagelip ‘ce’ yapmıyor. Filmin içinde geçtiği gibi Gordon Gekko zekasıyla çalışan, şiddet uygulamadan, ağzı laf yaparak kötücüllüğünü açığa çıkaran adeta arsız, bencil ve açgözlü karakterler karşımıza çıkıyor.

        1985’TEN SONRA KABUK DEĞİŞTİREN BİR KARİYER

        Scorsese, ‘Küçük İtalya’da başladığı kariyerinde bir anlamda iyi kalpli kötü adamların, şiddet eğiliminde bulunan Amerikalıların arasına sızdı. Solcu, alt-orta sınıfa mensup tiplemelerin yaşamsal arayışlarını yansıttı. Bunu yaparken çok ileri düzey bir biçimcilik veya çok ileri düzey bir diyalog baskınlığı salgılamadı. Hep orta yolu bularak ilerledi, açı-karşı açı tekniğini öne çıkararak, hikayesini nasıl resmedeceğini planladı, bu doğrultuda bir kimlik oluşturdu.

        Belki “Taksi Şoförü” (“The Taxi Driver”, 1976), “Kızgın Boğa” (“Raging Bull”, 1980), “Arka Sokaklar”, geriye bakınca ‘Scorsese’ etkisi bırakma konusunda kilit filmler. Hatta 1985’te “Geç Saatler”den (“After Hours”) sonra birine ‘Scorsese biyografik filmler ve dönem filmleri üzerine bir kariyer inşa edecek’ desek, ‘kafayı mı yedin, adam bağımsız ruhlu, Godard ve Welles seviyor. Böyle bir şeyi nasıl yapar, “New York New York” sadece kişisel bir tesadüf!’ diye bize fırça atardı.

        SUÇLU HİKAYELERİNDEN KOPMADI

        Ama görüldüğü üzere yönetmen, ya yaşlanması, ya özgüven yüklemesi yapması, ya büyük bütçelerle çalışmasıyla günümüzde geçen hikayeleri çok umursamıyor artık. İşin doğrusu sinema ve New York aşkını düşününce “New York Çeteleri”, “Göklerin Hakimi” (“The Aviator”, 2004) ve “Hugo” (2011) belki evet. Ama “Kundun” (1997), “Günaha Son Çağrı” (“The Last Temptation of Christ”, 1988), “Zindan Adası” (“Shutter Island”, 2010) ve hatta “Masumiyet Yaşı” (“The Age of Innocence”, 1993) hiç de ondan beklenen işler değildi.

        Peki olaya başka bir tarafından, ‘Scorsese bunlara ne kattı?’ sorusunu ışığında bakarsak nasıl sonuçlara açılıyoruz? Aslında bambaşka bir çerçeve çıkartmak mümkün. Yönetmen, ilk döneminde çığır açmasına bağlanan 70’lerin ‘Yeni Hollywood’ geleneğinden artık kopmaya başladı. Bir ambalaj oluşturmak, bir model inşa etmek, bir estetik his katmaktan ziyade perdede hangi dönemin nasıl bir görsel görünüm yaratması gerektiğine kafa yormaya başladı. Herkesin auteur teorisiyle ilerleyip sinemadaki vizyon yüklü bakışların artmasıyla çağa ayak uydurdu. Ama suçlu hikayelerini anlatmayı sürdürdü.

        MİZAH VE CİNSELLİK YÜKLÜ BİR BROKER BİYOGRAFİSİ

        “Para Avcısı” (“The Wolf of Wall Street”, 2013) mizah ve cinsellik yüklü bir broker biyografisi olarak anılacak. ‘26 yaşına bastığım gün 49 milyon dolar kazandım ve bu beni uyuz etti çünkü haftada bir milyon dolar kazanabilmem için yalnızca üç milyonum eksikti’ diyen bir zenginliğe, güce bağımlılıktan çeken, hedonist, hırslı ve egoist bir karakterin öyküsü. Babasının yanında çıkışa geçen, bir anlamda sınıfsal yükselişle anılan bir milyoner Jordan Belfort. Aynen “Muhteşem Gatsby”de (“The Great Gatsby”, 2013) yine DiCaprio’nun canlandırdığı Jay Gatsby gibi... Ama 20’ler ile 80’ler arasındaki dönemsel farklılıklar, Luhrmann ile Scorsese’nin değişken algılarıyla da bütünlenince iki nevi şahsına münhasır ‘kaymak tabaka’ temsili izliyoruz.

        Scorsese, “Borsa” (“Wall Street”, 1987), “Çalışkan Kız” (“Working Girl”, 1988), “Amerikan Sapığı” (“American Pyscho”, 2000), “Kazan Dairesi” (“Boiler Room”, 2000), “Aile Babası” (“The Family Man”, 2000), “Cosmopolis” (2012), “Oyunun Sonu” (“Margin Call”, 2011) gibi 1990’lardan sonra sayısı artan borsa simsarlığıyla ilgili filmlere bir ekleme de kendisi yapmış. Özellikle de Oliver Stone’un bunlardan ilkiyle kurduğu usta-çırak illişkisi ve Michael Douglas faktörü halen akıllarda. Onun sert müdahaleyle değil de ağzı laf yaparak insanları elinde oynatması unutulmadı.

        60’LARIN ÖZGÜRLÜKÇÜ DÜNYASINI AKLA GETİRİYOR

        Burada ona da göndermede bulunan yönetmen 1980’lerin sonunda geçen bir gerçek hikayeye odaklanıyor. 1987’de ‘Wall Street’te yaşanan krizin yol açabileceği ‘orantısız zenginlik’e ve ‘sınıfsal kaymalar’a dikkat çekiyor. 180 dakikalık süresiyle de bir anlamda zamansal atlamalardan arınmak için her şeyi yapıyor. İlk kez “Paramparça ‘Aşklar-Köpekler’” (“Amores Perros”, 2000) ile çıkış yapan Rodrigo Prieto’yu yanına alan Scorsese, onun katkısıyla aslında soluklaştırılmış gösterişli renklerden güç alıyor. Yapay ışıkları da renk paletini daha dolgun kılıp, ‘rengarenk’ bir dünyadan uzak durmak için kullanıyor. Donuk kareler, yavaş çekim tekniği, sıçramalı kurgu, vinç kaydırmaları gibi araçları da aralara ‘özgürlükçü hamle’ niyetine sokuyor.

        Sanki 60’larda ‘uyuşturucu, seks ve rock’ işlevini dolduran eserlerdeki karşıt kültür temsillerine geri dönüyor. Bir anlamda da “Soygun ve Aşk”taki (“Boxcar Bertha”, 1972) 1930’larda geçen bir katil aşıklar filmine şiddetin yanına yüksek çıplaklık ve cinsellik oranını da ekleyen, anadan üryan sahnelere alan açan yaklaşımını hatırlatıyor. İçsesin işlevselliğiyle dikkat çekerken su gibi akan anlatı bu içeriğe bel bağlıyor. “Geç Saatler”in de ‘kara komedi’ arzulu omurgası bunun üzerine ‘tonsal’ açıdan yerleştiriliyor.

        PASOLINI’NIN GURUR DUYACAĞI BİR FİLM

        Pasolini’nin gurur duyacağı bir biyografik film böylece yanı başımızda canlanıyor. Cinsel yozlaşmanın ve uyuşturucu bağımlılığının üzerine giderken ‘zihinde kaybolma’ gibi çok sık başvurulan klişe bir numaraya girilmiyor. Aksine parti, grup seks, cinsel fantezi, mastürbasyon ve aşırı çıplaklık gibi kavramlar etrafı donatıyor. Tartışmalar yaratan üstadın, “Dekameron” (“Il Decameron”, 1971), “Canterbury Öyküleri” (“I Racconti di Canterbury”, 1972) ve “1001 Gece Masalları”ndan (“Il Fiore Delle Mille e Una Notte”, 1974) oluşan Hayat Üçlemesi’nde önceki yüzyıllara açılan erotik öyküler, adeta 1980’lerin Amerikan burjuvazisinin arasına sızıyor.

        Scorsese belli ki ‘borsa simsarı’ ya da ‘broker’ tiplemelerin hikayelerinde cinsellik ve uyuşturucu bağımlılığının filmini çekmek istemiş. Gücün, ikiyüzlülüğün, hırsın insanları kullanmaya, aşırı hazcılığa ulaştığı noktayı gözler önüne sermiş. Özellikle kimi sahnelerde kargaşanın, gürültünün ‘iş kolunu yansıtma’ adına devreye girmesi de aslında ‘özel hayat’ın kokuşmuşluğunun özünü ortaya koyuyor.

        ARAYA YATIŞTIRICI REKLAM ARALARI

        Genelde geniş açı objektifler, dar tavanlı ofisi bir ‘seks yapma, kargaşa ve uyuşturucu kullanma’ alanına çeviriyor. Ama öte yandan Prieto’dan teleobjektife yakın bir mercekten vinç kaydırmaları isteyen yönetmen, özellikle uçaktaki grup seks sahnesinde çok yetkin... Buna zeki hareketten kesme ve sıçramalı kurgu teknikleri de eklenmiş. Bu bölümler ‘cinsellik oranı’nı abartarak, Belfort’un çapkınlığının ötesinde bir zevk alma süreci yaratmış. Seks komedisi de zaman zaman içeri sızmış.

        Bunun yanında ‘tam ekran reklam araları’ ile “RoboCop”ta (1987) Paul Verhoeven’ın reklamlı TV estetiği anlayışına yanaşmış. Bu durumun da bencilliği devreye sokarken, yat reklamından Wall Street gerçeğine uzanan 3-4 planlı uygulama ile canlandığı kesin. Öte yandan özel hayat ile iş yaşamındaki kargaşayı sakinleştirme işlevi gördüğü söylenebilir. Bu da filmin değerini yukarıya çekerken yönetmende şiddetin yerine seksin geçtiği özel bir eserin üzerine basmamızı sağlıyor.

        MODERN BİR SUÇ KRALLIĞI

        “Para Avcısı”, “Casino” ve “Sıkı Dostlar”ın ‘suç krallığı patronu’ yansıtma algısını da görmezden gelmiyor. Onların ana karakter koltuğundaki De Niro’nun yerine burada DiCaprio geçerken, eski meslek gangsterliğin yerini ilkindeki ‘kumarhane patronu’ndan sonra ‘borsa simsarı’ alıyor. Böylece bir başka ‘suç krallığı’ ile yamacımızda canlanıyor. Ancak yüksekte olma mevzusu “Baba” (“The Godfather”, 1972) misali doruk yapmazken, her şey özgürlükçülüğü öne çıkmayan tek flashback ile halledilmiş. Ufak iz bırakan makyaj efektleri de anlamlı durmuş.

        Ancak filmin 140 ila 170. dakikalar arasında bütün özgürlükçü ve akıcı duruşuna karşın bir temposal düşüş yaşadığı net. Bu da yara almasını, biraz gerçek öyküyü ‘muhafazakar mı?’ tartışmalarıyla bağlamasını sağlıyor. Scorsese adına ise “Taksi Şoförü” ve “Arka Sokaklar”da ‘stüdyo’ nesnesi olarak yaptıkları, şiddeti ve stili vurgulama hassasiyeti, burada da seks ve uyuşturucu bağımlılığına cüretkar bir yaklaşımla canlanıyor.

        HEDONİZM, BENCİLLİK VE GÜÇ HASTALIĞINDAN ARINMAK ZOR!

        Belfort’un Gekko ile ilişkisi bu bağlamda bir yere otururken, “Cosmopolis”in Eric Packer’ı ile ‘kardeş’liğini de gözden kaçırmak mümkün değil. Burada Pasolini’nin 70’lerinde gördüğümüz çoklu ilişki çıkaran cinsel yozlaşma tabloları ise sanki limuzine sıkışan bu ikinci tiplemenin ‘seks’ ile kurduğu ‘soğukluk’u alıp götürüyor. Oradaki “Taksi Şoförü” etkili ‘kara film’ uygulaması ise burada yok. Öte yandan aşk ve evlilik gibi kavramlardan uzak durmak bilinçli bir kopukluğa yol açıyor.

        Bu doğrultuda zihinsel açıdan ‘hayal mi, gerçek mi?’ sorusunu sormak mümkün olamıyor. Ama ‘bir yazının flulaşması efekti’ gibi ufak tefek zihinsel hamleler aslında kafa yapısını anlatma adına değerli. Film, gücün, bencilliğin, zenginliğin, hedonizmin, hırsın insanları ‘hastalık’a, ‘bağımlılık’a sürüklediği gerçeğini tüm çıplaklığıyla yüzümüze vuruyor. Bu hastalıktan kurtulmak, kargaşadan arınmak, seks-uyuşturucu bağımlısı olmamak ise ancak etrafta olup bitenlere, para düzenine, kapitalist sisteme karşı çıkmakla mümkün olabilir!

        FİLMİN NOTU: 6.9

        Künye:

        Para Avcısı (The Wolf of Wall Street)

        Yönetmen: Martin Scorsese

        Oyuncular: Leonardo DiCaprio, Margot Robbie, Jonah Hill, Matthew McConaughey, Margot Robbie

        Süre: 180 dk.

        Yapım yılı: 2013

        BİR FENOMENİN YAPIM AŞAMASI

        Fenomene dönüşen “Mary Poppins”in yazım ve yaratım aşamasını ele alan, Walt Disney ile P.L. Travers’ın ilişkisini gözler önüne seren “Mr. Banks”, Hollywood büyüsüyle yaşayan seyirci için biçilmiş bir kaftan. Emma Thompson ile Tom Hanks’in güç verdiği bu Hollywood bireylerinin etkileşimi de tüm detaylarıyla büyük bir keyifle izleniyor. Ancak eser, sanki uzun süresine de tesir eden, geleneksel biyografik film kalıplarını ağdalı haliyle inatla kullanma arzusundan çekiyor gibi.

        Ülkemizde “Gökten İnen Melek” (1964) adıyla bilinen ‘Mary Poppins’, zamanla fenomene dönüşmüş masalsı bir aile filmi, fantastik bir müzikal ya da live-action animasyon filmdir. Sihirli güçleri olan bir dadının mutsuz bir aileyi ayağa kaldırmasını ele alan eser, geleneklerine bağlı, henüz modern döneme ayak uydurmamış İngiliz ailesini de eleştirmeyi ihmal etmemiştir. P.L. Travers’ın metninden Robert Stevenson’ın sinemalaştırdığı yapıt için, ‘Nanny McPhee’ ve ‘Harry Potter’ gibi serilerin fikir babası demek doğrudur. Tabii ‘Mary Poppins’in markasının zamanla tiyatro müzikaline dönüşüp Disney’in mucizeler fabrikasında kendine yer bulması da ayrı bir durumdur.

        YAPIM-SENARİST İLİŞKİSİNE KEYİFLİ YORUM

        Burada ise 1964’te sinemaya uyarlanan klasiğin iç çamaşırlarında ‘sinema sinemaya bakıyor’ cümlesini yerine getiren bir yolculuğa çıkıyoruz. Avustralyalı romancı P.L. Travers’ın 1934’de çıkardığı ile roman, bir anlamda çocukların rüyalarını süslemişti. “Mr. Banks” (“Saving Mr. Banks”, 2013) ise Walt Disney ile Travers’ın, bir yapımcı ile bir senaristin ilişkisini perdeye aktarıyor. Hollywood’un çok sevdiği ‘metafilm’ (‘film içinde film’) denemelerinden birine imza atıyor. Ancak bu sefer senaryonun yazım aşaması ana çerçeveye dönüşüyor.

        Yönetmen John Lee Hancock, “Kör Nokta”daki (“The Blind Side”, 2010) gibi efektlerden, yüksek tempodan çok felsefeyle, insanilikle ilgileniyor. Avustralya’da Travers’ın çocukluğunda yaşadığı ‘dadı’ korkusunu, Rachel Griffiths’in de katkısıyla günümüze parçalar atarak anlamlandırıyor. Bu hikaye kurgusuyla oynama arzusu fazla uzun sürmeden hemencecik filmin yapım aşamasına odaklanıyoruz.

        HOLLYWOOD’LA İLGİLİ HİKAYELER NASIL OLUNCA SATIYOR?

        Aslında 2.35:1 çekilen eserin, onca ince referansla ilerlemesine karşın ‘klasik biyografi’nin ağdalı tonuna yaklaştığı kesin. Bu da Kodak Tiyatrosu’nun helikopter kamera ile çekilip görkemli hale getirilememesi başta olmak üzere karşımıza kaçınılmaz bir ‘TV ekranına sıkışma’ duygusu getiriyor. “Hitchcock” (2012) ile benzer zaafları doğuruyor. BBC Films’in bu konuda manidar duran katkısı, “Uyuyan Prens”ın (“The Princess and the Showgirl”, 1957) iç dünyasını anlatan vasat “Marilyn ile Bir Hafta”yı (“My Week with Marilyn”, 2012) da akla getiriyor çokça.

        Elbette geçmişte Hollywood’la ilgili gerçek hikayeleri perdeye uyarlamak daha çok satıyordu. Günümüzde ise ‘anti-bakışlar’, bir “Barton Fink” (1991), bir “Oyuncu” (“The Player”, 1992), bir “Mulholland Çıkmazı” (“Mulholland Dr.”, 2001) daha kalıcı, ufuk açıcı olabiliyor. Ancak burada Thompson ile Hanks’in çekişmesi adeta doyumsuz!

        SİNEMANIN BÜYÜSÜNE KAPILACAKSINIZ

        Thompson, Travers’ın titiz, iğneleyici ve aksi tiplemesini, müthiş bir mimik detaycılığıyla perdeye aktarıyor. Kariyerinin en kalıcı performanslarından birine imza atıyor. Hanks ise başroldeki ‘bir türlü aşılamayan mizaç’ının dışına çıkıp belki de yan rol oyuncusu olduğunu ispatlıyor. Walt Disney için yanaklarından alnına kadar detaylandırılan makyaj çalışması, ona büyük bir inandırıcılık katıyor. Yapımcı-senarist ilişkisinde ise ‘yazım aşaması’ üzerinden ilginç anlar sinemaya miras bırakılıyor.

        Bu durum karşısında arkamıza çekilmek ve sinemanın büyüsüne kapılmak şart hale geliyor. Travers’ın, kendisine Pamela diye hitap edilmesinden duyduğu hoşnutsuzluktan filmin ‘animasyon’ bölümlerinin yarattığı tartışmaya, senaryo yazım aşamasına itirazından Mr. Banks’in çizimine verdiği ‘bıyıklı olamaz!’ tepkisine kadar her şey içimize işliyor. Bu kısımlar keyifli.

        İNANDIRICI OLMAYAN ŞEYLER VAR

        Ancak beyaz perde tecrübesizi Kelly Marcel-Sue Smith ikilisinin senaryosunun yol açtığı zaaflar, Avustralya kısmında filme zarar veriyor. Orada bir ailenin içine ‘dadı’ girme meselesi çok detaycı ve ilginç değil. Sanki sallapati doldurulmuş izlenimi yaratıyor. Daha ziyade Disney’in yaptıklarının ufak bir kopyası olarak dikkat çekiyor film. Bu konuda da seyir zevki veriyor çoğu zaman.

        Ama elbette Disney’in bir yazarın kapısına gidecek kadar alçakgönüllü olduğuna çok inanmıyoruz. İki saati aşkın süre de ‘biyografik film’in geleneksel kalıplarını çekiştire çekiştire basmakalıp hale getiriyor. Öyle ya da böyle sinefiller için perdede görülenlerin tamamı bir büyü, bir masal, bir canlılık anlamına geliyor. Bazen sadece sinemanın büyüsüne kapılmak yeterli değil midir?

        FİLMİN NOTU: 5.5

        Künye:

        Mr. Banks (Saving Mr. Banks)

        Yönetmen: John Lee Hancock

        Oyuncular: Emma Thompson, Tom Hanks, Colin Farrell, Paul Giamatti, Jason Schwartzman

        Süre: 126 dk.

        Yapım yılı: 2013

        KARAKTERLERE BİR OKSİJEN TÜPÜ ŞART

        Ülke sinemasının çok sevdiği kırsal kesimde hayatları kesişen bireylere odaklanan “Daire”, hedefini mistik ve atmosfer yüklü bir görsel yapıya ulaşmak olarak koyuyor. Ancak yeteneksiz yönetmeni sebebiyle, ‘göstermelik minimalist kareler’, ‘post-prodüksiyonda çabucak halledilmiş sinematografi’, ‘balık gözü/geniş açı objektifler’ ve ‘oksijen tüpü ihtiyacı çeken karakterler’in yapaylığıyla akıllarda kalabiliyor. Bu da ister istemez son dönemde sayısı iyiden iyiye artan ‘kopyala-yapıştır minimalist filmler’in arasına bir ekleme daha gelmesini sağlıyor.

        Günler geçtikçe deneyimli minimalist yönetmenlerimizin olgun işlerinin geleneğini yönetmenlerin sayısı daha da artıyor. Pelin Esmer, Cemil Ağacıkoğlu, Muzaffer Özdemir derken Atıl İnaç da bu yolun yolcusu. “Daire”, bir havaalanına komşuluğu sebebiyle diken üstünde duran bir kasabada üç kayıp ruhu merceğine alıyor. Ancak bu zorlu sürecin altından kalkamıyor.

        BALIK GÖZÜ OBJEKTİF NİYE VAR?

        Fatih Al ve Nazan Kesal’ın etkileşimi Erol Babaoğlu’ndan fazla beslenmiyor. Aksine aradaki ilişkinin ‘aşk mı, dostluk mu, zorunluluk mu?’ noktasına doğru ilerlemesi semboller ve mistisizm ile karşılık buluyor. “Büyük Oyun”da (2011) festival kitlesi için de üretim yapmak istediğini kanıtlayan İnaç, belli ki bu konuda başarılı değil. “Kolpaçino” (2009) ile en azından Şafak Sezer’i iyi kullanması ve esprilere dokunmamasıyla bir işçilik, memuriyet becerisi göstermişti.

        Ancak o İran usulü politik-gerilim ya da intihar bombacılığı filmindeki ‘ağırlık’ı ve ‘uzun planlar’ı kaldıramama, bünyesine geçirememe sorunsalı burada da aynen var. Tek fark ise Tarkovsky geleneğini akla getiren bir yaklaşımın canlanması. Hayk Kirakosyan’dan güç alan atmosfer becerisi, renkleriyle doyuruyor. Ama inadına takılan balık gözü objektif, fıçılamaya yol açtığı anlar ve şık dış görünüş haricinde ne işe yarıyor tartışmalı.

        RUHSUZLUK VE HESAPLILIK ÇOK BARİZ

        Zira sanki karakterleri bir köşeye koyup arada milimetrik olarak hesaplanmış bir mesafe bırakma arzusu kaçınılmaz bir mekaniklik getiriyor. Bu yapma minimalizm de işin doğrusu nefes almayan karakterler doğuruyor. “Bizim Büyük Çaresizliğimiz”de (2011) test bile edemediğimiz Fatih Al, burada da yoldan geçerken kazara sete düşüp kendi kendine söylenen bir tiplemeye can veriyor. Nazan Kesal ise ne kadar didinse de başarılı olamıyor. Al ile herhangi bir kimya yakalayamıyor. Kadrajlarda yerleştirildiği köşelerde ‘heykellik’ yapmak durumunda kalıyor.

        Sanki yönetmen, tempoyu ağırlaştırmak, sanat yapmak isterken uçurumdan aşağı yuvarlanmış. Mistik dünyadaki sahnelerde ise tavizsiz yapaylık filmi ‘sanatsal çöp’e kadar götürüp getiriyor. Kırsal kesimde köşeye sıkışan karakterlerin moda olması burada da var. Ama mesele karakterleri kesiştirmek olunca beceri göremiyoruz. Korkusuzluk ve ruhsuzluk sanki “Daire”nin birkaç beden büyük bir elbiseye sığmamasına yol açıyor.

        MİNİMALİZMİ ŞOV DÜNYASI OLARAK GÖRÜYOR

        Film, büyük oranda açılış ve kapanış sekansını bile bağlamadan, sadece kaliteli gözükmek için jenerikleri planlayan mekanik bir dolaşımın kurbanı. Kirakosyan’ın onca emeği ise kurgu masasında kalmış, oradan yapay bir kıyafet giymiş bir eserle yüzleştiriyor bizleri. Filmin içine girmeden, şov yapmak için ‘geniş açı objektif’ler veya ‘balık gözü objektifler’le çekilmiş, bir veya iki tarafı boşluklu ‘yalnızlık’ çeken tiplemeler görüyoruz. Onların imalı bakışlarının yanı sıra sanki kadrajın ‘mesafe’yi açan bir bölgesine ‘heykel’ gibi durması için yerleştirildiği hissediliyor.

        Zaten İnaç’ın bu konuda alışkanlığı olmaması, yardım edilmezse yere yığılacak 2-3 aylık bir bebeğin emekleme dönemini akla getiriyor. Yönetmenlik koltuğunda, belki Tarkovsky demek biraz abartı olur ama deneyimli bir göz gerekiyor. 90’larda ve 2000’lerin başında çıkmış Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Yeşim Ustaoğlu, Semih Kaplanoğlu ve Tayfun Pirselimoğlu, minimalist sinema konusunda ihtisas yapmış yetkin isimler. En azından onların filmlerini kare kare incelemek, ön çalışmalarına göz gezdirmek daha tutarlı sonuçlar verebilir. Ama onların yaptıkları işler, böylesi ‘ne olduğu belirsiz dışavurumlar’a da yol açıyor maalesef. ‘Başarılı bir görüntü yönetmeni tutarsak her şeyi çözeriz’ diye düşünmek kurtarıcı olamıyor. Toroslar’dan seslenen, daha düşük bütçeli “Öfkeli Çılgın Karamsar Çile”nin (2011) ABD’nin İncirlik Üssü’nün yakınlarındaki bir köyde kullandığı ‘emperyalist sarsılma’ tehdidi, burada ‘kapitalizm sembolü havaalanı’nın vukuatları konusunda mumla aranıyor.

        FİLMİN NOTU: 2.9

        Künye:

        Daire

        Yönetmen: Atıl İnaç

        Oyuncular: Fatih Al, Nazan Kesal, Erol Babaoğlu, Nihat Alptekin, Çağlar Çorumlu, Selen Uçer

        Süre: 104 dk.

        Yapım yılı: 2013

        MUHTEŞEM GÜZELLİK’İ DÜN YAZMIŞTIM

        65 yaşındaki şımarık ve hedonist İtalyan sosyetesi Jep Gambardella’nın, içinden partiler, Collesium, kiliseler, çıplak kadınlar ve müzik geçen öyküsü… “Muhteşem Güzellik”, Fellini’nin sinema tarihinin en önemli başyapıtlarından “Tatlı Hayat” ile oturttuğu film modeline güncel bir yorumda bulunmak istiyor. Bunu yaparken de çok yönlü işitsel yapısı, büyülü kamera açıları, göz kamaştıran kamera kaydırmaları, zarafet yüklemesi yapan barok mimarisi ve sanatlar arası dolaşıma çıkan zengin entelektüel zemini ile gerçeküstücü bir Roma güzellemesine açılıyor.

        FİLMİN NOTU: 7.5

        Künye:

        Muhteşem Güzellik (La Grande Bellezza / The Great Beauty)

        Yönetmen: Paolo Sorrentino

        Oyuncular: Toni Servillo, Carlo Verdone, Sabrina Ferilli, Carlo Buccirosso

        Süre: 142 Dk.

        Yapım Yılı: 2013

        KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU

        12 Yıllık Esaret (12 Years a Slave): 7

        47 Ronin: 3.3

        Arkadaşlar Arasında: 2.3

        Aziz Ayşe: 4

        Bir Hurdacının Hayatı (Epizoda u Zivotu Bereca Zeljeza / An Episode in the Life of an Iron Picker): 3.8

        Bir Vampir Hikayesi (Byzantium): 6

        Bu İşte Bir Yalnızlık Var: 4.4

        Buraya Kadar (This is the End): 4

        Carrie: Günah Tohumu (Carrie): 3

        Çılgın Dersane 3: 1.8

        Çocuk Pozu (Pozitia Copilului / Child’s Pose): 4.2

        Danışman (The Counselor): 5.3

        Dinozorlarla Yürümek (Walking with Dinosaurs): 0.7

        Direniş Günlerinde Aşk (Apres Mai / Something in the Air): 5.4

        Düğün Dernek: 3.9

        Düzenbaz (American Hustle): 4.3

        Erkek Tarafı: Testosteron: 1.8

        Erkekler: 3.5

        Ferahfeza: 4

        Frankenstein: Ölümsüzlerin Savaşı (I, Frankenstein): 5.5

        Geçmiş (Le Passé / The Past): 7

        Genç ve Güzel (Jeune et Jolie / Young & Beautiful): 3

        Gloria: 6.8

        Halam Geldi: 3.5

        Hayatboyu: 7

        Hobbit: Smaug’un Çorak Toprakları (The Hobbit: The Desolation of Smaug): 5.9

        Jack Ryan: Gölge Ajan (Jack Ryan: Shadow Recruit): 2.5

        Kaçış Planı (Escape Plan): 4

        Kadın İşi Banka Soygunu: 2.6

        Karlar Ülkesi (Frozen): 6.2

        Kedi Özledi: 4.7

        Kırık Çember (The Broken Circle Breakdown): 4.8

        Kusursuzlar: 6

        Küf: 6.5

        MC Dandik: 3.5

        Oldboy: 5.4

        Onur Savaşı (Jagten / The Hunt): 5.5

        Ölümsüz Aşk (Ain’t Them Bodies Saints): 5.9

        Özür Dilerim: 2

        Paranormal Activity: İşaretliler (Paranormal Activity: The Marked Ones): 3.2

        Patron Mutlu Son İstiyor: 3.7

        Popüler (Populaire): 6.1

        Ruhlar Bölgesi: Bölüm 2 (Insidious: Chapter 2): 5.8

        Sağ Salim 2: Sil Baştan: 3.2

        Saroyan Ülkesi: 5

        Sen Şarkılarını Söyle (Inside Llewyn Davis): 6.7

        Senin Hikayen: 5.3

        Sev Beni: 4.5

        Sona Doğru (All is Lost): 2

        Sürgün: 2.9

        Şöhret Tepesi (The Canyons): 2

        Tamam Mıyız?: 4

        Walter Mitty’nin Gizli Yaşamı (The Secret Life of Walter Mitty): 4.5

        Yarım Kalan Mucize: 2.5

        Yılın Savaşı (Battle of the Year): 1.6

        Yozgat Blues: 6.5

        Yunus Emre: Aşkın Sesi: 3

        Not: Yıldızlar, 10 üzerinden verilmektedir.

        Diğer Yazılar