Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        ‘Uçakta geçen terör aksiyonu’ tanımının peşine düşerken işin içine cep telefonu teknolojisini de sokan “Non-Stop”, türü 90’larda benimseyen eserleri mumla aratıyor. Liam Neeson’ın B sınıfa uygun yüzünden medet umuyor. Yönetmenin teknik becerisine karşın senaryosuzluğa ve hız eğiliminin bayatlığına takılan eser, görsel açıdan temiz dursa da merak unsurunu, gerilim duygusunu ayakta tutmakta zorlanıyor. Ama eğer özgüven sorunu çeken bir kişiliğe sahipseniz ve sürprizleri çözerek, mantık boşluklarını kavrayarak ve göstermelik gizemi aydınlatarak özgüven depolamak isterseniz, sizi doyurucu bir seyirlik bekliyor.

        Hollywood kariyerine ‘Non-Stop’ başlayan Jaume Collet-Serra, tür sinemasında aranan zanaatkarlardan birine dönüştü kısa sürede. Merak unsurunu kullanma becerisi ve sürprizlerle oynama kıvraklığı ile ‘bilinmeyen’in, ‘gizemli’ olanın peşine düşmeyi alışkanlık haline getirdi. Genelde ‘kimlik arayışı’nı ele aldı. Yeniden çevrim “Mumya Evi” (“House of Wax”, 2005) ve “Evdeki Düşman” (“Orphan”, 2009) gibi zeki korku filmleri, “Goal 2” (“Goal II: Living the Dream”, 2007) gibi iyi çekilmiş bir futbol filmi, “Kimliksiz” (“Unknown”, 2011) gibi becerikli ve Hitchcockyen bir politik-gerilim derken, 90’ların popüler kavramı ‘aksiyon’ kapımıza dayandı. Collet-Serra açısından işçilikte, açı-ölçek dengesinde yine fazla bir sıkıntı yok. Görsellik sinemaskop eğlencesini büyük oranda işletiyor.

        SENARYO SIKINTILI

        “Non-Stop”ın (2014) esas problemi ‘senaryo’da kopuyor. Zaten bahsettiğim eserlerde seyirciyi diken üstünde tutmayı becerirken yerinde hamleler yapan, yönetmenin ta kendisi idi. Ancak senaryosal zafiyetler biraz ‘e yani’ deyişine yol açmıştı. Burada da üç kişilik ama tecrübesiz senaryo ekibi tabiri caizse her şeyi sıfırlıyor. “Kimliksiz”in mantık boşluklarına rağmen sürpriz sonu ‘çekici’ kılan yazım aşaması bile burada yok.

        ‘Havada, seyir halindeki uçağın içinde geçen terör aksiyonu’ tanımı bir anlamda 90’larda moda olan bu kapalı alanın kullanımlarını akla getiriyor. Belki ‘tren’ damarlı “Kassandra Geçidi” (“The Cassandra Crossing”, 1976) hız ve dar alan mantığında önemli, kilit bir eserdi bu konuda. Ama “Passenger 57” (1992), “Kritik Karar” (“Executive decision”, 1996), “Hava Kuvvetleri Bir” (“Air Force One”, 1997), “Turbulans” (“Turbulance”, 1997) gibi çoğunluğu terörle, dış mihraklarla haşır neşir yapıtlar, o on yıllık dilimde fazlaca can yakmıştı. En azından heyecan dozajını arttırmış, adrenalin depolamıştı.

        “ZOR ÖLÜM 3” İLE AKRABALIK GERÇEKÇİ Mİ?

        O zamanlar piyasada olan John McTiernan, Renny Harlin, Jan de Bont gibileri A sınıf filmlerden elini ayağını çektiğine göre artık ortada bakacak, işlenecek bir şey de kalmamış gibi. Zaten film, bu yavanlıkla başlıyor. Sinemaskop oranında Hollywood seyirliğine İspanyol görüntü yönetmeni ve Amerikalı kurgucusu ile odaklanıyor. Liam Neeson ile Collet-Serra’nın ikinci birlikteliği de bir gizem yükleniyor.

        Bunu ise ‘cep telefonu’ üzerinden yapıyor. Teknolojik bir terör aksiyonu olarak yönünü belirlese de aslında merkeze bir ‘hava polisi’ni yerleştiriyor. “Non-Stop”, onun çok can yakacak kafa karışıklığını, akıllı telefonuna gelen SMS mesajları üzerinden işliyor. Seyirci ise gerilime ne kadar girebiliyor tartışılır. Her 20 dakikada birini öldüreceğini söyleyen karşı taraftaki ‘ses’, 70’lerin havasında, adabında kalıyor. Sanki “Zor Ölüm 3”teki (“Die Hard with a Vengeance”, 1995) ‘telefon aramalarıyla yol alan aksiyon’ meselesi ‘bayatlık’ aşılıyor.

        90’LARDAKİ İYİ HESAPLANMIŞ İŞLERİ ARATIYOR

        Zira havada, uçağın içinde cep telefonunun çalışması başlı başına yasakken, ortada daha en baştan adı konan bir mantık sorunu var. Bunun ötesinde Lupita Nyong’o, Scott McNairy gibi karakterler ‘öylesine’ yerleştirilmiş gibi. Senaryonun çatısız olması adeta ‘kısa koşuşturmacalar’dan oluşan bölük pörçük bir yapıyı beraberinde getiriyor. Bu durum ‘her şey adamın zihninde mi geçiyor?’ gibi bir şeyle açıklansa da aslında işin özü öyle kolay değil.

        Senaryo matematiğini umursamadan aksiyon filmi bile çekemezsiniz. Her konuda bir planlamanız, bir omurganız, bir ön çalışmanız olmalı. Örneğin 90’larda bu konuda çekilen eserler iyi hesaplanmış işler. Her ne kadar emperyalist yaklaşımlarıyla, politik tutumlarıyla eleştirilseler de heyecanlarına, omurgalarına seyirciyi bağlayabiliyorlar. “Non-Stop” ise “Uçuş Planı” (“Flightplan”, 2005), “Gece Uçuşu” (“Red Eye”, 2005) gibi bir yere kadar zeki ve masum duran, uçakta geçen gerilim filmlerinin tırnağı bile olamıyor.

        MOORE VE MÜSLÜMAN YOLCU NE YAPIYOR ORADA?

        Herhangi bir çaba sarf etmeden “Yeter” (“Enough”, 2002), “Yakın Tehdit” (“Domestic Disturbance”, 2001), “60 Saniye” (“Gone in Sixty Seconds”, 2000) gibi senaryosuzlukta son boyuta ulaşıyor. Perdede yaşananların en iyi ihtimalle bir treatman ile canlandığını düşünüyorsunuz. Filmi izlerken eğer özgüven sorunu olan bir insansanız özgüven doluyorsunuz. Ama mantık boşluklarını, sürprizleri ve dönüşleri çözüp çok akıllı olduğunuzu düşünürseniz, uyaralım bu sizin zekiliğiniz değil. Tam tersine filmin seyirciyi hiç ciddiye almamasıyla ilintili.

        Collet-Serra bir kez daha senaryonun alametlerine diş geçiremezken, politik söylem açısından da bir başıboşluk içinde. Müslüman, terörist görünümlü bir karakterin sanki “Uçuş 93”den (“United 93”, 2006) kopup gelmesi “Non-Stop”a nasıl bir anlam yüklüyor tartışılır. Julianne Moore’un ne yaptığını çözmek mümkün değilken, bunun farkına varan oyuncunun aralarda kaybolup kendini bu ‘zulüm’den kurtardığı da çok açık. Böylece Angelina Jolie’nin “60 Saniye”deki ‘kayıplara karışma’ tutarsızlığını akla getirdiği söylenebilir.

        GİZEM VE MERAK DUYGUSU KONUSUNDA ÇOK ACEMİ

        Zaten bir SMS mesajının uçağa içeriden geldiğini düşünmek başlı başına falso. Filmin 106 dakikaya uzanıp kendini ciddiye alması da bu duruma fazlaca bel bağlanmasını sağlıyor. Ama esasen devri geçen bir formül deneniyor burada. Sorun da orada kopuyor sanki. Karaktersizlik, mantık boşlukları ve milattan öncesinden kalmış klişeler, bir yere kadar idare edebilir.

        Halbuki Collet-Serra’nın iki korku denemesinde türlerin kalıplarıyla oynama ve merak unsurunu kullanma becerisi iyiydi. Son filminde de kendisinin Hitchcock hayranlığından ve türler arası yolculuğundan bahsetmiştik. Ama bu film bir “Kadın Kayboldu” (“The Lady Vanishes”, 1938) gibi olamıyor. Bu konuda “Uçuş Planı”nın ilk yarısını mumla aratırken, ‘uçakta geçen teknolojik aksiyon’ şablonuna tutunma arzusunda ‘uçakta geçen katil yılan filmi’ önermesiyle dikkat çeken “Snakes on a Plane”in (2008) zekasına ulaşamıyor. “Zor Ölüm 3”ü uçağa taşıyıp üzerinden korka korka “Yüz Yüze” (“Face/Off”, 1997) geçirmiş izlenimi bırakıyor.

        FİLMİN NOTU: 3.5

        Künye:

        Non-Stop

        Yönetmen: Jaume Collet-Serra

        Oyuncular: Liam Neeson, Julianne Moore, Scott McNairy, Lupita Nyong’o, Michelle Dockery

        Süre: 106 dk.

        Yapım yılı: 2014

        TARİKATLI CİN FİLMİ

        İyiden iyiye artan kültürel cin filmlerinin bir yenisi, video klip estetiğine meyleden bir estetikle karşımıza çıkarken kurgusu ve görsel efektlerin genel özeni ile parlamaya çalışıyor. “Ammar”, okült korku filmi, şeytan filmi, büyü filmi gibi alt türlerle akrabalık kurarken dine de karşı çıkan evrensel bir korku denemesi. Kimi eksiklerine, tercih hatalarına ve acemiliklerine karşın çabasıyla, iyi niyetiyle ilgiyi hak ediyor.

        Cin meselesi ülkemizde ‘şeytan’ ve ‘büyü’ motifleriyle ilişkilendirilmeye açık bir kavram. Ancak ABD’de tam karşılığı “Kötü Ruh” (“Poltergeist”, 1982) ile açıklanabilir. Cin ya da perilerin etkisi altına aldığı modern bir banliyö evinde geçen eser, Tobe Hooper eşliğinde korku salmıştır. Öte dünyayla ilişkisiyle, metafiziksel dinginliğiyle ve medyum karakteri Tangina’yla değer kazanmıştır. Öteki tanımının yaratımı ve alışkanlıklarıyla ‘fark’ yaratmıştır.

        BİR CİN GRUBUNUN POTANSİYELİNE DAİR

        Özgür Bakar da belli ki Hollywood usulü bir cin filmi çekme arzusuyla çıkageliyor. “Musallat” (2007) ve “Üç Harfliler: Marid”in (2010) geçtiği yollardan geçiyor. Ancak onların ilkindeki Anadolu kültürüyle yoğrulan ‘yöresel’ yaklaşımı bir kenara itip ikincisinin ‘kapalı alanda cin çağırma’ meselesiyle akraba bir konuma oturuyor. Ama Ammar adlı bir cin grubunun, insanların içine giren tehlikeli bir tarikatın üzerine gidiyor.

        “Ammar” (2014), özünde kırsal bir bölgeye gelen bir grup gence odaklanıyor. Girişteki ‘Charon’ göndermesi, alevlenecek düzeye gelen araba derken aslında bu klişe şablonu gözümüze sokmuyor. Aksine özündeki fikrin üzerine gitmeyi seçiyor. Karakterlerin ‘klişe yolculuğu’ ile ilgilenmiyor.

        KURGU VE GÖRSEL EFEKTLER ÖZENLİ

        Özgür Bakar, özellikle Mustara Preşeva’nın kurgusundan ve tutturulan görsel efekt özeninden besleniyor. Cadı veya tarikat lideri kılıklı, “Kötü Ruh”un Zelda Rubinstein’ın canlandırdığı Tangina tiplemesinin yüz hatlarını taşıyan tekinsiz kadın imgesi de zihnimizden eksik olmuyor. Paralel kurgu ile temponun yükselmesi filme bir ‘gizem’ duygusu katıyor. Ancak Burak Kaplan’ın dizi alışkanlığından gelen boyutsuz sinematografisi filme darbe vuran esas öğe oluyor.

        Kaliteli tarafları lehine çeviremeyip genelde başarılı efektlerin yer yer unutulmasına yol açıyor. Sanki “Üç Harfliler: Marid”den farklı bir platform, Amerikan sinemasında paganizm ve şeytana tapınma ile anıldığını bildiğimiz ‘okült korku filmi’yle (tarikatlı korku filmi) canlanıyor. Büyük oranda da “Şeytanın Evi”nin (“The House of the Devil”, 2009) çok yetkin olmayan video klip estetiğiyle çekilmiş versiyonu ya da “Kötü Ruh”un “The Wicker Man”le (1973) buluşmasını izliyoruz.

        HADDİNİ BİLEREK HAREKET ETMESİ AVANTAJ

        “Ammar”, cin filmlerimizin arasında din ile dalga geçmesini bilirken, Amerikan sinemasına göndermeleri de unutmayan şubesi olarak anılacak. Ne Hasan Karacadağ kadar J-horror ve çalma meraklısı, ne de buluntu film denemelerinin anlayışında. Aksine biçimci bir iş Ercüment Vural’ın ezgileriyle, Hayko Cepkin’in şarkısıyla yükselmeye gayret ediyor.

        Aslında müzik kullanımının klişeliği gerilimi yaralıyor. Bakar belli ki iyi niyetli ekibiyle her şeye doğru yaklaşırken, bazı tercihleri yanlış yapmış. Misal Halil Sezai gibi ‘yan karakterler’ için düşünülen isimler filmin inandırıcılığını zedeliyor. Karga efektleri de bir ‘animasyon’ katkısı sağlıyor. Ama genel anlamda, eksiğiyle gediğiyle değerlendirilebilecek iyi niyetli bir çalışma var karşımızda. Modern Türk korku sinemasında ‘dini kitaplar’ kaynaklı bir yaratık motifinin Karacadağ’ın B sınıf “Semum”undan (2008) sonra burada profesyonelce canlandırılması da ayrı bir püf noktası.

        FİLMİN NOTU: 4.5

        Künye:

        Ammar: Cin Tarikatı

        Yönetmen: Özgür Bakar

        Oyuncular: Duygu Paracıkoğlu, Eylül Su Sapan, Ozan Akbaba, Burak Sarımola, Halil Sezai

        Süre: 80 dk.

        Yapım Yılı: 2014

        SANAT ESERLERİ BU BİRİMDEN SORULUR

        Savaşı farklı tarafları, geri planda kalmış birimleri ve bilinmeyen karakterleriyle ele almak başlı başına çekici bir şeydir. Yönetmen George Clooney de “Hazine Avcıları”nda 2. Dünya Savaşı zamanında kurulan ‘The Monuments Men’ ekibine ayna tutuyor. Ama elindeki hikayeden ‘hiciv’, ‘hoşgörü’, ‘entelektüel göndermeler’ ile ‘anti-militarizm’i dengeleyen bir ‘savaş komedisi’ damarı bulamıyor. Aksine bu tabana bağlı kalarak iki saati güldüremediği anlar, ritim sorunu çeken kareler, tehlikeli bir ideolojik bakış ve gereğinden fazla ciddiyetle sarıyor.

        1967’de Ukraynalı Anatole Litvak, “Generallerin Gecesi”nde (“The Night of the Generals”), Hitler’in kellesini alma operasyonunu bütün detaylarıyla ele almıştı. Bu suikast eyleminin çevresinde dolaşan film, dönemin ‘muhalif’ yargıları içinde değerlendirmeye açık, kalıcı bir belgeye dönüşmüştü. 2008’de ise Bryan Singer, “Operasyon: Valkyrie” (“Valkyrie”, 2008) adlı Tom Cruise’un oynadığı filmde bu meseleyi Amerikancı ve kör kör parmağım gözüne bir yaklaşımla yoğurdu. Adeta içinden emperyalizm akarken, sağ gösterip sol vuran bir ideolojik bakış vardı orada.

        EKİP, MİZAH AŞILAYABİLİYOR MU?

        George Clooney’nin soygunlu ve dramatik savaş komedisi “Hazine Avcıları” (“The Monuments Men”, 2014) da biraz bu ‘karşılaştırma’yı ya da ‘güncel yorum’u akla getiriyor. Geçmişte “Tren” (“The Train”, 1964) sanat eserlerinin iki taraf arasında kaldığı bir ‘trende geçen aksiyon’ mizanseni tasarlarken, “Çılgın Savaşçılar” (“Kelly’s Heroes”, 1970) Nazi hazinesinin peşine düşen bir grup askerin, yedi kişinin başına gelen komik olayları ele almıştı. Burada bu iki filmin yapısını bir araya getirirken “Kahraman Haydutlar” (“The Dirty Dozen”, 1967) ile akrabalık kuran bir formül görüyoruz.

        Yönetmen-oyuncu Clooney, bundan hareketle bir şeyler yapmaya çabalıyor. ‘The Monuments Men’ adıyla bilinen ve tarihsel değeri olan, ABD’de 2. Dünya Savaşı’nın kültürel miraslarını korumakla görevli gerçek bir ordu birimi var ortada. Böylece anıtlardan, sanat eserlerinden sorumlu bu albenisi yüksek ve fazlasıyla sinemasal ekip toplanıyor. Bill Murray, Jean Dujardin, John Goodman gibi isimler sanki bu bütüne ‘mizahi tat’ katıyor. Ancak “Cephede Eğlence” (“MASH”, 1970), “1941” (1979), “Stripes” (1981) kadar zeki bir ‘komedi-savaş ilişkisi’ göremiyoruz. Kararını onlar kadar net veremeyip, militarizmin, askerliğin, ordunun delirtme potansiyeli üzerine gitmiyor bu eser. Aksine bunların yaptıklarını ‘ciddiyet’le dönüştürüp soluğu kahramanlık öyküsünün ortasında almamızı istiyor. Blanchett’in ‘muhbir kadın’ kimliği ise sadece ekleme anlamına geliyor.

        BU ÜSLUBU HER DÖNEME GEÇİRMEK ZOR

        Zira bu tiplemeler, ne kostümleri, ne makyajları, ne mizahlarıyla hatırda kalıyor. Adeta ‘daldan dala atlayan çizgi film karakterleri’ olarak canlanıyorlar. Pespayeliğin tanımını yapmaya yaklaşıyorlar. Clooney de yönetmen kimliği olarak malzemeye adapte olamıyor. Sidney Lumet, Alan J. Pakula gibi isimleri seven rejisör, “İyi Geceler, İyi Şanslar” (“Good Night, and Good Luck.”, 2005), “Zirveye Giden Yol” (“The Ides of March”, 2011) gibi eserlerde bu duruşu dinginliğe, ağır tempoya, komploya çevirdiği muhalifliğin kıyısından geçmiyor.

        Aksine “Tehlikeli Aklın İtirafları” (“Confessions of a Dangerous Mind”, 2002), “Leatherheads” (2008) gibi eğlenceli olmaya çalışıyor. Bunlardan ilkinin Charlie Kaufman yeteneği ve Sam Rockwell boş vermişliği buraya sızmıyor. İkincisinin 20’lerdeki Amerikan futbolu takımına uygun bir pelikül ve renk kullanımı ise canlanıyor. 1940’lardan görsel açıdan bir ‘dönemsel doku’ fışkırıyor. Ama sanki Lumet’in normal objektifler, incelikli odak kullanımı ve orta planı seven yaklaşımı burada seyirciye geçmiyor. Aynen Clooney’nin çok sevdiği Soderbergh’in “İspiyoncu”ya (“The Informant”, 2009) açı-mercek tercihleriyle yükleyemediği hiciv duygusu gibi…

        BURAM BURAM AMERİKAN VATANSEVERLİĞİ KOKUYOR

        Bunun ötesinde hikaye de Amerikan kahramanlık öyküsü olarak konumlanıyor. Yani ne “Tren”deki gibi Hitler’in çaldığı sanat eserleri kaynaklı bir ‘sanat hazinesi koşuşturmacası’, ne “Çılgın Savaşçılar”daki gibi bir ‘savaşın zorunlu kıldığı ekip mizahı’ ne de “Cephede Eğlence”deki gibi ‘anti-militarist bir ruh hali’ görebiliyoruz. Aksine güldürmeye çalışan bir grup adamın, kendilerini paraladığı, geri kalan bölümlerde de ‘makyajı abartan karakterler’in çerçevenin önüne atıldığı görülüyor. Oyuncu Clooney, kimi sahnelerde ne yapacağını bilemezken, sadece Buster Keaton’ın sessiz kimliğini akla getiriyor. Wes Anderson tarafından sakinleştirilme ihtiyacı hissediyor.

        Ama işin garibi burada alttan alta o kadar kendini ciddiye alan bir ideolojik metinler akıyor ki, adeta yönetmenin muhalif söylemlerini bilmesek ‘samimiyet’ine inanacağız. Böylece “Operasyon: Argo”nun (“Argo”, 2012) tesadüf olmadığı ortaya çıkıyor. Drama ile mizahın arasından fışkıran ultra Amerikan ekip rayına oturuyor. Herkesin İngilizce konuştuğu, Naziler’in bilinçsiz soyguncu olarak atfedildiği sömürgeci, emperyalist bir yaklaşım canlanıyor. Alexandre Desplat’nın her şeye uyum sağlayan yaylı çalgılarla örülü şaşırtıcı müzik paleti belli oranda bu çatıyı ayakta tutabiliyor. Stephen Mirrione’nin 70’lere uygun ağırbaşlı kurgusu ise buraya uyarlanınca bir ritim sorunu yaratıyor.

        FİLMİN NOTU: 4

        Künye:

        Hazine Avcıları (The Monuments Men)

        Yönetmen: George Clooney

        Oyuncular: George Clooney, Bill Murray, Cate Blanchett, Jean Dujardin

        Süre: 108 dk.

        Yapım yılı: 2014

        GÖSTERİŞÇİLİK SANAT MIDIR?

        Ruhsuz bir minimalist sinema örneğine imza atmak, özellikle de elinizde çekici bir coğrafi mekan var ise oldukça kolaydır. Uğur Yücel de burada Kars’ta geçen bir ‘Rus hayat kadını-Türk demir yolu işçisi aşkı’na odaklanıyor. Ancak bunu gösterişçiliğin ötesine geçemeyen sinemasında, ‘tek planda hallet, uzun olsun yeter!’ emir kipine ve bilgisayarda halledilmiş gri merkezli renk paletine hapsediyor. “Soğuk”, ‘festivaller için toplu üretim nasıl yapılır?’ sorusunu cevaplamak için kare kare incelenip derslerde analiz edilebilecek bir eser.

        ‘Yönetmen Uğur Yücel’in filmografisine bakmak bir ‘déjà vu hissiyatı’ yaratıyor. Benzer süreçlerde aynı sorunlarla yüzleşmemizi sağlıyor. Tür filmi olsun veya olmasın sinemasal özensizlik işi yedinci sanattan soğutmaya kadar götürüyor. “Yazı Tura”nın (2004) sanat sinemasını sadece tempo düşürüp az kesme yapıp geri çekilmek olduğunu düşünen ‘zanaatkar’ yapısı, “Ejder Kapanı”nda (2010) dizi estetiğiyle “Hayatımın Kadınısın”da (2006) Yeşilçam melodramının kitsch (bayağılık estetiği) dünyasında canlanıyordu.

        ÇAKMA “ÜÇ MAYMUN” DUYGUSU BİR YERE KADAR İŞLİYOR

        “Soğuk” (2013) ise Kars’ı merceğine alarak başlıyor perde yolculuğuna. Ama Reha Erdem’in “Kosmos”u (2010) gibi tutarlı, usturuplu bir yaklaşım göremiyoruz. Bir demir yolu işçisinin Rus hayat kadınlarıyla etkileşimi masaya yatırılırken ‘erkek egemen kültüre uygun’ bir senaryo yazımı yok. Aksine aynı fabrikadan çıkmış karakterler robot gibi yürüyor. Klonlanmış olup olmadığını uzun süre anlayamadığımız bir demir yolu işçisi ile onun kardeşi şaşırtmadan aynı sorundan mustarip Rus hayat kadınlarıyla çarpışıyor.

        Kafkas kültürünün acımasız ruhundan beslenen eser, garip kamera kullanımıyla az kesme, uzun planlar, müziksizlik ve yapay griliğin üzerine bir sinemaskop formatı yerleştiriyor. Çakma “Üç Maymun” (2008) ya da “Bir Zamanlar Anadolu’da” (2011) duygusu 108 dakikaya yayılınca ise olanlar oluyor. Ama halk ağzında ‘nataşa’ kavramı alaşağı edilip “Elveda Katya”nın (2011) ilginçliği dahi canlanamıyor. Üstüne üstlük genel plan matematiğiyle sanat yapıldığının düşünülmesi tüm bunların tuzu biberi oluyor.

        GÖSTERİŞÇİ UĞUR YÜCEL SİNEMASI ŞAŞIRTMIYOR

        Sonuç olarak yabancılaşma sineması eyleminde sinema ve mizansenle araya mesafe koyan bir yönetmenin görüşünü deneyimliyoruz “Soğuk” sayesinde. Bu durum onun kontrolü elinden kaçırmasına kadar gidiyor. Görüntü yönetmeni Emre Tanyıldız’ın set öncesi aldığı ‘tek planda hallet, uzun olsun yeter!’ emri her sahnede hissediliyor. Bu da büyük oranda “Yazı Tura”nın 2000’lerin en çok şişirilen yerli film olmasına tutunma adına değerli. Ezgi Mola’nın hafif cesur halleri biraz ‘sinema duygusu’ salgılarken karanlık kış atmosferi elbette Béla Tarr gibi yetkin bir gelenekle sarılmıyor.

        Bu durum büyük oranda Yücel’in yine hangi açıyı niye yerleştirdiğini açıklamayacağı bir sürece sürüklüyor bizleri. “Soğuk” yeteneksiz başrol oyuncusu Cenk Mete Alibeyoğlu’nun yanında iyi çekilmiş kapanış sekansıyla bir gıdım alkışı hak ediyor. Ancak formatın içinde yaptıklarını, 107 dakikayı bırakın, 10 dakikaya bile yayamıyor. Gerim gerim gerilmek ya da terlemekten ziyade sıkıntıyla ve anlamsız açılarla baş başa kalıyoruz. Kendimizi dağlarda bir “Gir Kanıma” (“Låt Den Rätte Komma In”, 2008) izler gibi hissediyoruz. Ama reji koltuğunda oturan ismin bundan haberi yok. Uğur Yücel, bir kez daha ne idüğü belirsiz bir şekilde gösteriş yapan sinemasından nağmelerle karşımıza dikiliyor.

        FİLMİN NOTU: 3.4

        Künye:

        Soğuk

        Yönetmen: Uğur Yücel

        Oyuncular: Cenk Mete Alibeyoğlu, Ahmet Rıfat Şungar, Ezgi Mola, Valeria Skorokhodova, Şebnem Bozoklu, Rıza Sönmez

        Süre: 107 dk.

        Yapım yılı: 2013

        DAR ALANA SIĞINAN KÜRT İSTİSMAR FİLMİ

        Amatör bir ilk film ya da bir radyo tiyatrosu ürünü olarak anılabilecek “Mavi Ring”, artan Kürt filmlerinin en zayıf örneklerden biri şüphesiz. Kürt istismar filmi alanına dahil edilmesi mümkün olan eser, özündeki politik meselenin etkileyiciliğini de bu sayede değerlendiremiyor. Slogancı, kolaycı ve didaktik yaklaşımıyla ‘sinema’ kavramının yakınından bile geçmemekten mustarip.

        1989’da yaşanan açlık grevi esnasında Eskişehir Hapishanesi’nde Aydın Hapishanesi’ne sevk edilen bir grup mahkumun iç burkan öyküsünü anlatmak sadece iyi bir sinema gözüyle mümkün. Ancak “Mavi Ring” (2012) bu konuda düşünmeden slogan atmayı, didaktik politik söylemler üretmeyi tercih ediyor. Bu bağlamda da aslında büyük oranda yükselen Kürt sinemasının ‘amatör artıklar’ından birine dönüşüyor.

        “DON’T PLAY US CHEAP” Mİ, “DUVAR” MI?

        Melvin Van Peebles’ın ‘blaxploitation films’ (‘siyahi istismar filmleri’) geleneğine bel bağlayan “Don’t Play us Cheap” (1973) adlı, kapalı alanda geçen siyahi istismar müzikalindeki gibi gülünç duruma düşüyor. Bu açmazdan çıkmak için didinirken Yılmaz Güney’in “Duvar”ı (1982) gibi fevri ve öfkeli hareket ediyor. Böylece elindeki politik söylemi değerlendiremeyen bir işle yüzleşiyoruz.

        Leventoğlu’nun eseri, “Jîn” (2013), “İki Dil Bir Bavul” (2008), “Babamın Sesi” (2012), “İz” (2011) gibi belli bir seviyeyi tutturan, modern sinema ile haşır neşir güncel Kürt filmlerinin ürediği günümüzde bir ‘amatör ilk film’ olarak beliriyor. Büyük oranda da dediğimiz alanda anılıp etnik kökenlerin haklarını savunma şansını kaybediyor. Hatta politik açıdan değerli meselesini sömürerek ipi elinden kaçırıyor. Amatörlüğü samimi ekip çalışması olarak algılayıp sinemanın gerçek özenini umursamayanlar, sevkıyatta geçen ucuz hapishane filmi “Mavi Ring”i sevebilir.

        FİLMİN NOTU: 1.7

        Künye:

        Mavi Ring

        Yönetmen: Ömer Leventoğlu

        Oyuncular: Ezgi Çelik, Kemal Ulusoy, Sezgin Cengiz, Nazmi Kırık

        Süre: 87 dk.

        Yapım Yılı: 2013

        KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU

        12 Yıllık Esaret (12 Years a Slave): 7

        300: Bir İmparatorluğun Yükselişi (300: Rise of an Empire): 5

        Aile Sırları (August: Osage County): 4

        Aşk (Her): 8.3

        Bi Küçük Eylül Meselesi: 5.5

        Bizum Hoca: 1.5

        Çılgın Dersane 3: 1.8

        Çocuk Pozu (Pozitia Copilului / Child’s Pose): 4.2

        Düzenbaz (American Hustle): 4.3

        Eyyvah Eyvah 3: 2

        Frankenstein: Ölümsüzlerin Savaşı (I, Frankenstein): 5.5

        Geçmiş (Le Passé / The Past): 7

        Gloria: 6.8

        Gulyabani: 5.5

        Halam Geldi: 3.5

        Herkül: Efsane Başlıyor (The Legend of Hercules): 3.8

        Jack Ryan: Gölge Ajan (Jack Ryan: Shadow Recruit): 2.5

        Kaçış Planı (Escape Plan): 4

        Kadın İşi Banka Soygunu: 2.5

        Kapital (Le Capital / Capital): 5.8

        Karlar Ülkesi (Frozen): 6.2

        Kemerlerinizi Bağlayın: 2.5

        Kırık Çember (The Broken Circle Breakdown): 4.8

        Kış Masalı (Winter’s Tale): 5.4

        Köksüz: 3.5

        Lego Filmi (Lego Movie): 7.4

        Mavi Dalga: 4.5

        Meydan (Al Midan / The Square): 5.5

        Mr. Banks (Saving Mr. Banks): 5.5

        Muhteşem Güzellik (La Grande Bellezza / The Great Beauty): 7.5

        Ömer (Omar): 4.8

        Para Avcısı (The Wolf of Wall Street): 6.9

        Paranormal Activity: İşaretliler (Paranormal Activity: The Marked Ones): 3.2

        Recep İvedik 4: 3.5

        RoboCop: 4.9

        Sadece Aşıklar Hayatta Kalır (Only Lovers Left Alive): 7.7

        Sadece Sen: 4.9

        Sağ Salim 2: Sil Baştan: 3.2

        Sen Şarkılarını Söyle (Inside Llewyn Davis): 6.7

        Senin Hikayen: 5.3

        Sınırsızlar Kulübü (Dallas Buyers Club): 4

        Silsile: 3.5

        Son Kalan (Lone Survivor): 2.5

        Sonsuz Aşk (Endless Love): 2.8

        Sürgün İnek: 3.5

        Şarkı Söyleyen Kadınlar: 5

        Şöhret Tepesi (The Canyons): 2

        Vampir Akademisi (Vampire Academy): 3.5

        Walter Mitty’nin Gizli Yaşamı (The Secret Life of Walter Mitty): 4.5

        Yasak Aşk (Two Mothers): 5.8

        Yunus Emre: Aşkın Sesi: 3

        Zaman Makinesi 1973: 2.5

        Not: Yıldızlar, 10 üzerinden verilmektedir.

        Diğer Yazılar