Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        11 NİSAN FİLMLERİ

        Alternatif çizgi roman estetiğiyle dokunan, sıra dışı mizahla örülmüş dahiyane masalların yaratıcısı ya da üçkağıtçı tiplemeleri öne çıkaran sanat yönetimi müptelası bir bağımsız ruh… Amerikan bağımsız sinemasının yakın döneminin en önemli komedi yönetmeni Wes Anderson, sekizinci uzun metrajında ilk kez ülkesinin dışına çıkıyor. Orta Avrupa’da ‘retro’ malzeme bulunduran efsanevi bir otelin etrafında 2. Dünya Savaşı öncesinde geçen bir kapıcının başarı/başarısız hikayesine bakış atıyor. Yönetmenin her zamanki postmodern parçaları, sakin ama uçarı karakterleri ve tavizsiz görselliğinden beslenen usta işi “Büyük Budapeşte Oteli”nin, bu kez savaşın yarattığı yıkıma dair de hınzır yorumları var.

        Wes Anderson’ın dünyasına girmek bir anlaşma yapmak gibidir. Nasıl bir evin tapusunu alınca o yuvadan kopmanız zorlaşırsa, herhangi bir Anderson filmi için de aynı şey geçerli. Kapıdan bir kere girdiniz mi o kapıdan dışarıya adım atmak neredeyse imkansızdır. Zira bu dahiyane dünya öylesine sersemleticidir ki ya kendine hayran bırakır ya da çığlık atarak uzaklaşmanıza yol açar. Bunlardan birincisini tutarlı kılmak ise aslında ‘mekan kullanımı’na ve ‘karakter tanımları’na adapte olmakla da ilintili.

        TARİHİ VE ENTELEKTÜEL BİR ‘KAPICILAR KRALI’ MI?

        “Tenenbaum Ailesi” (“The Royal Tenenbaums”, 2001) adlı başyapıtıyla gerçek bir yükseliş ivmesine giren, ‘ustalık’ın kapısını aralayan yönetmen, ev, gemi, tren, yeraltı ve adanın ardından burada oklarını bir otele çeviriyor. ‘Büyük Budapeşte Oteli’ bildiğiniz otellerden değil. Alp Dağları’ndaki kurmaca Zubrowka eyaletinde bulunması bir tarafa, tam bir Orta Avrupa çekiciliği taşıyor. 1932 denince de iki savaş arasına yerleşen bir zaman dilimi ve 2. Dünya Savaşı politikalarının dünyayı kasıp kavurması akla geliyor. Kapıcı ile bellboyun hikayesi sanki aklımızın “Kapıcılar Kralı”na (1976) gitmesini sağlıyor. Elbette daha tarihi, entelektüel ve yönetmenlik kalitesini yükselten bir bakışla…

        Yönetmen burada “Moonrise Kingdom”da (2012) olduğu gibi tarihten bir kesit sunma amacıyla yola çıkıyor. Orada gördüğümüze benzer bir şekilde anlatıcısını da belirliyor. Bob Balaban’ın ekran bölme tekniği ile köşeye yerleşen tiplemesi, burada ‘roman içinde roman’ modunda, 1968’de okunan romanın yazarının gözünden anlatılanları canlandırıyor. Ama bu gerçek bir ‘meta-roman’, ‘roman içinde roman’ ya da ‘film içinde film’ yanılsaması…

        RESİMLİ ROMAN ALGISI 30’LARLA YÜZLEŞİYOR

        Zira buradan sonrası epizodik Wes Anderson resimli romanlarının birinin içinde geçiyor. Dönemin Technicolor düşüncesine bel bağlayarak bazı renkleri öne çıkaran sinematografi adeta kusursuz! Kırmızı, sarı ve mavi ile bunların birleşmesiyle çıkan renkleri bulmak için arayışa girmek gerekmiyor. Aksine tüm bu tonlama, doğrudan gözünüzü alacak kadar canlı duruyor. Böylece üç şeritli metot DCP döneminden bir yaklaşım bulmuş oluyor. Filmin 1932’de start alması ise Technicolor’un bu yönteminin kullanıldığı ilk yıla götürüyor bizleri. Yönetmen aynı görüntü yönetmeniyle çalışıp Coen Kardeşler gibi 35mm çekme inadını burada da sürdürüyor.

        ‘Arka ışık’ın değer kazandığı ışıklandırma süreci ve ön-arka ayrımının netliği dönemi resmediyor. O zamanın siyah-beyaz çerçeve düşüncesi ‘retro doku’ya meyledip postmodernizm sosuna batırılıyor. Karakterlere ve sanat yönetimine göre şekillenen sabit çerçeveler, sanki Méliès’nin pelikülü boyama arzusunu ya da bir ressamın özenli çalışmasını yansıtmak için canlanıyor. Dengeli kompozisyonları besleyen müthiş bir simetri var. Anderson, karikatürize karakterlerle yürürken ‘absürd’ ve ‘deadpan’ sıfatlarından beslenen komedi anlayışını böyle bir temel üzerine oturtuyor.

        İKİNCİ KEZ TARİHTEN BİR PARÇA

        Bunu sanatsal olarak algılayıp keyfine varmak veya ‘komedi de nedir ki?’ deyip geri çekilmek size kalmış. Ama en kaba haliyle Méliès’nin boyarken Bunuel’e uğradığı ‘ilk dönem Jarmusch’ minimalizmi retro bir damarla sarılıyor burada da. İkinci kez tarihi bir beden giyilmesi ve ilk kez bir savaşla bağ kurulması nasıl yansıyor peki?

        Wes Anderson, “Moonrise Kingdom” ile modellerinde yeni bir durak belirlerken artık ustalığını ilan etmişti. Fransız Yeni Dalgası’nın ahlaki yaklaşımı, ilişkilere odaklanması öne çıkmıştı. Burada ise 30’lar sinemasındaki ‘macera’ ve ‘komedi’ türlerinin şekillenişi canlanıyor. İkili mizahın çeşitli ekiplerle rekabet oluşturduğu dönemden bir ‘usta-çırak ilişkisi’ devreye giriyor. Ama bir çırpıda zihnimizde canlanan “Grand Hotel” (1932) veya “Sırlar Oteli” (“Million Dollar Hotel”, 2000) gibi ‘otelde geçen filmler’den biri olmuyor halihazırdaki yapıt.

        KALICI YÜZLER SAYMAKLA BİTMEZ

        Aksine oradaki kapıcının ‘üçkağıtçı’ prototipinden besleniyor. Wes Anderson karakteri yanına ‘çırak’ı, bellboyu da alıp dağları tepeleri aşacakken yakalanıyor. Çapkınlık bir anti-kahramana yüklenirken mizansen dört-beş bölümlük kitabın ‘karalama defteri’ misali yapıştırılmış nostaljik sayfa isimlerinden besleniyor.

        “Büyük Budapeşte Oteli”, Nazi soykırımının arifesindeki ‘karanlık’ döneme ve savaşlarla çalkalanan bir döneme alaycı bir bakış olarak yorumlanabilir. Stefan Zweig’ın anılarından oluşturulan senaryo ise ‘zeka’ kokuyor. Fiennes, ince bıyığıyla yeni bir Bill Murray izlenimi yaratıyor. Schwartzman, Murray, Brody, Norton gibi tanıdık suratlar aradan geçip bir ‘flaş’ çakarken, Seydoux, Keitel, Swinton, Goldblum gibi eklemeler de kalıcı yüzler, yepyeni Anderson tiplemeleri armağan ediyor dünyamıza. Deneyimsiz Tony Revolori’nin Harpo Marx misali mucizevi Zero’sunu da unutmamalı!

        HAPİSHANEDEN KAÇIŞ VE İKİ KAFADAR ALGISI

        Belki de Anderson kadar sanat yönetimi üzerine düşünen Powell-Pressburger ikilisi vardır. Burada da en detaycı aksesuardan masanın şekillenişine uzanan tutarlılık, makyaj ve kostüm konusunda da canlı duruyor. Alternatif çizgi roman estetiğinin solgunluğunun değer kazandığı, ana ve arka ışığın renklere yükleme yaptığı görülüyor. Bu durum, büyük oranda ‘başarı hikayesi’ne temas ediyor.

        Savaş mahkumiyetine uzanırken gerçek bir hapishane mizanseni yaşanması da aslında ‘hapishaneden kaçış filmleri’nin (bkz. “The Defiant Ones”) senaryolarını akla getiren sürece ‘iki kafadar filmi’ yakıştırması anlamına geliyor. Anderson, ‘Steve Zissou’ gibi bir dolandırıcıyı alıp onu otelin başına geçirmeye çalışıyor. Karaktersel çağrışımlar ise filmi besliyor. Uzun alan derinliği, mercek kullanımının becerisiyle bir ‘katmanlılık’ getiriyor. Fluluk ve netlik ise eski ama anlamlı birer tekniğe dönüşüyor.

        ‘MOONRISE KINGDOM’ MODELİNE Mİ MENSUP?

        Filmin fark yaratıp “Moonrise Kingdom” modelinden ilerlerken formatlarla oynaması önemli. Otelin kurmaca öyküsünün tamamının tam ekran (1.33:1) çekilmesi nostaljik bir tercih ya da ‘Pamuk Prenses’ masalını bu formatta 1920’lere uyarlayan “Blancanieves”e (2012) bir cevap niteliğinde… Ama 1.85:1 girişi ve sinemaskop (2.35:1) ile aralara serpiştirilmiş Law-Abraham konuşmaları da buna ekleniyor. Genelde orta planın altına düşmeyen çekim ölçekleri, tam ekranlı bölümde uzun alan derinliğiyle sarılıyor. Sinemaskoplu bölümdeyse odak uzunluğu ve teleobjektif devreye giriyor. Böylece dönemsel farklar açığa çıkıyor. Birinde her şeyi aydınlatma, diğerinde konuşmaya odaklanma ana mantık oluyor.

        “Büyük Budapeşte Oteli”, savaşın yaşatabilecekleri üzerine alaycı ve masalsı bir deadpan komedi (poket surat komedisi) örneği olarak anılabilir. Karakter şovu, pan-tilt-zoom odaklı kamera sükuneti, Desplat’nın Rus yöresel şarkılarına uzanan yorumları da bunlara ekleniyor. Stop-motion animasyon parçalar da bütüne iliştirilirken sırıtmıyor. Aksine Wes Anderson oyuncağının tuzu biberi oluyor. ‘Kopyala-yapıştır’ algısını, müzik, edebiyat ve sinema için canlandıran yönetmenin kendi kariyerinde de dolaşmaya çıktığı söylenebilir.

        MEKAN NE KADAR BASKIN?

        Ama burada mekan kullanımını geriye çekip “Küs Kardeşler Limited Şirketi”ne (“The Darjeeling Limited”, 2007) yaklaştığı (ki orada tren bir ara motifti), bu konuda da biraz daha az dikkat çekici olabildiği muhakkak. Bana kalırsa fazla dağılmadan merkezi bir mekanın üzerine gittiği zaman yönetmenin sinemasının verimi artıyor.

        “Büyük Budapeşte Oteli”, Anderson’ın sinemasındaki ‘tarihi uyruk’ ve ‘format çeşitliliği’ açısından değerlendirilip bir yerlere oturtulacak bir film. Ama elbette yönetmen, birçok yönetmenin 20 filmde yapamadığı kadar yüksek bir sinema duygusu yüklüyor burada. ‘Bir film nasıl çekilir?’ sorusunun cevabını veriyor.

        FİLMİN NOTU: 7.3

        Künye:

        Büyük Budapeşte Oteli (The Grand Budapest Hotel)

        Yönetmen: Wes Anderson

        Oyuncular: Ralph Fiennes, Tony Revolori, Adrien Brody, F. Murray Abraham, Jeff Goldblum, Tilda Swinton, Mathieu Amalric, Harvey Keitel, Willem Dafoe

        Süre: 100 dk.

        Yapım yılı: 2014

        ‘ELM SOKAĞI’NI ‘SİS’ BASARSA…

        Kanadalı kült yönetmen Vincenzo Natali’yi hiç olmazsa “Küp” ile hatırlayacaksınızdır. Kısıtlı bütçeyi felsefeyle birleştirdiği bilimkurgularıyla dikkat çeken yönetmen, bu kez korkuya el atıyor. 80’lerin ruhunu ve korku referanslarını metafizikle ve görsel efektlerle yorumlayan “Hayaletli Ev”, özündeki fikirle ‘nostalji’ yaşatıyor. Ancak ele aldığı tanımı ileriye taşımak isterken ‘piyasa işi’ olmaktan kurtulamıyor.

        Lanetli bir evin içine girdiniz mi belirleyeceğiniz kurallar az çok aynıdır. Hayaletlerin baskın yaptığı bir atmosferde kendini sorgulama, ruhların istilasını bertaraf etme, cinlerle baş etme derken liste uzayabilir. Ama elbette “Paranormal Activity” (2007) ve “Ruhlar Bölgesi”nin (“Insidious”, 2010) bu motif içinde yaptıklarını unutmamalıyız.

        80’LERDE BANLİYÖ EVİNİN DOĞASI

        Kanadalı yetkin yönetmen Vincenzo Natali de burada işi 80’lere götürüyor. Karakterlerin Pac-Man oynadığı, TV’de Ronald Reagan’ı izlediği süreçte 50’lerde yatan bir lanetin arka planına bakıyoruz. Yönetmen, “Şifre”de (“Cypher”, 2002) beraber çalıştığı Brian King’i senarist koltuğuna alıyor. Başrole ise sanki sekiz yıl önce “Saklambaç”ta (“Hide and Seek”, 2005) Dakota Fanning’in yerine oynaması gereken 17 yaşındaki Abigail Breslin, ‘yaş şaşması’ ile yerleştiriliyor.

        Evin geçmişindeki sırlar ise hiç de alışıldığı gibi ilerlemiyor. Gizem üzerine gizem yaratma, sürprizlerin peşine düşme gibi 10 sene öncesinin kuralları da yok. Aksine disko jenerasyonunun, X kuşağının devreye girdiği bir dönemde teftişe çıkılıyor. O yıllardaki banliyö evinin doğası tespit ediliyor.

        “ELM SOKAĞINDA KABUS” VE “SİS”TEN ETKİLENMİŞ

        Bunun içine ise “Elm Sokağında Kabus”un (“A Nightmare on Elm Street”, 1984) metafiziksel atmosferi ile “Sis”in (“The Fog”, 1980) ölümcül sis motivasyonu dahil ediliyor. Ailenin büyüklerinden ve kardeşlerinden korkmanın zamanla geçmişten gelen sırla hesaplaşmaya döndüğü süreç bir yere kadar ‘okey’ dedirtiyor.

        En azından korku sineması adına nostaljik dokunuş, ilginç ve bilinçli referanslarla örülüyor. İşin ucu metafiziksel hayalet filmine çıkıp “Ruhlar Bölgesi”nin bu devirde yaptığı ile yarışa girmek hedefleniyor. Ancak mesele teknik olunca film bir çıkmaza giriyor.

        RETRO BAKIŞ NE KADAR İŞLİYOR?

        “Küp” (“Cube”, 1998), “Şifre” ve “Deney” (“Splice”, 2010) gibi bilimkurgulardaki becerisi ve hakimiyetiyle bildiğimiz Natali kült bir yönetmen. Ancak burada biraz fazla piyasaya göre bir iş yapmış. Görüntü yönetmeni ve kurgucunun TV’den çıkıp gelmesi dikkatlerden kaçmıyor. Dış mekanlarda sis üzerine kurulan gerilim hiç işlemiyor. Camp (bilinçli bayağılık estetiği) doku, bayağılığı kullanamadan yer yer boyutsuzlaşıyor.

        Stephen Hattie’nin “Pan’ın Labirenti”ne (“El Laberinto del Fauno”, 2006) gönderme gibi duran The Pale Man’i ile David Hewlett’in (ki onu “Küp”te de görmüştük) baba tiplemesinin eşleştirilmesi bir heyecan uyandırmıyor. Aksine basit ve efektlere boğan korku numaraları 80’lerden itibaren öte dünyaya da bakan ‘retro duygu’yla iç içe geçiyor. Postmodern bir yaklaşım var ama nafile… Bize daha ziyade “Ölüm Odası” (“Chatroom”, 2010) gibi “Elm Sokağında Kabus” etkisini internet jenerasyonuna zekice enjekte eden filmleri hatırlatmak kalıyor.

        FİLMİN NOTU: 4.5

        Künye:

        Hayaletli Ev (The Haunter)

        Yönetmen: Vincenzo Natali

        Oyuncular: Abigail Breslin, Stephen McHattie, David Hewlett, Michelle Nolden, Peter Outerbridge

        Süre: 97 dk.

        Yapım yılı: 2013

        ‘JOE’NUN HÜZÜNLÜ YAŞAMI

        Amerika’nın güney bölgesinde yaşayan yoksul insanları merceğine alan ‘southern gothic’ formülü, bu kez eski bir suçlunun dramına odaklanıyor. “Joe”, bağımsız yönetmen David Gordon Green’in mesafeli rejisiyle toplumsal şiddet sorunsalına insani bir çerçeveden bakıyor.

        “All the Real Girls” (2003), “Undertow” (2004) ve “Kar Melekleri” (“Snow Angels”, 2007) gibi Amerika’nın güney bölgesinden, kırsal kesiminden insani öykülere odaklanan David Gordon Green, bağımsız ruhu ve oyunculara yaklaşımıyla dikkat çekmiştir. Sonrasında “Üşütük Kafalar” (“Pineapple Express”, 2008), “Your Highness” (2011) ve “The Sitter” (2011) ile popüler komediyi denemesi ise ‘yönetmenin paraya ihtiyacı var’ söylentilerini çıkarmıştı.

        Burada 2013’te başarısız yeniden çevrim “Yolların Prensi”yle (“Prince Avalanche”) birlikte ikinci sanatsal filmiyle karşımıza çıkan sinemacı, bir adamın hüzünlü öyküsüne bakıyor. Köklerine dönmesiyle de sevinç yaşatıyor. “Joe”, kulübesinde köpeğiyle sakin bir yaşam süren eski suçlu Joe’ya şiddet aşılanmasını tüm çıplaklığıyla ele alıyor. “Şiddetin Tarihçesi” (“A History of Violence”, 2005) misali bir ‘Amerika’nın güneyi’ portresi çiziyor.

        BÜTÜN YERELLİĞİYLE ‘SOUTHERN GOTHIC’

        Burada yönetmenin çok sevdiği ve “Undertow”da da en bariz şekilde devreye soktuğu edebiyattan gelen ‘southern gothic’ alt türünün yeni bir şubesini izliyoruz. Film, eğitim düzeyi yüksek olmayan ve yöresel aksanla bizi yabancılaştıran yoksul insanların yaşamında suçun, şiddetin ‘yaralayıcı’ etkisine bakış atıyor. Joe’nun her şeyi bırakıp geçmişinden uzaklaşmışken, etik mücadeleyi, fedakarlıklarla, kasaba kanunlarıyla harmanlaması şaşırtmıyor. Bu durum da aslında işin ucunu şiddete kadar götürüp korunaklı tutumu açığa çıkarıyor.

        Green, el-omuz kamerası, sabit açılar ve yavaş çekimi bir araya getiren “Undertow”un şiirsel üslubuna biraz yaklaşıyor burada. Ama gerçekçiliği ve yalınlığı da kaybetmeyerek kültürel bir drama imza atarken fazlasıyla etkili olabiliyor. Dünyaya dair karamsarlığın finalin doğallığı ile anlam kazandığı kesin.

        NICOLAS CAGE YAKIŞMIŞ MI?

        Süresinin uzunluğu ve böylesi zor bir karakteri, “Fırtınalı Hayatlar”dan (“The Weather Man”, 2005) bu yana ilk kez üzerine giyen Nicolas Cage’in yer yer irtifa kaybetmesiyle yara alan eser, yönetmenin iç bölgelerdeki sıradan insan hikayelerine devam etmesini sağlıyor. Ayrıksı bir baba-oğul ilişkisine ya da kuşak farkları yorumuna açılıyor. Cinayetin, şiddetin gideceği noktaları, bir çözülme, buluşma, intikam ve vandalizm üzerinden yorumlama şansına kavuşuyor.

        “Joe”, İşi Peckinpah kadar ileri götürmeden, bağımsız sinemaya yatkın bir izlenim bırakıyor. “Caniler Avcısı” (“Night of the Hunter”, 1955) ile kurulan akrabalık bağları da sanki ‘amca-yeğen’ ilişkisi olarak beliriyor. Mesajını doğru veren film, bu açıdan David Gordon Green’in ilk dönemine dönüşünü müjdeliyor.

        FİLMİN NOTU: 6.2

        Künye:

        Joe

        Yönetmen: David Gordon Green

        Oyuncular: Nicolas Cage, Tye Sheridan, Adriene Mishler, Ronnie Gene Blevins

        Süre: 117 dk.

        Yapım yılı: 2013

        KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU

        300: Bir İmparatorluğun Yükselişi (300: Rise of an Empire): 5

        Adalet İçin (Michael Kohlhaas): 5.4

        Aile Sırları (August: Osage County): 4

        Ammar: 4.5

        Aşk (Her): 8.3

        Aşk Oyunu: 3

        Baskın 2 (The Raid 2: Berandal): 5.3

        Bırakmak İstiyorum: 0.5

        Bi Küçük Eylül Meselesi: 5.5

        Binlerce Kez İyi Geceler (A Thousand Times Good Night): 4.3

        Bizum Hoca: 1.5

        Büyüler Evi: Sihirbaz Kedi (The House of Magic): 6.3

        Çocuk Büyüme Rehberi (No Se Aceptan Devoluciones / Instructions Not Included): 4

        Eyyvah Eyvah 3: 2

        Frankenstein: Ölümsüzlerin Savaşı (I, Frankenstein): 5.5

        Gloria: 6.8

        Gulyabani: 5.5

        Güzel ve Çirkin (La Belle et La Bête): 4.7

        Hazine Avcıları (The Monuments Men): 4

        Herkül: Efsane Başlıyor (The Legend of Hercules): 3.8

        Kan Kokusu (We Are What We Are): 5.8

        Kapital (Le Capital / Capital): 5.8

        Karlar Ülkesi (Frozen): 6.2

        Kemerlerinizi Bağlayın (Allacciate le Cinture): 2.5

        Kış Masalı (Winter’s Tale): 5.4

        Kızım İçin: 3.5

        Köksüz: 3.5

        Lego Filmi (Lego Movie): 7.4

        Mandela: Özgürlüğe Giden Uzun Yol (Mandela: Long Way to Freedom): 4.1

        Mandıra Filozofu: 4.5

        Mavi Dalga: 4.5

        Mavi Ring: 1.7

        Meddah: 2

        Meydan (Al Midan / The Square): 5.5

        Mr. Banks (Saving Mr. Banks): 5.5

        Muhteşem Güzellik (La Grande Bellezza / The Great Beauty): 7.5

        Non-Stop: 3.5

        Nuh: Büyük Tufan (Noah): 6.5

        Ömer (Omar): 4.8

        Para Avcısı (The Wolf of Wall Street): 6.9

        Peri Masalı: 0.8

        Recep İvedik 4: 3.5

        RoboCop: 4.9

        Sadece Aşıklar Hayatta Kalır (Only Lovers Left Alive): 7.7

        Sadece Sen: 4.9

        Sınırsızlar Kulübü (Dallas Buyers Club): 4

        Silsile: 3.5

        Soğuk: 3.4

        Son Kalan (Lone Survivor): 2.5

        Sonsuz Aşk (Endless Love): 2.8

        Sürgün İnek: 3.5

        Şarkı Söyleyen Kadınlar: 5

        Vampir Akademisi (Vampire Academy): 3.5

        Yasak Aşk (Two Mothers): 5.8

        Yves Saint Laurent: 2

        Zaman Makinesi 1973: 2.5

        Not: Yıldızlar, 10 üzerinden verilmektedir.

        Diğer Yazılar