Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        25 NİSAN FİLMLERİ

        “Brazil” ve “12 Maymun” gibi ‘Distopik Hiciv Üçlemesi’ni başlatan bilimkurgu başyapıtlarıyla değerine değer katan, entelektüel masalcı Terry Gilliam, bu toplamın son halkasında türün “Matrix” sonrası dönemine bakış atıyor. “Sıfır Teorisi”, yaşlanmış bir bilgisayar dehasının çekirdeğine bağlı kalma çabasını, bilinçaltından süzülen gerçeküstücü kareler, siberpunk mimari ürünleri ve sanal gerçeklik algısıyla iç içe geçiriyor. Tamamına yakını kapalı mekanda geçen bir ‘oda bilimkurgusu’na dönüşürken ise 90’ların sonunda kalıp kendini tekrar etme ve “Aşk”ın (“Her”) ötesine geçememe sorunsalı ile yüzleşiyor. Ama her şeye rağmen filmin, müthiş yazılmış ve her zaman hatırlanacak Gilliamesk yan karakterleri canlandıran yetenekli oyunculardan aldığı ‘tecrübe’ ile oyaladığı söylenebilir.

        Yaşlanmış bir bilgisayar dehasına Londra’dan bakan Terry Gilliam, böylece üçüncü bilimkurgu filminin çerçevesini belirliyor. “Brazil”de (1985) distopik düzene karşı gelen bir ‘muhasebeci’nin izinde fantastik, masalsı bir macera izleyen yönetmen, bu sefer “Matrix” (“The Matrix”, 1999) sonrası dönemden bir yönelime uzanıyor. “12 Maymun”un (“12 Monkeys”, 1995) zaman yolculuğuna bakarken gerçeküstücü karelerle ilerleme titizliğindeki ‘sahicilik’ algısının kenarından bile geçmiyor.

        “AŞK”IN SEKS İÇERİKLİ VERSİYONU GİBİ

        Sadece kara film estetiği arzusunu canlandıran çarpık açıları (dutch angle), Monty Python geleneğinden gelen uçuk karakterleri ve bozulumu seven balık gözü objektifleri, çılgınca karşımıza çıkıyor. Onun uçarı evreni, böylece bir hacker dünyası açılımı getiriyor. Ancak tek fark sanki bir programın kontrol ettiği düzenle canlanan ‘yaşlanmış bilgisayar dehası’ faktörü…

        Sıfır teorisinin peşine düşen bu karakter kelliğiyle ve Waltz’un yüklediği mizahla herhangi bir yaratımdan farksız. Sanal dünyada kaybolup gitmeyi bekliyor. Buraya uzanırken de kendi evinin içinde, sanki gençlik döneminde bir kısım insanla ve seksi kadınla arkadaşlık kuruyor. Bir süre sonra “Aşk”ın (“Her”, 2013) cinsellik içeren versiyonu, uzay boşluğundan yapay deniz kenarı sahnesine (“Olası Dünyalar”ı akla getiriyor) kadar serbest bir yolculuk olarak canlanıyor.

        GILLIAM, “BAY HİÇKİMSE”Yİ İZLEMİŞ MİDİR?

        Yönetmen, fantastikle bağını kuvvetlendirmek için sanat yönetimi ve görsel efektlerde camp (bilinçli bayağılık estetiği) renkleri öne çıkarmış. Sanal gerçekliğe böylesi bir aşı yapma peşinde. Dünyanın uçarı olması gerektiğini düşünüyor. Siberpunk mimaridan beslenen dış mekandaki icatlar da buna eşlik ediyor. İçeride ise ‘üzerine manyetik kostüm giyip kendini bilgisayarda canlandırma’ gibi ucu “Bahçıvan”a (“The Lawnmover Man”, 1992) kadar uzanan zamanı geçmiş delilikler işliyor.

        Kırmızıdan cart yeşile uzanan parlaklık yanlısı renk skalası, filme destek veriyor. Karakter ise ‘çevrimdışı’ olduğu için izbe bir mekana kıstıran anlayışıyla satmaya çalışıyor. Gerçek dünyanın dışında kalan bu karakter, bir yerelere bağlanmamış gibi. “Sıfır Teorisi”, “Matrix” sonrası dönemde “Bay Hiçkimse” (“Mr. Nobody”, 2009) gibi zekiliklerin üretildiğini çok bilmiyor.

        YAŞLANINCA OLAĞANDIŞILIK SIRADANLIĞA MEYLEDİYOR

        Filmin Gilliam’ın kara film estetiği, gerçeküstücülük, B filmleri ve İngiliz diyalog komedisiyle bezenen auteur kumaşına yakışıp yakışmadığı tartışılır. Ama “Kabuslar Diyarı”nda (“Tideland”, 2005) kısa filmin uzun metraja yayılmasının verdiği ‘bağımsız ruh artık yüksek bütçe gerektiriyor’ algısı buraya da yansıyor. Yönetmen, fantastikte olgunlara göre işler planlıyor. Ama onun bu icatları “Brazil”, “Balıkçı Kral” (“The Fisher King”, 1991) ve “12 Maymun” zamanlarındaki kadar cıvıl cıvıl ve melankoli süslü değil artık.

        “Sıfır Teorisi”nin sırrı çok katmanlı renk paletinde ve karakterlerde saklı. Araya sızan yan karakterler, ‘Gilliamesk’ olarak evet ama bunun ötesinde anlam yaratma sıkıntısından mustarip. Bir anlamda yaşlanan bir yönetmenin olağandışılıktan sıradanlığa düştüğü yer sabitleniyor. Siberpunk ve sanal gerçeklik meseleleriyle daha önce uğraşmadığı, bu konuya ‘yabancı’ olduğu açığa çıkıyor.

        YAN KARAKTERLER AKILDA KALACAK

        Belki bu alanlarda olup bitenler bilimkurgu hayranlarını doyurabilir. Ama net olarak söyleyebileceğimiz 107 dakikanın bu film için fazla uzun olduğu. Bunun yanında Mélanie Thierry, Tilda Swinton, Léa Seydoux gibi bu karakterin bilinçaltında, ‘Charlie’nin Melekleri’ misali canlanan tiplemelerin ince elenip sık dokunması sinemasal keyif aşılıyor.

        Bir anlamda filmi durağanlıktan alıp adrenalinle yüzleştiriyorlar. Müzikli pizza gibi, ‘zeki olmayan keşif’leri de unutturuyorlar. Waltz’un sonradan görme hacker Qohen Leth’i ise ne Jonathan Pryce’ın “Brazil”deki Sam Lowry’si ne de Bruce Willis’in “12 Maymun”daki James Cole’u gibi ürkek ama direnişçi profile yakışmıyor. Aksine onun başına takılan, kelleştirme amaçlı yapay peruktan itibaren bizi irrite eden bir hali var. Bu da biraz Gilliam’ın günümüz teknolojisinde yaşadığı ‘yaşlılık sendromu’na yorulabilir.

        YÖNETMENİN DÜŞÜŞ DÖNEMİNDE ÖRNEK OLUŞTURABİLİR

        Film ise, geçmişte olsa ‘el emeği göz nuru’ durabilecek camp efektlerin arasında ‘yaratım mı, gerçek mi?’ sorusuna ne kadar çekici, tartışılır. 1.85:1 formatı işçiliğe katkı veriyor. Ama “Matrix”in sorduğunun ötesinde “Aşk” ile canlanan ‘sanal aşk’ meselesinin titizliği burada yok. Yan karakterler hariç… Waltz’un ‘kalıp’ olarak karakterine uyumsuzluğundan başlayan zamanı geçmişlik filmin ruhunu etkisi altına alıyor.

        “Sıfır Teorisi”, şüphesiz Gilliam’ın sallantıdaki son 15 yılında “Kabuslar Diyarı” ve “Vegas’ta Korku ve Nefret” (“Fear and Loathing in Las Vegas”, 1998) ile en alt sıraya yerleşiyor. Bu devrenin en önemli işi ise 2010’da vizyona giren, yönetmenin Dr. Caligari’ye cevabı olarak da anılabilecek “Dr. Parnassus” (“The Imaginarium of Dr. Parnassus”, 2009).

        FİLMİN NOTU: 5.5

        Künye:

        Sıfır Teorisi (The Zero Theorem)

        Yönetmen: Terry Gilliam

        Oyuncular: Christoph Waltz, Tilda Swinton, Melanie Thierry, Matt Damon, Ben Whishaw, Léa Seydoux

        Süre: 107 dk.

        Yapım yılı: 2013

        BU DOĞADA YAŞAMAK ZOR

        Ferit Karahan’ın ilk filmi “Cennetten Kovulmak”, Kürt sorununa bir kesişen hayatlar hikayesi üzerinden bakıyor. Muş ile İstanbul arasında köprü kurarken, bunu bir görsel ayrımla da tanımlamasını biliyor. JİTEM meselesine içerden ve dışarıdan bir bakışla kafa yoruyor.

        İstanbul’da Kürt işçilerin çalıştığı bir inşaatta çalışmaya başlayan Emine ile onun muadili gibi duran, Muş’ta kalabalık bir Kürt ailesinin kızı Ayşe, sıkıntılı iki birey. Ama onların bu bunalımını tetikleyen nedir? Aslında “Cennetten Kovulmak” bu sorununun cevabını baştan veriyor. Ardından bunun arkasında yatan boşlukları tamamlamaya çabalıyor. Gerçek bir azınlık mücadelesinden ziyade Kürt kültürüne hem içeriden hem dışarıdan bakış amaç.

        CENNETTEN KOVULMAK ONLARA YARAMIYOR

        İstanbul’a göç eden Kürtlerin arasına sızan şehirli kadının şehit olan kardeşi yoluyla yaşadığı duygu ile askeri çatışmanın orta yerinde kalan Muşlu kızın derdi aynı gibi. Ama buna ölüm, tabut gibi kavramlar eklenince “Güneşe Yolculuk” (1999) meselesi biraz “Min Dit” (2009) ile birleşmiş duygusu uyandırıyor.

        Bu konuda Daniele Spele’nin etkileyici müziğinin sömürüye kaymadan işini halletmesi, sinematografinin büyük oranda özenli çalışması da ekleniyor. Cennetten kovulan iki tipleme o kadar zor durumdaki, tekrar cennete dönmelerini sağlayacak birilerine ihtiyaçları var. Cehennemde, Hades’te kalmak onlara yaramıyor.

        GÖRSEL BİR TUTARLILIK VAR

        Film de bu duruma grinin tonları üzerinden yaklaşıyor. Sallanan kamerayı, muhtemelen maddi kısıntılar sebebiyle biraz fazla abartması dile zarar verirken tutarlı bir görsellik izliyoruz. Röntgencilik İstanbul’da öne çıkarken, Muş’ta genel planlar ve bakış açısı planları bunun yerine geçiyor. Orada gerçek insanları görüyoruz. Burada sürekli bir takip, mahremiyeti bozma hali hakimiyet kuruyor.

        Karahan da bu ikilinin karşılaşmasının hikayesini açılış ve kapanış sekansı arasında müthiş bir köprü oluşturarak sağlamış. Boş laf söylemeden derdini görüntü ile anlatmış. Amatör “Press”in (2008) yardımcı yönetmeni olmasına karşın, kariyerini bir tık yukarı taşıyan bir işle karşımıza çıkmış. Bunalımlı tiplemeleri kavrama gücü iyiye yakın…

        İLK FİLM ZAAFLARI DİKKATLERDEN KAÇMIYOR

        Ancak belgesel karakteri gibi planlanan tiplemeler, özellikle giriş bölümünde, ilk 30 dakikada çok fazla içine alamıyor bizi. Bu durumun yol açtıkları, karşımıza neler çıkarıyor? Aslında kurmaca karakteri olmayan filmde bir çatışma, tez, antitez göremiyoruz. Bu da büyük oranda “Cennetten Kovulmak”la olan bağımızı koparıyor. Karaktersizlikle fikir biraz yolda kalıyor. Hikaye kurgusunun iyi kullanılmamasına, yer yer kareleri bağlama sıkıntıları da eklenince çözüm çaresiz bir şekilde ölüm, JİTEM, aile, kayıplar gibi temaları idare etmek oluyor.

        “Cennetten Kovulmak”, bir insanlık suçunun orta yerinde kalan iki karakterin öyküsü. Biri beyaz Türk, diğeri Kürt bu iki tiplemenin “İçimdeki Yangın” (“Incendies”, 2010) benzeri bir çatıya oturtulduğu kesin. Muş’un hafif klostrofobik dünyası ile İstanbul’un medeniliği ise bu duruma yansıyor. Film de derdini anlatmakta fazla sıkıntı çekmeden gizli saklı bir olayı tarafsız bir bakışla yansıtıyor.

        Ezgi Asaroğlu ve Rojin Tekin’in performansı filme bir getiri sağlarken, yan oyunculardan bir katkı alınamıyor. Görüntü yönetmeninin ise sıkıntısı biraz maddi gibi duruyor. Her şeye rağmen sinemaskopta soğuğu kavrama, açılış ve kapanış sekansında renklerin kayması dışında iyi işliyor. Vizyon kopyasını bilemem ama filmin büyük ödül kazandığı 50. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde izlediğimiz dijital kopyada böyle bir ‘renk düzeltme’ aşaması sıkıntısı vardı.

        FİLMİN NOTU: 4.5

        Künye:

        Cennetten Kovulmak

        Yönetmen: Ferit Karahan

        Oyuncular: Ezgi Asaroğlu, Rojin Tekin, Jülide Kural, Gülistan Acet

        Süre: 102 dk.

        Yapım yılı: 2013

        SADECE TEKNOLOJİ ŞOVU

        Çizgi roman uyarlamalarında artan ‘yeni sürüm’ denemelerinin arasında kuşkusuz en ayakları üzerinde duramayanı “İnanılmaz Örümcek-Adam”dı. Destansılık, karizma, metalik renkler ve gerçekçiliği çocuksulukla birleştiren anti-gençlik filmi şablonuyla öne çıkmak fayda etmemişti. Burada ise onun devam filminde serinin en zayıf halkasını izlerken, teknolojinin yorucu hale geldiğini ve sanki perdede ışıklarını, şamatasını çok uzaktan gördüğümüz bir karnavalı andıran boş bir siluetin belirdiğini görebiliyoruz

        Destansı ve karizmatik yaklaşımıyla 2002-2007 arasındaki serinin ‘çocuksu’luğunu, pastel renklerini ve çizgi roman algısını alıp götüren bir ‘reboot’ (‘yeni sürüm’)… ‘İnanılmaz Örümcek-Adam’ (‘The Amazing Spider-Man), çıktığı yolda çokça aşama kaydediyor, derelere tepeleri aşıyor. Bunun için de çaba sarf ediyor. Özellikle Johnny Marr ile Pharrell Williams’dan gelip Hans Zimmer’a katkı yapan hip-hop, elektronik müzik ve rock içerikli besteler çok uğraşılmış duruyor.

        UĞRAŞA İTİRAZIMIZ YOK AMA…

        Webb, estetik üzerine görünürde kafa yoruyor. Ama ilk filmde bakış açısından ve düz kamera kaydırmalarıyla karaktere tutunup ritmi belirleyen ‘ara sekanslar’ burada yok. Aksine Örümcek Adam ya da Peter Parker’ı, aşkı ve düşmanları ile mücadele ederken görüyoruz. Psikolojik melankolisine, büyüme döneminin ‘asi’ sancılarına adapte olmuyoruz. Bunlar arasında Green Goblin tanıdık.

        Willem Dafoe’nun yerine Dane DeHaan var aslında. Doğrusu palyaçomsu ve damıtılmış haliyle dikkat çekiyor. Ama esasen Jamie Foxx’un Electro’sunun bir anda bir ‘elektronik müzik objesi’ne dönüşmesi son sahnedeki tempoya katkı yapıyor. “Tron Efsanesi”ni (“Tron: Legacy”, 2010) akla getiriyor. “İnanılmaz Örümcek-Adam 2” (“The Amazing Spider-Man 2”, 2014), usturuplu bir çizgi roman uyarlamasından ziyade yüksek bütçeli bir teknoloji şovu olarak öne çıkmak istiyor. Geri çekilip kuşbakışı bakınca ise geride bir şey bırakmayan bir karnavalı ya da eğlence parkını andırıyor.

        SERİNİN EN ZAYIF HALKASI

        Hiçbir şekilde hız kesmeden ilk filmdeki anti-kahramanlarla dolu, “Çılgın Liseliler”i (“Rushmore”, 1998) hatırlatan anti-gençlik filmi şablonunda olup bitenleri ileri taşıyor. Aksiyona zirve yaptırınca görsel cümbüş de bir anlamda özdeşleşme ile gerçekleşiyor. Bizi perdeye bağlıyor. Garfield ve Stone’un aşkıyla samimiyet aşılanıyor. Ama sanki bu ‘Örümcek Adam’ filmi bütçeyi çok fazla abartmanın zararını görüyor. Çocuksuluğu yitirmek isterken kendini çocuksuluğun orta yerinde, ‘metalik’ sıfatını terk edip parlak renklere bulanmış buluyor.

        Zaten ‘yeni sürüm’ olarak “Man of Steel” (2013) kadar becerikli bir iş yok ortada. Burada ‘seri üretimin seri üretimi’ne kayınca olanlar oluyor. Bana kalırsa en zayıf ‘Örümcek Adam’ filmi, “Aşkın (500) Günü”nün (“(500) Days of Summer”, 2009) mucizevi yönetmeni Webb’in filmografisindeki yerini almakta sıkıntı çekmiyor. Zaten “İnanılmaz Örümcek Adam” (“The Amazing Spider-Man”, 2012) damaklarda pek iyi tat bırakmamışken bu deneyim de şaşırtmıyor.

        FİLMİN NOTU: 3.2

        Künye:

        İnanılmaz Örümcek-Adam 2 (The Amazing Spider-Man 2)

        Yönetmen: Marc Webb

        Oyuncular: Andrew Garfield, Emma Stone, Jamie Foxx, Felicity Jones, Paul Giamatti, Dane DeHaan

        Süre: 142 dk.

        Yapım yılı: 2014

        AMERİKAN PANSİYONU

        “İspanyol Pansiyonu”nda bir araya gelen dört karakter, sinemadaki üçüncü buluşmalarında soluğu New York’ta alıyor. Klapisch’in durumlardan, kültür farklarından ve romantizmden mizah çıkarıp çerçeveyi doldururken yormama becerisi buraya da yansıyor. Böylece “Aşk Bilmecesi”, keyifli, anlamlı ve akıcı bir romantik-komediye dönüşmekte zorlanmıyor. Buluşmayı da ‘uluslararası bir platform, her zaman anlık coşkuyu arttırabilir’e bağlıyor.

        Cédric Klapisch rahatlıkla Fransa’nın ‘kendini iyi hisset filmi’ yaratıcısı olarak anılabilir. Onun filmlerini kucaklayarak mutlu olmak hakkınızken, boş bir eğlence’ olduğunu söylemek de gayet mümkün. Ama kesin bir şey var o da yönetmenin senaryodan oyuncu yönetimine, kurgudan sinematografiye kadar her şey üzerine kafa yorması. Romantizmden ve durumlardan oluşan komedide becerikli olması. Biraz kendi dünyasının dışında çıktığında da “Paris” (2007) gibi 130 dakikalık bir pembe diziye imza atabilmesi…

        BİLDİĞİMİZ DÖRTLÜNÜN ÜÇÜNCÜ SERÜVENİ

        “İspanyol Pansiyonu” (“L’Auberge Espagnole”, 2001) ile Xavier (Romain Duris), Martine (Audrey Tautou), Isabelle (Cécile de France) ve Wendy’nin (Kelly Reilly) maceralarına başlamıştık. Barselona’daki fazlasıyla kozmopolit otel, tam bir ‘kültür farkları komedisi’ hazinesiydi. Aşıklarıyla, çapkınlıklarıyla, şaşkınlıklarıyla yerine cuk oturuyordu. Klapisch için de büyük oranda başlangıç ya da adını duyurma anlamına geldi. Onun Duris ile birlikteliği ise Fransa’nın yakışıklı jönünü doğurdu.

        Buradan sonra bu sahne kimliği ile şanına şan kattı oyuncu. “Rus Bebekler” (“Les Poupées Russes”, 2005) ile St. Petersburg’un ardından bu kez bu dört karakteri Fransa ve ABD arasında bir hatta izliyoruz. Yine Xavier çapkınlıkta sınır tanımayıp, Fransız sevgili, İngiliz sevgili ve lezbiyen arkadaş arasında gidip geliyor. Muhabbetlerde ise bir değişiklik yok.

        FLASHBACK VE KURGU SÜRPRİZLERE AÇIK

        Değişik yaşlarda aynı hedef, aynı mizah, aynı durumlar… Tek fark eski sevgili Martine’in yatakta daha iyi olması, Xavier’nin romanlarını daha felsefi yazabilmesi gibi püf noktaları. Ve de elbette düşler ülkesinde ‘anlaşmalı Çin nikahı’nın yükledikleri. Isabelle gün geçtikçe daha çapkınlaşmış, Xavier ise başka bir kadına açılmadan evlenmiş. Wendy ile birlikteliğin tam finale erdiği noktada başka bir ülkede bir aşk koşuşturmacası başlıyor.

        “Aşk Bulmacası” (“Case-Tête Chinois”, 2013), flashback eğrisi açık bir film. Beklenmedik bir anda sürprizli bir geri dönüşle karşılaşabiliyorsunuz. Kurgunun ‘karton yapımı karakterler’den tutun ekran bölmeye, paralel kurgudan hareketten kesmeye kadar bütün teknikleri usulca yerleştirdiği çok açık.

        ÜÇ KADIN, BİR ERKEK İLE EĞLENCE GARANTİ!

        Böylece üç kadın ve bir erkekten yürüyen, normalde sübyancılığa girecek bir aşk dörtgeni start alıyor bir kez daha! Bu sefer karakterimizin buluşmasının üzerinden 10 sene geçtiği için bu buluşma komedisi daha keyifli, daha çok malzemeye sahip. Lawrence Kasdan filmleri kadar da insani değil. Eğlence ana yapıyı oluşturuyor.

        Klapisch Xavier’nin hayatındaki leziz durumları diziyor. Ardına da yan karakterlerin katkısını ekliyor. Yazarlık, sperm babalığı, lezbiyenlik, seks arkadaşlığı, uzun süreli evlilik gibi kavramlar zirve yapıyor. Yalanların gürle gittiği, bunu kimsenin umursamadığı bir tempo bizi alıp götürüyor. Klapisch dünyası renkli bir cümbüşe dönüşüyor. Skype ile kurulan bağlantılar da bu enerjiye çok şey katıyor.

        FİLMİN NOTU: 6

        Künye:

        Aşk Bulmacası (Case-Tête Chinois / Chinese Puzzle)

        Yönetmen: Cédric Klapisch

        Oyuncular: Audrey Tautou, Romain Duris, Cécile de France, Kelly Reilly, Sandrine Holt

        Süre: 117 dk.

        Yapım yılı: 2013

        SUÇLU, AŞIK VE DONANIMLI

        Sean Connery’nin “Korkunç Soygun”daki Anderson’ı gönülleri fethetmiştir. Dom Hemingway karakteri de burada Jude Law’un yüksek kavrama becerisini arkasına alarak bu durumu İngiliz kara komedisine uyarlıyor. İleride bir ‘soyguncu güldürüsü’ olarak anılacak eser, özenli diyalogları, filtrelerle yükselen plastik sinematografisi ve sınırları zorlayabilme potansiyeliyle öne çıkma derdinde. “Dom Hewingway”, çıtayı çok yukarıya koymasa da alanında ufak tefek eksikleri olan, büyük oranda eli yüzü düzgün bir işe dönüşüyor.

        Eski bir ‘safe-cracker’ ya da ‘kasa soyguncusu’ karakterin tüm şanını, şöhretini, tutumunu dış dünyaya taşımasının öyküsü. Bu farklılıktan, zıtlaşma mizahından beslenirken cinselliği de işin içine dahil eden eser, tipik bir İngiliz kara komedisi. 80’lerin Britanya gangster filmlerinden sıçramış karakterini bu yönelimle bir ‘Guy Ritchie’ eksenine taşıması da bu durumu ortaya koyuyor.

        JUDE LAW ADETA DÖKTÜRÜYOR

        Amerikalı yönetmen Richard Shepard, dizileri olsa da kendi projelerini senaryo imzasıyla beslemeyi seven bir isim. Burada da diyalog yetkini mizah duygusunu bize geçirmeyi beceriyor. 20 yılı aşan kariyerinde “Matador” (“The Matador”, 2005) kadar uyumsuz, antipatik ve kaba olmadan idare ediyor bu kez. Bunun da sebebi büyük oranda oyuncuların katkısı…

        Law’un yanı sıra Richard E. Grant’ın, Demian Bichir’in de hafif karikatürize tiplemeleri ‘Dom Hemingway’in peşine takılıyor. Law, çekici yerel aksanından sınırları zorlama becerisine, çıplak dolaşarak yaptıklarından star alışkanlığına kadar her şeyiyle bir karakter yaratıyor. Dom’un adından hareketlerine kadar kalıcı bir duruşu olduğu açık. Film de onun üzerine gitmeyi seçiyor.

        KARİZMATİK SUÇLU HİKAYESİ ÇOK KALICI DEĞİL

        “Korkunç Soygun”un (“The Anderson Tapes”, 1970) ‘afili soyguncusu’ misali tipleme de, 12 yıllık hapis hayatının ardından suç dünyasına geri dönmenin peşinde bir ‘eski toprak’ kıvamında... Burada onun arkasına takılan arka planlardaki plastik görüntü yönetimi sanki. Büyük oranda duvarları boyayarak elde edilen görsel yapının, yeşil, mavi, kırmızı gibi renklerle dünyaya uyum sağlarken aksanın arkasını doldurduğu görülüyor.

        Kurgu, Boyle, Ritchie gibi yönetmenlerle boy ölçüşemese de diyalog katısı bir Matthew Vaughn kalitesi getiriyor karşımıza. “Dom Hemingway”, ‘Law ve diğerleri’ olarak anılacak karizmatik bir suçlu hikayesi… Ama alanında çok yüksek yerlere ulaşmayı reddettiğini de eklemeliyiz. Sadece Law’un en yetkin performanslarından birinin çıktığı yer olarak dikkat çekecektir.

        FİLMİN NOTU: 5.5

        Künye:

        Dom Hemingway

        Yönetmen: Richard Shepard

        Oyuncular: Jude Law, Richard E. Grant, Emilia Clarke

        Süre: 97 dk.

        Yapım yılı: 2013

        YILMAZ GÜNEY’İN KEMİKLERİNİ SIZLATIR MI?

        Yılmaz Güney hayranı bir yönetmenin kişisel haykırışı olarak anılabilecek fantastik yol filmi “Lal”, Semir Aslanyürek’in yöresinden sesleniyor. Ama “7 Avlu” gibi usturupluya yakın bir sinema dili oturtmayı özellikle arzulamıyor. Her şeyi yalapşap halledilmiş, kurgusundan sinematografisinde evrensel kriterlerde ‘çöp’ ya da ‘amatör’ olarak anılabilecek bir işle yüzleşiyoruz. Bu aşamada sinema sevgisi araya girmek için yeterli değil.

        Her ülkenin tarihinde önemli bir figür varsa onunla ilgili filmler de üretilebilir. Amerika’da Hitchcock, İsveç’te Bergman, Fransa’da Godard üzerine fetişizm yapan isimler gayet doğal. Ama bunu yaparken yerel motiflerin dışına çıkmadan, sözü geçen ustayı kendi dünyasına sıkıştırırsanız esas sıkıntı orada başlar. Sözgelimi Erden Kıral’ın “Yolda”sı (2005) böyle bir sorundan mustaripti.

        ÇÖP FANTASTİK KAHRAMANLARI

        Atıf Yılmaz’ın Türkan Şoray fetişizmi için filmler çektiği yılları da göz önünde bulundurunca “Lal” (2013) aslında çok önemli olmayan bir mirasa ağıt anlamına geliyor. “Yol”un (1982) yapısını Antakya-Antalya arasında geçen yol üzerinden uyguluyor. Homeros’un Odysseia’sından esintiler taşıyan fantastik bir yolculuğun sözünü veriyor.

        Ezel Akay, Emre Altuğ, Feride Çetin araya giren eğreti masal anlatıcıları kıvamındalar. Özellikle Akay’in şaşkın gözlerinin yapaylığıyla kelimenin tam anlamıyla çöp bir fantastik film kahramanına dönüşmesi gözlerden kaçmıyor. Zaten filmin sinematografisi ve kurgusu da son derece amatör.

        Aslanyürek kişisel hikayeler anlatabilir ama son dönemdeki en kalburüstü işi “7 Avlu”daki (2009) gibi bir dil de oturtmak zorunda. “Lal”, ne isminin anlamının peşine koşmamızı sağlıyor, ne 70’lerin mizansenini kurabiliyor, ne de yazılan karakterler sunabiliyor. Aksine arka planda başka bir şey olmadan üreyen planları üst üste bindirirken, performans verdiğini anlamayan oyunculardan medet umuyor.

        IŞIK, KURGU VE AÇILAR FAZLASIYLA AÇIKLAYICI

        Büyük ölçüde bu yapaylık düşük bütçeyi açığa çıkarıyor. Sanki Türk işi “Nerdesin Be Birader?”i (“O Brother Where Art Thou?”, 2000) izlerken akademisyenlik yapan Aslanyürek’in, en son Tarkovsky’de kaldığına ve 30 senedir sinemayı takip etmediğine dair şüphelenmemizi sağlıyor. Neyse ki genç kuşak geldi de artık dünya sinemasını yakından takip eden isimler çoğaldı. Yoksa 80’li 90’lı yıllar, kolaycı, üşengeç ve ‘pespaye’liği ciddiye alan yönetmenlerle (bkz. Ersin Pertan, İrfan Tözüm) bir ulusal sinema haritası yaratacaktı.

        Yönetmen burada milattan öncesinin, antik Türkiye’nin sinemasını yapıyor. Açı, kadraj tercihlerinden ışığın, sisin ‘bilgisayar başı’nda eklemlendiğini hissettirmesine kadar her şey bu durumu anlatıyor. Neredeyse kurgusuzluk ve ölçüsüzlükten yaralanıyor. Sanki rastgele çekilip bağlanmış planlar, kötü oyunculuklarla dengeleniyor. Bu uyum da sersemletici! “Endişe” (1974) filminin Antalya galasına yetişme arzusundaki duygusallık da hiçbir yere bağlanamıyor.

        FİLMİN NOTU: 2

        Künye:

        Lal

        Yönetmen: Semir Aslanyürek

        Oyuncular: Ata Murat Kalkan, Erkan Can, Emre Altuğ, Asiye Dinçsoy, Feride Çetin

        Süre: 87 dk.

        Yapım yılı: 2013

        MESAJINIZ VAR’IN KÜRESELLEŞME KARŞITI VERSİYONU

        Haftanın en kayda değer filmi “Sefer Tası”nı Ekim’de 12. Filmekimi kapsamında izleyip kaleme almıştım. O yazının linki için tıklayın: http://www.haberturk.com/kultur-sanat/haber/882288-filmekiminden-bes-film

        FİLMİN NOTU: 6.3

        Künye:

        Sefer Tası (Dabba / The Lunchbox)

        Yönetmen: Ritesh Batra

        Oyuncular: Irfan Khan, Nimrat Kaur, Nawazuddin Siddiqui

        Süre: 104 dk.

        Yapım yılı: 2013

        KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU

        300: Bir İmparatorluğun Yükselişi (300: Rise of an Empire): 5

        Adalet İçin (Michael Kohlhaas): 5.4

        Aile Sırları (August: Osage County): 4

        Ammar: 4.5

        Aşk (Her): 8.3

        Aşk Oyunu: 3

        Baskın 2 (The Raid 2: Berandal): 5.3

        Bırakmak İstiyorum: 0.5

        Bi Küçük Eylül Meselesi: 5.5

        Binlerce Kez İyi Geceler (A Thousand Times Good Night): 4.3

        Bizum Hoca: 1.5

        Büyük Budapeşte Oteli (The Grand Budapest Hotel): 7.3

        Büyüler Evi: Sihirbaz Kedi (The House of Magic): 6.3

        Çocuk Büyüme Rehberi (No Se Aceptan Devoluciones / Instructions Not Included): 4

        Eyyvah Eyvah 3: 2

        Frankenstein: Ölümsüzlerin Savaşı (I, Frankenstein): 5.5

        Gloria: 6.8

        Gulyabani: 5.5

        Güzel ve Çirkin (La Belle et La Bête): 4.7

        Hayaletli Ev (The Haunter): 4.5

        Hayat Sana Güzel: 4

        Hazine Avcıları (The Monuments Men): 4

        Herkül: Efsane Başlıyor (The Legend of Hercules): 3.8

        İtirazım Var: 6.3

        Joe: 6.2

        Kan Kokusu (We Are What We Are): 5.8

        Kapital (Le Capital / Capital): 5.8

        Kaptan Amerika 2: Kış Askeri (Captain America: The Winter Soldier): 5.5

        Karlar Ülkesi (Frozen): 6.2

        Kemerlerinizi Bağlayın (Allacciate le Cinture): 2.5

        Kış Masalı (Winter’s Tale): 5.4

        Kızım İçin: 3.5

        Köksüz: 3.5

        Lego Filmi (Lego Movie): 7.4

        Mandela: Özgürlüğe Giden Uzun Yol (Mandela: Long Way to Freedom): 4.1

        Mandıra Filozofu: 4.5

        Mavi Dalga: 4.5

        Mavi Ring: 1.7

        Meddah: 2

        Meydan (Al Midan / The Square): 5.5

        Mr. Banks (Saving Mr. Banks): 5.5

        Muhteşem Güzellik (La Grande Bellezza / The Great Beauty): 7.5

        Non-Stop: 3.5

        Nuh: Büyük Tufan (Noah): 6.5

        Ömer (Omar): 4.8

        Para Avcısı (The Wolf of Wall Street): 6.9

        Peri Masalı: 0.8

        Recep İvedik 4: 3.5

        RoboCop: 4.9

        Sadece Aşıklar Hayatta Kalır (Only Lovers Left Alive): 7.7

        Sadece Sen: 4.9

        Sınırsızlar Kulübü (Dallas Buyers Club): 4

        Silsile: 3.5

        Soğuk: 3.4

        Son Kalan (Lone Survivor): 2.5

        Sonsuz Aşk (Endless Love): 2.8

        Sürgün İnek: 3.5

        Şarkı Söyleyen Kadınlar: 5

        Vampir Akademisi (Vampire Academy): 3.5

        Yasak Aşk (Two Mothers): 5.8

        Yves Saint Laurent: 2

        Zaman Makinesi 1973: 2.5

        Not: Yıldızlar, 10 üzerinden verilmektedir.

        Diğer Yazılar