Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        16 MAYIS FİLMLERİ

        1998 tarihli Amerikan uyarlaması ile hayal kırıklığı yaratan Japon dev canavar filmi klasiği “Godzilla” (1954), bu kez yenilikçi ve dönüştürücü yönetmen Gareth Edwards’ın elinde alıyor soluğu. 2014 model “Godzilla”, geleneğine saygı duruşunda bulunurken stüdyo alışkanlıklarına karşı çıkan bir ‘yeniden çevrim’ ya da ‘yeni sürüm’ örneğine dönüşüyor. A sınıf efektleri iyi kullanırken, alt türün kalıplarıyla oynayan yönetmeninin seyirciyi yerine çivilemekten ziyade şaşırtmak hedefli stratejilerinden sonuç alıyor.

        Japon sineması tarihinin radyasyonla mutasyona uğraşmış devasa canavarı… Amerika’nın emperyalist politikalarının doğurduğu bir mahluk… 2. Dünya Savaşı’ndaki iki ağır saldırının yol açtığı nükleer felaketin acılarının geri dönüşü… ‘Godzilla’ (‘Gojira’), sinema sahnesinde 1954’deki ilk filminden bu yana sayısız esere malzeme oldu. Nükleer Savaş’ın atıklarının oluşturduğu, Japonca ana dilinde ‘goril’ ve ‘balina’yı birleştiren bir deniz canavarı olarak öne çıktı.

        PROJE NİYE ORTAYA ÇIKTI?

        Hollywood’da bugüne değin 1998’de Sony Pictures’ın ‘Jurassic Park’ın fenomene dönüşmesini fırsat bilerek projelendirdiği bir yeniden çevrimdi. Şimdilerde ise ya klasikleşmeyi garantileyen “Canavar” (“Cloverfield”, 2008) gerçeğinin etkisiyle ya bilimkurgu üretiminin furya haline gelmesiyle ya da ‘dış tehdit’i öne çıkaran aksiyon, politika yüklü tür filmlerinin satması sebebiyle canlandı. Böylece “Pasifik Savaşı”ndan (“Pacific Rim”, 2013) sonra kaiju filmlerinin (Japon dev canavar filmi) nostaljisini yaşatan bir başka eser daha aramıza katıldı.

        Orada del Toro’nun dönemin efekt teknolojisini görünürde ‘profesyonel’leştirerek kullanması, kuru gürültü, Z sınıf oyuncular ve bayağı karakterler içerse de haşmetli düello/dövüş sahnelerini karşımıza çıkarıyordu. Ama işin özü Tarantinesk anlar olunca sonuç ‘hayal kırıklığı’ idi. Daha ziyade çocukları hedefleyen çizgi dizi ya da Japon animesi damarı, retro bir eğlenceyle bütünleniyordu. Burada ise Gareth Edwards başka bir yola sapıyor.

        SANKİ ‘MOTHRA VS. GODZILLA’NIN YENİDEN ÇEVRİMİ

        Yine özündeki eserin anlamını biliyor yönetmen. Japonya’da çekilen “Mothra vs. Godzilla” (“Mosura Tai Gojira”, 1964) adlı devam filminin izinden gidiyor. Mothra o zamanlar güveye benzediği için bu ismi almıştı. Del Toro’nun “Pasifik Savaşı” için “Godzilla vs. Mechagodzilla” (“Gojira Tai Mechagojira”, 1974) ile kurduğu belirgin ilişki, burada da bambaşka bir ‘düşman’ konusunda var. Ama mesele Mothra ikizleriyle mücadeleye kadar ulaşıyor. Bekleneceği gibi Gareth Edwards, “İstila”nın (“Monsters”, 2010), uzaylı canavar istilası modeline aşıladığı yenilikçiliği, soyutluğu kullanıyor.

        Orada yalnızlaşmaya itilen, aşk arayışındaki metropol insanı ile dünyayı kontrol eden uzaylı canavarlar ayrı hikayelerde karşımıza çıkmıştı. Bu da aslında birbiriyle karşılaşmayan bu varlıkları, orta yerde Sofia Coppola, Michelangelo Antonioni’vari bir ruhsal yabancılaşmaya tabi tutuyordu. El kamerası da kullanılan bu durum geleneksel senaryo kalıplarını yıkarken, uzaylı yaratık istilası filminin geleneğini de tersine çevirip seyirciyi şaşkına uğratıyordu.

        GELENEKSEL CANAVAR FİLMİ DEĞİL

        Burada da yönetmen, düz akan Amerikan canavar filmlerinin esasına uymuyor. “Godzilla”nın (1998) ‘Hollywood’ hayranlığıyla ayrımları netleştirip, o zamanın milliyetçi felaket filmleriyle bağ kurmasına bir anti-tez oluşturuyor. Japonya ile Amerika’nın el ele verip Ortadoğu veya Rus canavarıyla yüzleştiği savaş tabanına değil de içerideki mücadeleye dikkat çekiyor. Herkesi birbirinin elini tutması konusunda uyarıyor. Bu tehlikeli yaratık 1999’da küllerinden doğarken, bir anlamda 1998 tarihli Emmerich filminin o yılların klasik omurgasından beslenirken ‘emperyalizm’ aşılama algısını değişiyor.

        Bir süre sonra bu yeni Godzilla, arka planda tehdit oluşturan Mothra ikizlerinden hesap sormaya kalkıyor. Yıkılan binalar, yaralanan insanlar olsa da bu durum tamamen şans eseri gerçekleşiyor. Gerçek bir iyi-kötü, asker-düşman çatışması görmüyoruz. Hatta dost ile düşmanın kim olduğunu karıştırıyoruz. Felaket ya da kıyamet mizanseninde ise Nükleer veya Soğuk Savaş dolgusu çok öne çıkmıyor. Geçmişteki katilin, dış tehditin geri dönüşü keskin değil.

        2000’LERİN RETRO AŞKINDAN FAYDALANIYOR

        Bunun ötesinde hem 2000’lerde unutulan tür ve alt türlerin yeniden sinemaya armağan edilmesi, hem de ötekilerin merkeze yerleştirilmesi alışkanlığı canlanıyor. Edwards, askeriydi, araştırmacısıydı, annesiydi, çocuğuydu fark etmeksizin klasik bir tabanı izlemiyor. Ordu propagandasının, muhafazakar aile mesajlarının yerine nükleer tehdidin gelmesiyle birlikte sıkıntıya düşen insanların dramı alıyor.

        Arka planda Honolulu’ya sızan ise köprüyü de yıkmak, geceleri insanları da kıstırmak suretiyle bu iki dev canavar oluyor. Aralar vermek çekişmenin kanlılığına set çekiyor. Canavarların mücadelesini öne çıkarıyor. Edwards da aynen “İstila”da önden insanların, arkadan canavarların geçtiği sahnelerdeki gibi çalışıyor. İki ayrı senaryoyla bunları birbiriyle çarpıştırmıyor. Sadece tahminlere göre hareket ediyor. Pişti olmamak, sakil iyi-kötü çekişmesini devre dışı bırakıyor. “King Kong”tan (1933) itibaren gördüğümüz ‘en büyük canavarın rakipleriyle dövüşüp güç gösterisi yapması’ alışkanlığı öne çıkıyor. Ama bu, filmin tamamını oluşturuyor. Böylece 2005 tarihli “King Kong” yeniden çevrimi de A sınıf bir kardeş buluyor.

        SERİ ÜRETİM KONUSUNDA BECERİKLİ

        Edwards süreyi 123 dakikaya çekerek biraz irtifa kaybediyor. Ama Honda’nın “Godzilla” zeminine yapılacak ‘yeniden çevrim’ veya ‘yeni sürüm’ oluşumunda becerikli hareket ediyor. Gerçekçiliği bir karakter dramasına çevirirken, “İstila”daki ‘elektrikle şarj olan canavar’ gibi dahice keşifleri umursamıyor.

        Aksine Hollywood’un geleneksel canavar filminin ideolojik ve dramatik yaklaşımını yıkmak istiyor. Bunu da büyük oranda becerip farkını hissettiriyor yönetmen. Ama “Canavar”, “Yaratık” (“Gwoemul”, 2006) ve ‘King Kong’ yeniden çevrimi kadar başarılı olamıyor. Sadece “Pasifik Savaşı” ile akrabalık kurarken A sınıf efektlerle ondan bir gömlek üstün duruyor. Hollywood’la mücadelede doğru adımlar atıp bütçeyi idare ederken, dramatik dönüşlerle oynama kıvraklığıyla ve ufak göndermelerle dikkat çekiyor. “Godzilla” (2014), genelde emperyalist ve militarist çığlıklar eşliğinde gelen ‘yaratıkları veya canavarları öldürüp dünyayı kurtar!’ şablonunu devre dışı bırakıyor. “İstila”nın gerilla usulü ilerleyen modelinin değerini arttırıp işlenmesine olanak tanıyor.

        FİLMİN NOTU: 5.8

        Künye:

        Godzilla

        Yönetmen: Gareth Edwards

        Oyuncular: Aaron Taylor-Johnson, Bryan Cranston, Ken Watanabe, Elizabeth Olsen, Sally Hawkins, David Srathairn, Juliette Binoche

        Süre: 125 dk.

        Yapım yılı: 2014

        ‘ROGER RABBIT’ ETKİSİ YARATABİLECEK Mİ?

        Ülkemizin ilk live-action animasyon filmlerinden biri olmaya soyunan “İksir”, bu konuda ayağını korkak alıştırmadan ‘ana efektler’ konusunda sınıfı geçiyor. Tipik bir Hollywood usulü aile komedisi, tektipleştirilmiş karakterlerinden basit numaralarına, klişe yumağından fiziksel mizah anlayışına kadar canlanıyor.

        Sezon başında aşk filmi “Neva”yla (2013) beyaz perdedeki ilk sınavını hiç de iyi vermeyen Birkan Uz, burada hedef değiştiriyor. 20’li yaşlar enerjisini ve samimiyetini, 2.35:1 formatının zorluğuyla aktarmak gibi ağır bir yükün altına girmiyor. Aksine işin ucunu farklı bir noktaya götürüyor. Dedesinden konuşan bir horoz, iki kedi ile bir köpeğin miras kaldığı Kerem’in hikayesine odaklanıyor.

        BİR BAŞLANGIÇ OLMASINI UMUT EDİYORUM

        ‘Alvin ve Sincaplar’ın (‘Alvin and the Chipmunks’) çıkış arayan söz yazarı ana karakteri ile üç animasyon sincabın ilişkisini ele alan formülüyle akrabalık kuruyor. Ancak bunu, ‘büyülü iksir’le sarıyor. “İksir”, Türkiye’de pek görülmeyen live-action animasyon film örneklerinden biriyle çıkageliyor. Yani gerçek oyuncularla çizgi karakterleri bir araya getiren denemesiyle atılım yapmak istiyor. Özellikle “Masum Sanık Roger Rabbit” (“Who Framed Roger Rabbit”, 1988) ile ABD’de ‘para makinesi’ne dönüşüp ‘tam zamanlı projeler’e girdi sağlayan bu şablon, son dönemde ‘Stuart Little’, ‘Scooby-Doo’, ‘Şirinler’ gibi serileşen üretimlerle biliniyor.

        Bizde de dileğimiz bu. Bu film özelinde ise ana hayvan karakterlerinin yerinde kavrandığı, bilgisayarda doğru şekillendirildiği söylenebilir. Keremcem ve diğer oyuncuların onlarla aralarına bir çizgi koymak için uğraşmaları filmdeki kimi yapay efektler de ‘yama’ gibi gözükmüyor. Aksine aile komedisine odaklanıyoruz. Sadece yan karakterler, örneğin yolda çıkan eşekler ‘yapıştırılmış’ duruyor.

        BÜLENT ÇOLAK FİLMİN CAN SİMİDİ

        Buna paralel olarak ‘kötü bilim adamı’, ‘bilim adamı dede’nin formülünü çalarak hareket ediyor. Aslında yüzü yeşil sıvıya bulanıp ‘Flubber’ çıkarımı yapan ‘çömez’ Bülent Çolak, patron Bülent Çakrak’tan daha başarılı. Sakarlığıyla tipik bir Hollywood karakteri izlenimi bırakıyor. Bu durum “İksir”i mizahi açıdan kalkındıran öğe oluyor.

        “Arkadaşım Max” (2013) kadar yüksek bir kurgu başarısı göremesek de kimi anlarda konuşma baloncukları anlatıya eşlik ediyor. Daha ziyade live-action ile animasyon arasında ‘sadece ben duyabiliyorum’ esprileri eğlendiriyor. Seda Güven ve Cansu Tosun ise güzellikleriyle kalıyor.

        KENDİNİ CİDDİYE ALMAYAN AİLE KOMEDİSİ

        “İksir”, alanında Türkiye için becerikli bir iş. Didaktizme fazla kaymadan, kendini ciddiye almadan ve süre haddini aşmayan bir formül filmi. Hollywood’un live-action animasyon denemeleri gibi bir yol açacaktır. Ama bu “Masum Tanık Roger Rabbit”ten ziyade ‘bilgisayar animasyonu’yla üretilmiş modellemelere sahip.

        Bu durum da Uz’un filminin zaten bu bileşimin olgun filmlerine de sızmaya başladığı bir dönemde ‘ciddiye alınmayan aile komedisi’ alanında iddiasızca durmasını sağlıyor. “Arkadaşım Max”la kısa aralıklarla bu türde belli bir seviyeye ulaşan eserler görmek şimdilik umut verici.

        FİLMİN NOTU: 4.4

        Künye:

        İksir

        Yönetmen: Birkan Uz

        Oyuncular: Keremcem Dürük, Oğuz Oktay, Seda Güven, Cansu Tosun, Bülent Çolak, Bülent Şakrak

        Süre: 83 dk.

        Yapım yılı: 2014

        ÇÖP BİLİMKURGU ANİMASYONU

        ‘Uzay Yolu’ (‘Star Trek’) esintili üç boyutlu bir yerli bilimkurgu animasyonu… “Uzay Kuvvetleri 2911”, Türk kaptanlar arasında uzayda geçen, farklı ırkların ve gezegenlerin de içine dahil olduğu bir serüveni izliyor. Ancak motion capture (hareket yakalama) teknolojisinin çok eski çağlarından gelmiş izlenimi bırakan çizgileriyle ucuz bir animasyona dönüşmekten kurtulamıyor. Eğer taze bir start için en dip noktayı görmek gerekiyorsa, “Dünyayı Kurtaran Adam”ın çizgi film şubesi sabırlı seyircileri bekliyor.

        Elbette bir sektörde sermayenin ve kârın artmasına doğru orantılı olarak üretim de çoğalır. Ancak bu noktada yapılabilecek, ortaya çıkan filmlerin o ülke sinemasının geleceğine etkisini ve sinema sanatının evrensel kriterlerine uygunluğunu tartışmaktır. 2000 öncesi ülkemizde animasyon denemeleri oldu. Ama “Zeytin’in Hayali” (2009), “Allah’ın Sadık Kulu: Barla” (2011), “RGG: Ayas” (2013) ve “Uzay Kuvvetleri 2911” (2014) yeni milenyumda furyalaşma emareleri gösteren animasyon kolunun dört ‘nadide’ halkası… Bunları birbiriyle toplayıp, çarpınca bile yine ‘vasat bir film’ çıkmıyor karşımıza…

        GERÇEKTEN VAHİM DURUMDAYIZ

        Ancak ilginçtir halen ABD’de Pixar ile DreamWorks’ü rekabete sokan saf bilgisayar animasyonu üretimimiz yok. Düşler ülkesinde sektörün yüzde 90’ını oluşturan bu alan, zorluğundan ve maliyetinden ötürü buralara uğrayamadı. Yukarıda sözünü ettiklerim arasında Said Nursi’nin Barla sürgününü ele alan ikincisi ve konumuz olan “Uzay Kuvvetleri 2911” hareket yakalama (motion capture) teknolojisiyle ilerliyor. ABD’den ithal bu teknoloji, ilk denemesindeki benzer sorunları tekrarlıyor. Senkronizasyon sorunu, şaşı bakan gözler ve hareket yakalarken baltalanan sahicilik… Aslında bu gayet doğal bir süreç…

        Zira biz, geçmişte animasyon denemelerimiz olsa da bu konuda bilinçli değiliz. İster istemez de Disney’in ilk uzun metrajlı el çizimi animasyonu “Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler”i (“Snow White and the Seven Dwarfes”, 1937) gibi bir yol göstericiye ihtiyacımız var. Açıkçası “Allah’ın Sadık Kulu Barla”nın iki milyon kişiyi geçen gişesiyle bu feneri taşıması kolaylaştı. Ancak din propagandası olması, ‘alt kültür kolu’na dahil olmasına yol açtı. Bu bilgisayar bazlı teknolojinin 2000’lerde hem teknik detaycılık hem maddi geri dönüş açısından Robert Zemeckis’ten güç alması bir yana (bkz. 2004 yapımı “Kutup Ekspresi”) Richard Linklater gibi bağımsız yönetmenler tarafından kullanıldığı da biliniyor. Bu durum, aslında Derun’un eserinin vahametini ya da üçüncü dünya ülkesine özgü yaklaşımını ortaya koyuyor.

        EN AZ ‘FINAL FANTASY’ KADAR RUHSUZ

        ABD’de de çalışan ve efekt yaratma tarafı kuvvetli olduğunu düşündüğümüz yönetmenin bilimkurgu animasyonu ise aslında daha ziyade Japon animelerinde 80’lerin sonundan bu yana kaliteli örnekler veren bir alana girmeye çabalıyor. Ama işin garibi, Hollywood dişlilerinin içine o alanın ‘insan karakter modellemesi’ni sokma hamlesinin, “Final Fantasy” (“Final Fantasy: Spirits Within”, 2001) gibi ruhsuz ve sonuçsuz bir video oyunu uyarlaması çıkardığı da biliniyor.

        “Uzay Kuvvetleri 2911” de en baştan bu duyguyu uyandırıyor. Ardından Woody Allen’ın iğneleyici kimliğiyle “Ne Haber, Kaplan Lily?”de (“What’s Up, Tiger Lily?”, 1966) yaptığı, ‘bir Japon filmine rastgele İngilizce senaryo yerleştirsem nasıl olur?’ hinliğine soyunan diyalog komedisi denemesini akla getiriyor. Ancak bu ‘görüntü’ ile ‘ses’i ayırıp senkronizasyonla oynamaya benzer bir ‘kıvrak zeka’ göremiyoruz. Aksine bu ikisinin film gramerinde birleşmesi gerektiği unutuluyor. Karakterler kokoreçten futbola uzanan bir Türk kültürü sarhoşluğu içinde kalırken, hiçbir şekilde zeki sözler söyleyemiyor. Bize de uzay boşluğunda bu ‘camp’ (bilinçli bayağılık estetiği) evrende kaybolmak kalıyor. Üstelik metinde muhtemelen editörlük isteyen kısımlar da var.

        TAZE BİR START İÇİN EN DİP NOKTAYI MI GÖRMELİYİZ?

        İşin bu tarafı bir zafiyete dönüşünce ise teselliyi ‘teknoloji’de bulmak istiyoruz. Ancak özellikle ‘Uzay Yolu’ndan esintiler taşıyıp bilimkurgu alt türü uzay operasına yanaşma arzusu, yakın dönemde bu şablonu kullanan Amerikan animasyonu “Terra’ya Yolculuk” (“Battle for Terra”, 2007) gibi bir beceri bile içermiyor. Aksine kelimenin tam anlamıyla bir çöp animasyonunu deneyimliyoruz. Atlantis’e ayak basılan bölümdeki çöl sahneleri ve şehir modellemesi fena değil. İstanbul’a kuşbakışı bakış da idare ediyor. Fakat bunlar bile ‘reklam parçası’ izlenimi yaratıyor.

        Uzay gemisinde ve uzay boşluğunda geçen sahneler sanki 60’larda sıfır bilinçle çekilen bir Hollywood olgun animasyonunda olabilecek başıboşluğa dikkat çekiyor. İyi-kötü ayrımındaki netlik çok doğal. Bilinen serilerden alınan karakterlere de bir şey diyemeyiz. Ama uzaydaki çatışmalardan tutun kötü adamın inandırıcı olmayan ses tonuna kadar her şey göze batıyor. Eğer sıfırdan başlamak için en dip noktayı görmek gerekirse “Uzay Kuvvetleri 2911” bu konuda başarılı.

        Üç boyutlu bilimkurgu animasyonu iddiası ise ya el çizimlerinde ya da bilgisayarda profesyonellik gerektiriyor. Bunu yapamamak da bilinçsiz “Dünyayı Kurtaran Adam”ın (1982) ‘Yıldız Savaşları’ (‘Star Wars’) ile ilişkisindeki çalıntı ve kitsch (bayağılık estetiği) parçalardan kült eğlencesi çıkarma becerisini akla getiriyor. Belki de “Uzay Kuvvetleri 2911” için animasyonun “Dünyayı Kurtaran Adam”ı diyebiliriz.

        FİLMİN NOTU: 1.5

        Künye:

        Uzay Kuvvetleri 2911

        Yönetmen: Şahin Michael Derun

        Süre: 90 dk.

        Yapım yılı: 2014

        3. DÜNYA SAVAŞI PARANOYASI

        Meg Rosoff’un özgürlükçü ‘young-adult’ romanından sinemalaştırılan “Seninle Yaşıyorum”, kıyamet sonrası paranoyasını gerçekçi bir savaş korkusuna transfer ediyor. Olası bir 3. Dünya Savaşı’yla enerjik gençlerin çekebileceklerini, samimi ve içten bir bakışla resmediyor. Siyasi açıdan doğru adımlar atıyor.

        Kevin Macdonald, belgeselleriyle bilinen bir isim. Ancak “İskoçya’nın Son Kralı”ndan (“The Last King of Scotland”, 2006) bu yana kurmacaya da kayıyor. “Devlet Oyunları” (“State of Play”, 2009) onun en yetkin işiyken, “Kartal” (“The Eagle”, 2011) en ‘manasız’ denemesiydi. Burada sanki 70’lerin paranoya döneminde ABD-İngiltere arasında geçen bir ergen kız hikayesine uzanıyor.

        KIYAMET SONRASI PARANOYASI KIVAMINDA

        Saoirse Ronan, punk bir kız. ABD’den İngiltere kırsalındaki ailesinin yanına geliyor. Orada yaşamaya, aşkı bulmaya çabalıyor. “Kıyamet Günü”nden (“The Impossible”, 2012) tanıdığımız Tom Holland ile birliktelik bir umuda yolculuk başlatıyor. Burada daha ziyade 3. Dünya Savaşı paranoyası ‘Swinging London’ filmleri kıvamında bir nostaljiyle, hafif zoom objektif kullanımıyla ve serbestlik yanlısı bir anlatı ile harmanlanıyor.

        Araya sıkışan grenli tam ekran görüntülerden şarkılara kadar yüksek bir özgürlükçülük hikayeyi sarıyor. Duygusallıktan ziyade denge, ana unsur haline geliyor. 1.85:1’de 3. Dünya Savaşı’nın gelmesiyle birlikte çıkan ‘kıyamet görüntüleri’ ise aslında sıfırdan başlangıçı bir varoluş mücadelesine transfer ediyor. Macdonald’ın katkısıyla ‘young-adult’ romanı doğru yol alıp Ken Loach gerçekçiliğiyle sinemayı baltalamaktan uzak duruyor.

        DEĞİŞİM GEÇERLİ Mİ?

        “Seninle Yaşıyorum” (“How I Live Now”), büyük oranda yaşama sürecinin göçle birlikte yapabileceklerini ele alıyor. Bunları da çevirdiği noktayla aksiyonu, gerilimi yüksek bir genç birey varoluşuna taşıyor. Çok iddialı olmasa da araya attığı vizyoncu siyasi bakışla kısmen yakalıyor seyircisini. Nükleer saldırıyla kırsalda kalan, sonrasında da darbe ile birlikte ‘salgının uzağına alınan’ tipleme bir inanç aşılıyor. O dönemin “Kumsalda” (“On The Beach”, 1959) gibi eserlerinin ‘enerjik’ kardeşi ya da yan bölümü canlanıyor sanki.

        Macdonald kendini geriye çekip karakterlere odaklanırken filmin ‘camp’liği abartmadan hikaye anlatmak istiyor. Umuda, direnişe alan açıyor. Kadınların izinde canlanan bir ‘olma bitme’ halini bize geçirmeyi beceriyor. Aradaki motif bu anlamda bir Amerika tehdidi altında yorumuna kadar giderken değişimin geçerli olamayacağı bir bireye dönüşme sorunsalına dikkat çekiyor. Ronan da buna eşlik ediyor sanki. Finalde olup bitenlerin metafiziksel ama gerçekçi hali, öykünün becerikli anlatımına eşlik ediyor. Renklerden ziyade kurgunun ve içsesin samimiyet aşıladığı bir İngiliz sineması ürünü canlanıyor. Geleneksel damardan kopup savaş korkusuna, özgürlükçülüğün baltalanma kriterlerine kulak kesilmemizi istiyor yönetmen.

        FİLMİN NOTU: 6

        Künye:

        Seninle Yaşıyorum (How I Live Now)

        Yönetmen: Kevin Macdonald

        Oyuncular: Saoirse Ronan, Tom Holland, George MacKay, Anna Chancellor

        Süre: 101 dk.

        Yapım yılı: 2013

        ESKİ USUL GERİLİM

        Ünlü polisiye ve psikolojik-gerilim yazarı Patricia Highsmith, Wim Wenders’ten Alfred Hitchcock’a uzanan önemli yönetmenlerin uyarlamalarına konu olmuştur. Burada ise Hossein Amini’nin egzotik ve eski usul gerilimi “Ocak Ayının İki Yüzü”nde Ripley’vari bir karakterin eşi ve bir yabancı ile dirsek teması kurması ele alınıyor. Ancak 60’larda geçen filmi, ruhsuzluk ve nerede yaşadığını kestiremeyen dizi makyajlı oyuncular baltalıyor.

        Sektörde senaristlikten para kazanan Hossein Amini, İranlı bir yazar. Bana kalırsa “Jude” (1996) ve “Güvercinin Kanatları”nın (“Wings of the Dove”, 1997) uyarlama senaryolarındaki ince işçilikle anılması gereken bir isim… “Ocak Ayının İki Yüzü” (“The Two Faces of January”, 2014) onun sevebileceği uyarlamalardan. Ama ilginçtir edebi diyaloglar ve turist kıvamındaki karakterlerin nasıl bir noktaya geldiğiyle ilgilenmemizi istemeyen bir esere dönüşebiliyor.

        METİNDE BİR ŞEYLER EKSİK

        Zira metin, Amini’nin yazma alışkanlıklarında eksik duran ‘gerilim’ duygusu konusunda becerikli değil. Senarist-yönetmenin Minghella ile Pollack’a özel teşekkürle kapattığı filminde “Yetenekli Bay Ripley”de (“The Talented Mr. Ripley”, 1999) kalmış izlenimi yarattığı çok açık. Halbuki “Kızgın Güneş” (“Plein Soleil”, 1960) ve “Trendeki Yabancı” (“Strangers on a Train”, 1951) uyarlamalarıyla sinemada yükselen Highsmith, ‘psikolojik-gerilim’ tonuyla anılan bir yazardır. 1950-1980 arasındaki formda döneminde de polisiyeyle haşır neşir bir dünyanın sahibi olmuştur.

        Belli ki Julia Stiles’lı modern dünya gerilimi “The Cry of the Owl” (2009) hamlesinin video raflarının ötesine geçememesi buraya da tesir ediyor. ‘The Two Faces of January’nin 1964’da yazılan romanının 50 yıl sonra gelen uyarlaması, 1962’de kaleme alınan bu eserin başarısızlığıyla akraba gibi…

        DAYANAK NOKTASI EGZOTİKLİK Mİ?

        Aslında Highsmith, eski usul gerilim romanlarının yazarı. “Yetenekli Bay Ripley”in tutmasıyla 2000’lerde beyaz perdeye transfer olan Ripley serisinin iki devam filminde bir beceri görememiştik. Oyuncuların özensizliğine, dramatik yapının inandırıcılık yoksunu gelişmelerine ve dolandırıcılığın kırılganlaşmasına tanıklık etmiştik. Burada da benzer bir durum var. Son derece egzotik bir doğada geçen, bir çift ile aralarına sızan adamın hikayesi, Hitchcock’un “Şüphenin Gölgesi” (“Shadow of a Doubt”, 1943) ve “Cinayet Var” (“Dial M for Murder”, 1954) gibi ‘üç karakterli tansiyon’ denemeleriyle bağ kuruyor.

        Manasız ve karton bir cinayetin etrafı doldurulmaya çalışılıyor. Polonyalı görüntü yönetimi Marcel Zyskind’in krem rengi sinematografisi bu duruma bir şeyler katıyor. Tavizsizlik yüklüyor. Ama bunun ötesinde Yunanistan ve Türkiye doğasında bir tekinsizlik, şüphe göremiyoruz. Aksine boşa ağız oynatan ve yorulan uyumsuz suratlarla yüzleşiyoruz. Sanat yönetimi de yolda kurulmuş bir tiyatro sahnesine destek veriyor izlenimi yaratıyor. Ülkemizde geçen bölümlerin “Geceyarısı Ekspresi” (“Midnight Express”, 1978) misali bir ‘ayrımcı bakış’a yaklaşması gözlerden kaçmıyor.

        OYUNCULAR OLMAMIŞ

        Isaac, Mortensen ve Dunst proje için üçüncü tercih gibi kokuyorlar. “Yetenekli Bay Ripley”deki Matt Damon, Gwyneth Paltrow, Philip Seymour Hoffman, Jude Law, Cate Blanchett gibi yıldız isimleri mumla aratıyorlar. Onun devam filmlerinin hiçbir şekilde ciddiye alınmadığını düşünürsek “Ocak Ayının İki Yüzü”nün vaziyeti de şaşırtmıyor.

        Zaten seviye olarak ABD’de doğrudan TV ekranına ya da DVD raflarına düşen “Ripley’in Cinayeti” (“Ripley’s Game”, 2002) ve “Ripley Yeraltında”yı (“Ripley’s Under Ground”, 2005) yakalamak için üretilmiş izlenimi bırakıyor. Makyajların yapıştırma hali biraz Ersin Pertan filmlerinin karton tarihsel dokusunu hatırlatıp, ‘dönem filmi’ atmosferini de sekteye uğratıyor üstelik…

        FİLMİN NOTU: 3.5

        Künye:

        Ocak Ayının İki Yüzü (The Two Faces of January)

        Yönetmen: Hossein Amini

        Oyuncular: Viggo Mortensen, Oscar Isaac, Kirsten Dunst, Daisy Bevan, Yiğit Özşener

        Süre: 98 dk.

        Yapım yılı: 2014

        İÇİMDEKİ KAOTİK DÜŞMAN

        José Saramago’nun ‘Kopyalanmış Adam’ romanından uyarlanan “Düşman”, bizi kaotik bir ‘scifi-noir’ (bilimkurgu-kara film) evrenine davet ediyor. Denis Villeneuve’ün katkısıyla üzerimize kirliliğin sindiği kuşkucu bir çıkışsızlık, Kafkaesk bir daralma planlıyor. “Doppelgänger”ı (1969) uzay boşluğundan çıkarıp David Lynch ve Andrzej Zulawski’nin bilinçaltı alışkanlıklarıyla gözden geçirmiş izlenimi yaratıyor.

        FİLMİN NOTU: 6.8

        Künye:

        Düşman (Enemy)

        Yönetmen: Denis Villeneuve

        Oyuncular: Jake Gyllenhaal, Mélanie Laurent, Sarah Gadon, Isabella Rossellini, Joshua Peace

        Süre: 90 Dk.

        Yapım Yılı: 2013

        KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU

        Adalet İçin (Michael Kohlhaas): 5.4

        Ammar: 4.5

        Anormal Aktivite (A Haunted House): 4.4

        Aşk Oyunu: 3

        Baskın 2 (The Raid 2: Berandal): 5.3

        Bensiz: 4.5

        Bırakmak İstiyorum: 0.5

        Binlerce Kez İyi Geceler (A Thousand Times Good Night): 4.3

        Bizum Hoca: 1.5

        Büyük Budapeşte Oteli (The Grand Budapest Hotel): 7.3

        Büyüler Evi: Sihirbaz Kedi (The House of Magic): 6.3

        Cennetten Kovulmak: 4.5

        Çocuk Büyütme Rehberi (No Se Aceptan Devoluciones / Instructions Not Included): 4

        Düş ve Gerçek (Jimmy P.): 3.5

        Fındık İşi (The Nut Job): 3.3

        Görünmeyen Kadın (The Invisible Woman): 3.5

        Güzel ve Çirkin (La Belle et La Bête): 4.7

        Hayaletli Ev (The Haunter): 4.5

        Hayat Sana Güzel: 4

        Hazine Avcıları (The Monuments Men): 4

        İnanılmaz Örümcek-Adam 2 (The Amazing Spider-Man 2): 3.2

        İtirazım Var: 6.3

        Joe: 6.2

        Kan Kokusu (We Are What We Are): 5.8

        Kaptan Amerika 2: Kış Askeri (Captain America: The Winter Soldier): 5.5

        Karınca Kapanı: 3.5

        Kendime İyi Bak: 3.5

        Kiralık Aşık (Fading Gigolo): 3.3

        Kötü Komşular (Bad Neighbours): 5.4

        Lal: 2

        Mandela: Özgürlüğe Giden Uzun Yol (Mandela: Long Way to Freedom): 4.1

        Mandıra Filozofu: 4.5

        Non-Stop: 3.5

        Nuh: Büyük Tufan (Noah): 6.5

        Öteki Kadın (The Other Woman): 4

        Panzehir: 6.5

        Peri Masalı: 0.8

        Sabotaj (Sabotage): 3.5

        Sadece Sen: 4.9

        Sensiz Olmaz (Tengo Ganas De Ti / I Want You): 5.4

        Sıfır Teorisi (The Zero Theorem): 5.5

        Son Üç Gün (3 Days to Kill): 2.9

        Şanslı Sayılar (The Pelayos / Winning Streak): 2.9

        Umudun Peşinde (Philomena): 5.5

        Uyumsuz (Divergent): 5.2

        Yves Saint Laurent: 2

        Not: Yıldızlar, 10 üzerinden verilmektedir.

        Diğer Yazılar