Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        4-14 Eylül tarihleri arasında 39. kez düzenlenen Toronto Uluslararası Film Festivali, ‘Geceyarısı Çılgınlığı’ bölümünün etiketini de arkasına alıp yine korku filmlerinin yoğun olduğu bir programa sahipti. 10 filmlik bu seçkide Adam Wingard ve Kevin Smith’in başarılı işlerinin yanına paralel ‘Vanguard’ bölümünden formda bir Takashi Miike eklendi. TIFF, korku sinemasının 2014-2015 sezonuna damga vuracağını programdaki filmlerle duyurmuş oldu. Klasikleşmesi beklenebilecek “Goodnight Mommy”, “The Guest”, “It Follows” ve “Over Your Dead Body”nin isimlerini bir kenara not edin derim!

        Doğrusunu söylemek gerekirse Toronto Film Festivali’nin simgeleşen ‘Geceyarısı Çılgınlığı’ bölümü “Ruhlar Bölgesi”nin (“Insidious”) dünya prömiyerinin yapıldığı 2010 yılından bu yana fazla tatmin etmemişti. İşi korku-komediye ve çöp, B sınıfı korku filmlerine (genelde Amerikan) bırakmıştı. Evet, totalden bağımsız bakınca “The Bay” (2012), “Lords of Salem” (2012), “Rigor Mortis” (“Gueng Si”, 2013) gibi eserlerle bir memnuniyet aşıladı.

        Ama Colin Geddes’in hazırladığı seçki, bu yıl gövde gösterisi yaptı. Neredeyse bir tane bile boş atış yoktu. Paralel ‘Vanguard’ bölümündeki filmlerle birlikte Kevin Smith’ten Takashi Miike’ye, Peter Strickland’den Sion Sono’ya uzanan tadına doyum olmaz bir programla çılgın kitleyi selamladı. Ryerson Üniversitesi’nin 1000 kişinin üzerinde kapasiteye sahip salonunu sürekli dolduran gençlere hem ‘korku-komedi’ hem ‘saf korku’ hem ‘aksiyon’ hem ‘müzikal’ deneyimleme şansı verildi.

        “GOODNIGHT MOMMY”: KABUSA SÜRÜKLENEN ANNE-OĞUL İLİŞKİSİ

        Açıkçası Sundance ve Cannes’daki dünya prömiyerlerinin ardından Toronto kitlesini selamlamayı unutmayan “The Guest” ve “It Follows”, Amerikan korku sinemasının şanını kurtardı. İkinci Japon Yeni Dalgası’nın nevi şahsına münhasır isimleri Takashi Miike, Sion Sono, Tetsuya Nakashima ve Shin’ya Tsukamoto’nun bir araya gelmesi, zor karşılaşabileceğimiz bir buluşma idi! Festival hem kült, hem özgün eserlerle dolup taşarken, Belçika’dan gelen üç yapıt ile Kanada yapımı iki film dikkat çekici bir istatistik sundu.

        Ama bana kalırsa Ulrich Seidl’ın yapımcılığındaki Avusturya filmi “Goodnight Mommy” (“Ich Seh, Ich Seh”) ile Adam Wingard’ın “The Guest”i en baş köşeye konulacak eserlerdi. Bunlardan ilki, 9 yaşındaki ikizlerin anneleriyle şiddet eğilimli, ucu işkenceye uzanan çekişmenin doğası ve tedirgin edici ninni sesiyle iz bırakan, sanki Robert Mulligan’ın gotik korku klasiği “İblisin Kurbanları”nı (“The Other”, 1972) Haneke’nin rahatsız ediciliği ile birleştirip ‘body horror’ öğeleriyle onaran eşsiz bir filmdi. Gore (kan pıhtısı) oranından destek alan, tepişmeyle, kesme-biçmeyle ailenin tanımını yapan bu dahiyane eser, aslında anne-çouk ilişkinin kabusa kayması adına kalıcı bir örnek olarak anılacak. Plastik cerrahinin, sabit kameranın, ince zoom in hareketlerinin, kırsaldaki korkutucu bir kulübenin ve otların destek verdiği dingin atmosfer, kimi soru işaretleri ve hayal gücü yorumlarıyla da haşır neşir.... “Goodnight Mommy”, Cronenberg ile Haneke’nin ilk dönemini bir araya getirerek kalıcı olacak gibi! Severine Fiala-Veronica Franz ikilisi, henüz ilk uzun metrajlarıyla iz bırakmayı beceriyor.

        “THE GUEST”: CRAVEN-ZOMBIE USULÜ ‘EVRENİN ASKERLERİ’

        “The Guest” ise ‘eve giren yabancı’ ya da ‘ev istilası’ndan beslenen gerilim formülünün şiddet yanlısı, basmakalıp yollara açıldığı günümüzde, Amerikan ordusunun cinayet işlemeye programladığı, daha az dövmeye meyilli bir Jean-Claude Van Damme ya da Jason Statham temsili sunuyor. Bu takma ‘David’ adıyla dönüştürücü bir dini motife dönüşen, Dan Stevens’ın canlandırdığı ‘model’ kıvamındaki karakter, özellikle B-tipi öğelerden beslenen sinemasal dünyayı 70’lerin Wes Craven filmlerinde olduğu gibi ‘gerçekçi’ bir tonla kavrıyor.

        Film, boş işlerle uğraşmadan “Ziyaretçiler” (“Strangers”, 2008), “Arınma Gecesi” (“The Purge”, 2013) gibi bu alandaki becerikli güncel denemelerle yan yana anılmayı hak ediyor. Wingard-Barrett ikilisi yavaş yavaş yükselen kariyerlerinde belli ki daha çok can yakacaklar. Doğaüstü motiflere kaymadan ‘kutsal ailenin sorgulanması’ üzerinden maskeli (bkz. “Katliam Gecesi”), normal (“A Horrible Way to Die”) veya savaş gazisi katilleri bütün sıradanlığıyla kullanıp, her şeyi tersine döndürme, hikaye yapısında değersiz gösterme özeniyle anılacak.

        “The Guest”, sanki Irak Savaşı sonrası için Wes Craven ile Rob Zombie’nin bir araya gelip çektiği bir “Evrenin Askerleri” (“Universal Soldier”, 1992) kıvamında. Aksiyon, gerilim ve korku öğelerini harmanlarken her üçünün de klişe taraflarına kaymamak için yoğun çaba sarf ediyor. Özellikle son sekans sinefil bir yönetmenin dehasını içeriyor.

        “IT FOLLOWS”: DAHA ÇOK TAKİP EDER!

        “It Follows”un David Robert Mitchell’i ise ‘ergen korkusu’ üzerine gidip takip eden ama mizacını belli etmeyen “Son Durak”dakine (“Final Destination”, 2000) benzer, tanımsız bir korku katili yaratıyor. Laneti birinden birine geçiren bu görünmez katil, adeta yeni bir öteki tanımı yaratmaya kadar gidiyor.

        Seks yaparak kurbandan kurbana atlayabilen bu hortlak, cani ya da karaltı, aslında slasher filmlerindeki (kesme-biçme filmi) ahlakçı tutumu yerle bir ediyor. Teen-slasher geleneğindeki bütün klişeler devre dışı bırakılıyor. Disasterpeace’in elektronik ağırlıklı müzikleriyle canlanan retro mekan kullanımı fazlasıyla çekici. Carpenter’vari kamera kaydırmalarıyla, zamansız dünya ve her daim şüpheciliği ayakta tutan katil fikri seyirciyi oyalıyor. Asla boşa efektlere kaymadan atmosferle korkutma, kapalı havayı ve gece zamanlarını kullanma Mitchell’in en büyük kozuna dönüşüyor.

        MODERN JAPON YÖNETMENLER VE KÜLT MÜZİKAL İNADI

        Açıkçası İkinci Japon Yeni Dalgası’nın formunda olduğu söylenebilir. Takashi Miike’in Yotsuya Kaidan adlı kabuki (kültürel bir tiyatro çeşidi) oyununun izini sürdüğü “Over Your Dead Body” (“Kuime”), Alain Resnais’nin “Yaşam Bir Romandır” (“La Vie est Un Roman”, 1983) ile sahne-hayat ilişkisine getirdiği yorumdan bir Japon hayalet filmi çıkarıyor. Bunraku estetiği harikası “Double Suicide” (“Shinjû: Ten no Amijima”, 1969) ile J-Horror’ın tarihi efsaneleri ortaya döken öncüsü “Kaidan”la (1964) akrabalık görülebilir. Ama Miike’nin pedofili, üçlü ilişki, düşük yapma gibi hınzırlığa açık kavramlardan ciddi, sanat yönetimiyle mükemmeli arzulayan bir film çekmesi çok alışılmış bir şey değil. Yönetmen burada, türün geçmişine giderek 18. yüzyılı da işin içine katıp, kalıcı ve entelektüel bir hayalet filmine imza atıyor.

        Akımın Tetsuya Nakashima ve Shin’ya Tsukamato’nun da işlerini yaptığı söylenebilir. Ama Sion Sono’nun yakuza hip-hop müzikali “Tokyo Tribe” müthiş bir lezzet! Adeta “Batı Yakasının Hikayesi”nin (“West Side Story”, 1961) manga estetiğiyle çekilmiş versiyonu birçok öğeden beslenerek türün en sıradışı örneklerinden birine dönüştü.

        ‘KORKU-KOMEDİ’DE DURURSANIZ ORADA KALIRSINIZ

        Bunları ele almışken ‘korku-komedi’ eksenine geçiş yapmakta fayda var. Açıkçası geceyarısı kitlesinin çok sevdiği bu kült alan da keyifli ve antolojik, bazı sahneleriyle unutulmayacak seyir süreçleri yaşattı. Zaten çoğu zaman seçkinin ana yemeği oluyor. Bunlardan özellikle Kevin Smith’in “Jaws”a (1975) tuhaf yorumu, muzip su samuru komedisi “Tusk”, Yeni Zelanda’nın Wes Anderson’ı Taika Waititi’nin vampir komedisi “What We Do in the Shadows”u ve Adam Brooks-Matthew Kennedy ikilisini yedinci sanata sokan giallo komedisi “The Editor” dikkat çekiciydi.

        Özellikle bunlardan ilkinin, karşı çıkılamaz bir alaycılıkla Johnny Depp’ten de beslenerek tehlikeli Quebec’ten olmadık aksanlarla bir yöresel korku omurgası yaratması unutulmayacak. Smith’in “Şeytanın İni” (“Red State”, 2011) ile derin Amerika’nın kökten dinci tabanını ziyaret edip okült korku-komediyi ‘diyaloglar’la sarma arzusunu da halen hatırlayanlar vardır. Filmin gösteriminde özel ‘Bay Tusk’ maskeleri dağıtıldığı ve buna ‘Kanada’ya gitmeyin!’ yazan beyaz t-shirtlerin eklendiği de Toronto’nun notları arasında. Smith’in filmi şimdiden kült oldu! En azından Ryerson Üniversitesi’nin coşkulu kitlesinden geçer not aldı, o bile yeter!

        İkincisine imza koyan Waititi, kendi anlayışını vampir meselesine uyarlayıp, ‘sahte belgesel’ ve ‘buluntu film’ kavramlarına getirdiği ayrıksı yorumla, bir ırkın günümüze adaptasyon sürecini inceliyor. Adı geçen son filmde ise Kanadalı yönetmenlerin giallo aşkıyla dönemin, 70’lerin ruhunu çok iyi yansıttıkları, sapına kadar görsel ve işitsel şölen sundukları saygı duruşu arzusu bütün albenisiyle canlanıyor. Açıkçası Kanada’dan gelen katil ayı filmi “Backcountry”, bu alaycı film kadar becerikli olamadan kendini ciddiye almanın kurbanıydı.

        SEZONA DAMGA VURACAK EN AZ DÖRT FİLM VARDI

        Belçika sinemasından Fabrice Du Welz, Koen Mortier ve Hélène Cattet-Bruno Forzani aşırılık tercihiyle dikkat tür sineması, “Alleluia”, “Waste Land” ve “Cub” dahil oldu. Bunlardan Cannes’dan çıkıp gelen ilkinde Du Welz, 1960’larda yaşanmış gerçek bir hikayenin izinde katil aşıklar filmine el atarken, gore kelimesini köklüyor. Korkutucu şarkılar derken aşırılık ve zalimlik Gaspar Noé ile akrabalık kuruyor. İkincisi havanın tortu bırakmasıyla ya teslim olan ya da daha fazla düşünmeye başlayan bir dünyada, Lychesk yaklaşımla kirliliği sorguluyor. Sonuncusu ise ağaç çocuk filmine çevreci yaklaşımıyla Hollywood’da kendini satabilecek bir yönetmeni duyurdu.

        İngiltere’den Peter Strickland’in deneyci “Duke of Burgundy”si ile Dave McKean’in live-action animasyon filmi “Luna”nın yanı sıra iki İspanyol filmi de bu sene sayısı 20’yi bulan ‘korku’ya eğilimli seçkinin geri kalanını oluşturdu. Açıkçası “Goodnight Mommy”, “The Guest”, “It Follows” ve “Over Your Dead Body” sene boyu anılacak, adından söz edilecek saf korku filmleriydi. “Tusk” ve “The Editor”ın zeki ve yaratıcı korku-komedi tabanları ise halen zihnimizi kurcalıyor. “The Guest” ile “It Follows”un Amerikan korku sinemasına armağanı, güzeller güzeli sarışın Maika Monroe, kısa sürede yeni Jamie Lee Curtis olabilir.

        Diğer Yazılar