Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        David Fincher imzalı yaratıcı ‘gizem filmi’ örneği “Kayıp Kız”, Rosamund Pike’ın her sahnede farklı bir kimliği üzerine geçirirken sınır tanımayan vamp tiplemesiyle zihnimize kazınacak. Film, savunmasız, içten pazarlıklı ve riyakar insanların birbirinden nefret ederek, rol yaparak, yalan söyleyerek yaşadığı günümüz Amerikan toplumundaki korkutucu sahicilik sorununa dikkat çekiyor. Sinema tarihinin en dengesiz çiftlerinden birini yaratırken, keskin bir medya, evlilik ve banliyö yaşamı eleştirisi de bulunduruyor. Bizde 10 Ekim’de vizyona girecek yılın en iyilerinden “Kayıp Kız”ı, David Fincher, Ben Affleck, Rosamund Pike, Neil Patrick Harris ve Tyler Perry’nin de katıldığı 52. New York Film Festivali’nin Cuma günkü açılış gecesinde yapılan dünya prömiyerinde izledim.

        Öyle filmler vardır ki bazen tüm kuralları unutmamızı sağlarlar. Beklenen bir akışla ilerlerken dramatik, görsel veya tonsal dokunuşlarla yüzümüze yumrukları bir bir savurup bizi sersemletirler. Sonuçta tüm olup bitene anlam veremediğimiz gibi itiraz da edemeyiz. İsminin klişe ve sömürüye açık tarafını hiç üzerine almayan “Kayıp Kız” (“Gone Girl”, 2014) da öyle filmlerden…

        Kaynağındaki Gillian Flynn’in 2012 tarihli çok satan romanı, ekonomik çöküşle yüzleşen Amerikan orta sınıf ailesindeki onarılamaz ikiyüzlülük sorununu masaya yatırıyor. New York’lu gazeteci Nick’in işini kaybetmesiyle Misouri’deki müstakil eve yerleşen mutlu Nick-Amy çiftinin psikolojik çalkalanmasını ele alıyor. Kutsal ailede açığa çıkan birbirine işkence etme, sürekli yalan söyleme, şov yapma gibi olağandışı durumları kendinden geçmiş bireylerin üzerinden inceliyor. Bunu yaparken de beklenmedik bir çizgiyle evliliği, medyayı, banliyö yaşamını eleştiri yağmuruna tutuyor.

        ‘KAYBOLAN KADIN’ UNSURU DAHA ÖNCE KARŞIMIZA ÇIKTI

        Ancak bir püf noktası önemli… Zira dramatik yapının omurgasında sinemada bir motif, bir yan hikaye olarak karşımıza çıkan ‘kaybolan kadın’ unsurunun yer aldığı unutulmamalı. Bu konuyla ilgili yedinci sanatın geçmişinde dolaşınca bir çırpıda “Kadın Kayboldu” (“The Lady Vanishes”, 1938), “Kanlı Gölge” (“Laura”, 1944), “Ölüm Korkusu” (“Vertigo”, 1958) ve “Macera” (“L’Avventura”, 1960) aklımıza geliyor. Bu eserlerin ilki ve dördüncüsü meseleyi metaforik açıdan ele almıştı. Hitchcock imzalı ilki 1. Dünya Savaşı’nın göbeğinde masum insanları siyasi komploya alet etme durumuna dikkat çekerken, üçüncüsü aynı oyuncuya birbirine benzeyen iki karakteri canlandırtarak ‘look alike gerilimi’ adlı bir tür/alt tür yaratmıştı.

        Dördüncüsünde Antonioni, kayboluşu burjuvazinin iletişimsizlik sorunu olarak addederek ‘içsel kaybolma’yı somutlaştırmıştı. Anna’nın kaybolmasıyla, onun sevgilisi ile kız arkadaşının yasak ilişkiye girmesi bir sınıfın ahlaki yozlaşmasını eleştirip motifi yüzleşme unsuruna dönüştürmüştü. İkincisinde ise bir kara film mizanseninin içinde öldüğü iddia edilen ama filmin yarısında bir anda ortaya çıkan kadının üzerinden oynanan oyunlar perdeye taşınmıştı. Gene Tierney’nin antolojik Laura tiplemesi kalıcı olmuştu.

        ROSAMUND PIKE, ÇOK YÖNLÜ BİR VAMP

        Bu dördünün de yönetmeni Avrupalıdır. Bana kalırsa bunlardan “Macera” ve “Kanlı Gölge”nin baskın öğelerini kullanan David Fincher için de yarı Avrupalı diyebiliriz. Özellikle son yıllarda dünya sinemasını takip etmek kolaylaştı. Eğer Hollywood anlatısı adına her şeyi çözmüş ve kendinizi kabul ettirmişseniz, düşler ülkesi bunun üzerine bir entelektüel birikim eklemenize izin verilebiliyor. Böylece auteur kavramıyla anılabiliyorsunuz.

        Aslında Fincher kara film estetiğiyle ve motifleriyle her zaman haşır neşir olmuş bir yönetmen. Burada ise üç seri katil filmi içeren kariyerine, “Oyun”dan (“The Game”, 1997) sonra ikinci gizem filmini de ekleyip ‘mystery-noir’ bileşimi adına özgün adımlar atıyor.

        Rosamund Pike’ın can verdiği eş karakteri Amy, boğuk ses tonu, donuk yüz ifadesi, yorgun gözleri, fiziksel çekiciliği ve plan yapma çılgınlığı ile tam bir ‘femme fatale’. Barbara Stanwyck’i, Lauren Bacall’ı, Rita Hayworth’ı, Norma Desmond’ı, Kathleen Turner’ı, Sharon Stone’u ve bazen “Stepford Kadınları”nın (“The Stepford Wives”, 1975) makineleşmiş kadınlarından birini andırabiliyor. Ama ikiyüzlülük aşılayan kimliğini, “İhtiras Tramvayı”nın (“A Streetcar Named Desire”, 1951) Blanche DuBois’sı (Vivien Leigh) ve “Kim Korkar Hain Kurttan?”ın (“Who’s Afraid of Virginia Woolf?”, 1966) Martha’sıyla (Elizabeth Taylor) dolduruyor. Böylece esas kadın, işlevsiz aile filmleri ile kara filmler arasında bir yere sıkışıyor.

        ANA YOLA ÇIKMADAN İŞİ KESTİRMELERDE BİTİRİYOR

        En az De Palma’nın “Öldüren Kadın”ındaki (“Femme Fatale”, 2002) Rebecca Romijn’in çok işlevli, imalı ve postmodern tiplemesi kadar değerli olabiliyor. Aslında tüm bunların geleneksel bir ‘neo-noir’ın içine yerleştirilmemesi zekice. “Kayıp Kız”, kaybolan bir kadının izni sürüyor. Ama bu soruyu incelerken “Macera” modeline bölüm bölüm yaklaşıyor, “Kadın Kayboldu”nun net giriş-sonuç çizgisini kullanmıyor, klasik bir polisiye araştırmasını tercih etmiyor ve bu temeli sömüren melodramatik/siyasi dönüşlere kapılmıyor. Biraz destansı, biraz stilize bir anlatıyı seçiyor.

        Bir anda kendimizi Affleck ile Pike’ın gözünden akan ve ses tonlarının katmanlarıyla dikkat çeken, ağır tempolu ama kıvrak bir üslubun içinde buluyoruz. Zaten ani hamleler yapabilen tonsal değişim, özellikle Fincher’ın “Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi”nden (“The Curious Case of Benjamin Button”, 2008) bu yana kurgucu ve bestecilerinden istediği şey... “Rasomon: Sarı Irkın Şehveti”nin (“Rashomon”, 1950) evli çifte uyarlanması niyetine karı ile kocanın görüşlerini ayrı ayrı gösteren bir ‘suç olayı’ araştırması da bu temele yaslanarak canlanıyor.

        GİRİŞ VE SONUÇ YOK MU?

        Ama not defterinden okuduklarını anlatmasıyla başlayan süreç Amy’nin geçmişteki malzemelerini tüketiyor ve Nick için gördüğümüz ileriye doğru sayılan zaman dilimine ulaşmasını sağlıyor. Girizgahı evliliğin beşinci yıldönümünü kutlarken yapan ve banliyödeki sessizliği yansıtan yönetmen, aslında kaybolma sahnesi üzerine fazla uğraşmıyor. Onu oldubittiye getiriyor.

        Bunun da sebebi etrafımızı, gerçek polisler, meraklı kardeş, metresler ve aile büyükleriyle sarıp, bizi kutsal aileyi, kontrolden çıkmış medyayı görünce kendinden geçmiş insanların arasına atma arzusu aslında... Zaten geleneksel dedektiflik mizanseni bir yere kadar geçerli oluyor. Ölüm, cinayet, aldatma gibi kritik olması beklenen kavramların içyüzü, çok çabuk açığa çıkıyor. Kirk Baxter’ın kurgusu ile Trent Reznor-Atticus Ross’un piyano ve kemandan beslenen, sürekli tekrar ederek iz bırakan tedirgin edici müziği bu konuda işlevsel… “Ejderha Dövmeli Kız”ın (“The Girl with the Dragon Tattoo”, 2011) tekinsiz seri katil filmi modeli yaratan algısı buraya da taşınıyor. Fincher’ın neden-sonuç ilişkisinde giriş ve sonucu elinin tersiyle ittiği, seyirciden gelişmelere odaklanmasını istediği süreç burada da var.

        KARI İLE KOCAYA AYRI ÜSLUPLAR

        Zira Pike’ın gözüne geçince onun boğuk ses tonuna, uyurgezer gibi yürümesine ve heykele benzemesine zıtlık oluşturacak şekilde arkadaki dinamiğe yakın kurgu da ‘montaj sekans’ alıyor. Tekinsiz tema müziği, kendini tekrar ederek bu duruma eşlik ediyor. Adeta bu bölümün inşa edildiğini belli etmeye çalışıyor. İki çizgiden akan hikaye kurgusunda Nick’in tarafından daha karanlık sahneler izliyoruz, içeriye ışığın geçirilmemesiyle gece sahnelerinde siyahın öne çıkığı, chiaroscuro ışık tekniğinin devreye girdiğini görebiliyoruz. Sabit açılar hakimiyet kuruyor, tempo düşüyor, dolly kaydırmaları da genel plan niyetine canlanıyor.

        Öncesinde ‘kaybolmanın ardından gelen birinci gün’ gibi ara yazılar olsa da zamanla kendimizi bir başka şeyin ortasında buluyoruz. İnatla rol yapan ve oynayan karı ile kocanın kargaşadan, medya şanından beslenen yaşamı, herkesin hoşuna gitmeye başlıyor. Pike’ın kısa saçlı veya uzun saçlı, gözlüklü veya gözlüksüz, lensli veya lenssiz bir şekilde kılık değiştirme enerjisi müthiş. Affleck’in ise kendiliğinden gelen boşvermişliği bu haletiruhiyeye, sinema tarihinin en dengesiz çiftini yaratmaya uzanan ustalıklı hamleye eşlik ediyor.

        EN ÖNEMLİ ESİN KAYNAĞI “KİM KORKAR HAİN KURTTAN?”

        Sanki Mike Nichols’ın sinemaya uyarladığı “Kim Korkar Hain Kurttan?”daki gibi birbirleriyle garip oyunlar oynayarak ve didişerek nefret ilişkisi kuran bir çift daha gözümüzde beliriyor. Edward Albee’nin zamana meydan okuyan tiyatro eseri, böylece zamanla “Macera”-“Kanlı Gölge” arasındaki gizem filmi-kara film damarının ana nesnesine dönüşüyor. Fincher’ın inadıyla 145 dakikada tabiri caizse epik bir kıyafet giyiyor.

        ‘Gone girl’ (kayıp/ölmüş kız) ismi sadece bir araca dönüşüyor. İngilizcedeki ikinci ve biraz deyime kayan ‘kendinden geçmiş’ anlamıyla kullanılıyor. Kendinden geçmiş Amerikan insanının kontrolden çıkmasıyla oluşabilecekler canlanıyor. Esasen zenginken orta sınıfa düşen ve geliri azalan bu çiftin yaşadığı sınıfsal, maddi bunalım devreye giriyor. İlk başta cinsel fantezilerle, yerinde bir seks hayatıyla başlayan kutsal, özgürlükçü süreç yavaş yavaş aile içi şiddetle ilgili önermelere uzanıyor.

        SAVUNMASIZ VE İKİYÜZLÜ İNSANLAR ENSTİTÜSÜ

        Büyük oranda da bizim izlediklerimiz kaybolmanın bir üretime dönüştüğü, sistemin dişlileriyle anlamlandırıldığı bir mitomani (yalan söyleme hastalığı) kargaşası... Neil Patrick Harris de (Amy’nin eski sevgilisi), Tyler Perry de (avukat), Emily Ratajkowski de (Nick’in metresi), Missi Pyle da (TV programı sunucusu) her şeyden nemalanmak istiyor. Bir anda kıyafet değiştirmek, seyirciye karşı şov yapmak zor olmuyor. Kendimizi bu oyunun bir parçasıyken bulduğumuzda, sadece sahnedeki diğer karakterlerin bunu bilmediğini anlıyoruz.

        Bunun sebebi banliyö yaşamına girmek ve şan-şöhreti, medya gerçeğini tatmak aslında… Savunmasız, içten pazarlıklı ve riyakar bireylerle yüzleşiyoruz. Her biri de evliliğin başladığı yerden çatırdamasına, yıkılmaya adım atmasına önayak oluyor. Bir anda kendini kesebilen veya televizyonda inatla yalan söyleyen insanlar bu duruma hiçbir tepki vermiyor. Finaldeki bakış açısı planı da aslında yüzleşmeyi, bir kurumun göstermelik kutsallığı ortaya koyuyor.

        NET BİR ÇİZGİDE İLERLEMEMEK DENGESİZLİĞİ BESLİYOR

        Fincher, “Kayıp Kız”da evliliği, medyayı, banliyö yaşamını bombardımana tutuyor. Yeri geldiğinde, zamanı geçtiğinde bu kavramların insanları kontrolden çıkarabildiğini, ekran ününün hiç hoş bir şey olmadığını anlatmaya çalışıyor. TV dünyasıyla ilgili filmler 70’lerden bu yana yapıldı (bkz. “Şebeke”, “Truman Show”), yapılıyor. Film, hikaye kurgusuyla oynarken, içseslerin arasındaki geçişleri zekice planlarken, aslında meseleye taraflarından bakış konusunda esnek de davranıyor. Net kurallar izlemiyor. Yönetmen, her zamanki gibi net olmayan şeylerin üzerine gidip seyirciyi keskin bir çizgide ‘sıkıcı’ bir dünyaya sokmuyor. Dengesiz insanları besliyor.

        Standart bir kara film araştırması asla karşımıza çıkmıyor. Etrafa atılan kanıt zarfları, bahçedeki depodaki malzemeler derken, Affleck’in hapse girmeye bile gülerek tepki verdiği mitomaniden beslenen evren aslında “Stepford Kadınları”nın bilimkurgu vizyonundan çok farklı değil. Pike’ın içinden China Blue (“Tutku Suçları”), Juliette de Merteuil (‘Tehlikeli İlişkiler’) ve Erika Kohut (“Piyanist”) çıkabilecek anların üst üste bindirilmesine de tepkisiz kalamıyoruz.

        “DÖVÜŞ KULÜBÜ” VE “OYUN” MİSALİ BİR FINCHER YAPBOZU

        “Kayıp Kız”, “Kanlı Gölge” ve “Macera” modeline Amerikan rüyasını tersyüz eden bir işlevsiz, dengesiz aile sureti ekliyor. Buna “Kim Korkar Hain Kurttan?” daha yakın. Ama “Amerikan Güzeli” (“American Beauty”, 1999) de bahsi geçebilecek eserlerden. Fincher, Welles, Scorsese gibi her formüle kara film gerekleriyle yaklaşmayı sürdürüyor.

        Yakın zamandaki “Margaret” (2011) ve “Aşkın Halleri” (“The Disappearance of Eleanor Rigby”, 2013) örneklerindeki Antonioni ve “Macera” etkisinin yine bir New York çıkışlı filme taşınması sanki ekonomik çöküşün bir tezahürü gibi. Fincher, evliliğin etrafını seyirciyi ters köşeye yatıran ikiyüzlü karakterlerle oyuyor. Rol üzerine rol yapan, mitomaniden mustarip, hafif yapay dururken sakilliği anlamlandıran tiplemeler, üç boyutlu karakterlere dönüşüyor.

        Amerikan rüyasının tersinden okunmasına, mükemmel evliliklerin arkasındaki şeylerin, imrenilen hayatların incelenmesine yol açıyor. Her şeyi açık seçik yaşamak mahremiyeti de yıkınca “Kayıp Kız”, yaşam biçimiyle işlevsizleşen aileyi, gizem omurgasıyla sarıp kara film motifleriyle harmanlıyor. Seyircinin eline ‘katil kim?’den ziyade ‘niye bunu yaptı, niye şunu yaptı?’ sorusuyla incelemeye açık bir Fincher yapbozu veriyor. Aynen “Dövüş Kulübü” ve “Oyun”da olduğu gibi. Üstelik formunda bir Fincher bu…

        FİLMİN NOTU: 8.5

        Künye:

        Kayıp Kız (Gone Girl)

        Yönetmen: David Fincher

        Oyuncular: Ben Affleck, Rosamund Pike, Neil Patrick Harris, Tyler Perry, Emily Ratajkowski, Kim Dickens, Patrick Fugit, Carrie Coon

        Süre: 145 dk.

        Yapım yılı: 2014

        Diğer Yazılar