Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        KÜRŞAD OĞUZ

        koguz@haberturk.com

        Metne bakarsak, “İnsan-ı Kâmil” yani tasavvuf diliyle “rehber-şeyh-eren” olma yolunda ilerleyen İhsan Sait/Ali İhsan’ın hikâyesi “Yedinci Gün.” Ancak edebi yolculuğu dikkate alındığında aslında İhsan Oktay Anar’ın “İhsan-ı Kâmil” olma hikâyesi bu. Kendi içine kapanan, roman yazma aralığını beş - yedi yıla çıkaran, okurdan uzaklaştıkça efsane olmaya yaklaşan bir yazarın gövde gösterisi. Ama bu gösteri “süpermarket romanı” okurunu hayal kırıklığına sürükleyebileceği gibi, camiada kıskançlık tohumları da ekebilir. Onlar için şöyle bitiriyor kitabı zaten Anar: “Bu kitabındaki kusurları, rastlayınca sevinip tatmin olsunlar diye onlara sadaka olarak verdi…”

        İhsan Oktay Anar deyince, ilk kitabı “Puslu Kıtalar Atlası”nı çıkardığı 1995 yılından bu yana 17 yılda dört kitap yazan, son kitabı “Suskunlar”ın üzerinden beş yıl geçtikten sonra “Yedinci Gün” diyen bir “az yazan - az konuşan- çok okunan”dan bahsediyoruz. Giderek daha fazla “kendisi için yazan,” hadi daha açık söyleyelim “okur baskısından” zerre etkilenmeyen bir yazardan… Hal böyle olunca her kitabı çıktığında biz de kitabından çok ona odaklanıyoruz. Ama şimdi Yedinci Gün’e bakalım, aralara da Anar’dan “parçalar” atalım.

        OKUR ŞİFRE PEŞİNDE

        Roman, Baba, Oğul ve Hayalet başlıklı üç bölümden oluşuyor. II. Abdülhamit’in İstibdat Devri’nden (1878-1908) II. Meşrutiyet’in ilanına, oradan 1934’e uzanan bir dilimde kâh İstanbul’da, Pera’da, Galata’da dolaşıyoruz kâh Karadeniz’de, Doğu’da veya gökyüzünde. Sultan’ın odasında başlayan hikâye dallanıp budaklanıp bir dizi şeyh cinayetine (kafalarının tepesi kömürleşmiş), kumarhanelere ve meyhanelere, esrârengiz cihazların yapımına, Balkan Savaşları’ndan I. Dünya Savaşı’na, İttihatçılar’dan Masonlara’a, din ve bilim arasındaki çatışmaya kadar uzanıyor. Paşaoğlu’yla başladığımız hikâyeyi Aman Baba’yla, Culyano’yla, İhsan Sait’le, İdris Dede’yle, kambur Bevval’le, Ali İhsan’la, İdris Âmil Zula’yla (veya Emile Zola) tamamlıyoruz. Felsefeden tasavvufa, matematikten kimyaya her türlü dala uzanıyoruz. Ve aklımızda hep “Bu kitapta bir şifre var ama ne?” düşüncesiyle kapılıp gidiyoruz “Yedinci Gün”e.

        İTTİHATÇILAR VE MASONLAR

        Anar, kendi dilini oluşturmuş artık ve başka bir Türk yazarda tarzının benzeri yok. Şaka değil, cümleleri beş duyuya hitap ediyor; dokunabiliyorsunuz bile. Her cümle bir şairin elinden çıkmış gibi. Tasvirler bazısı için sıkıcı gelecektir ama ciddi bir mizahı da içinde barındırıyor; özellikle de savaşla ilgili olanları.

        Ben size söyleyeyim; roman – Anar ilişkisi düşünüldüğünde ilk şifre de burada. Zaten yazarımız, ilk kitabından bu yana usta bir savaş anlatıcısı. Bu başarısında, Doğu’da geçirdiği askerlik yıllarının onda bıraktığı izin etkisi büyük bana kalırsa. Ancak bu kez, ideolojik bir tavrı da var. Enver Paşa ve Sarıkamış felâketine gönderme yaptığı bölümde söylediklerine bakalım: “Çünkü ordu, bu harpte donarak ölen binlerce askerin cesedini, ancak yarım asır kadar sonra toplayıp gömecekti. Vatanı uğruna yaşayan birine köpek, yine vatanı uğruna ölene de köpek leşi muamelesi yapmak, galiba bir devlet geleneğiydi...” İttihatçılar’a da bu nedenle öfkeli gibi; Masonlar ile İttihatçılar aynı kefeye konuyor romanda: “...Böylece İttihatçılar ve Masonlar’dan gözüne kestirdikleriyle kıç tokuşturmaya başladı. Zaten her iki camia da hemen hemen aynıydı. Bu suretle, ‘Audi, vide, tace’ düsturuna sadık kalanlardan Ahmet Cemal, İsmail Enver, Mehmet Talat, Faik Süleyman, Mehmet Ali gibi asker ve sivil zevatla aynı çanağa işemeye başladı…”

        Bu ve başka kitaplarında savaşlar ve şiddetin evrensel ve bireysel tarihini yazan Anar, detaylı tasvirlerinde kendi ruh halini de ortaya koyuyor. Ölümü bir komediye çevirmeye çalışıyor sanki; bu onu yaşadıklarından uzaklaştırıyor…

        Diğer şifremiz, kitabın adından da mütevellit, “yedi.” Bu rakamı fark ettirmeden kafamıza kazıyor yazar. Romanın farklı bölümlerinde hep karşımıza çıkıyor yedi: “Yedi din ve devlet düşmanı,” “İhsan Sait aç karnına yedi fincan kahve içti,” “Kafalarının tepesi kömürleşmiş halde bulunan yedi şeyh,” “Buranın paslı demir kapısına, seneler ve belki asırlardır inile çıkıla aşınıp cilalanmış yedi mermer basamakla iniliyordu…” vb.

        “KADININ ERKEĞİ SEÇTİĞİ CEMİYET”

        Bu onun kendini, hayata karşı kırgınlıklarını, umutsuzlularını en çok anlattığı romanı gibi. İhsan Sait ve Ali İhsan karışımında yazar İhsan ağır basıyor. Anar, öğretim üyeliği yaptığı Ege Üniversitesi Felsefe Bölümü’nden geçen yıl emekli oldu. Ya kafasında “boşa kürek çekmişim” duygusu var ya da bu ülkedeki felsefesizliğe isyan ediyor: “Şileplerle getirdikleri malları paraya çeviren tüccarlar herhalde, fetihten sonra kiliseleri camiye çeviren padişah kadar büyük fatihlerdi. Çünkü bu maceraperest adamlar gerçek birer bilgeydi. Kostantiniye fethedildikten sonra Ayasofya bir cemaat bulmuş, ama Filosofya bulamamıştı.”

        Toplumdaki açmazlara da kızgın, taassubun karşısında özgür düşünceyi, baskının karşısında hürriyeti, erkeğin karşısında kadını savunuyor. Şuradaki gibi: “İçtimâiyyât tahsil etmiş, ünsüzlüğüyle ünlü bir filozof olan Bayram Envâr Efendi’nin dediği gibi belki de, erkeğin kadını seçtiği bir cemiyet batarken, kadının erkeği seçtiği cemiyet refaha eriyordu. Bunun doğruluğunu ölçmek için, bedenî saiklerine gem vuramayan paşayı seçen Padişahımız’ın memleketiyle, aynı paşayı seçmeyen basit bir kızın memleketini karşılaştırmak kâfiydi…”

        AHİRET SANAYİİ…

        “Yedinci Gün”ün okurun zihnine alttan alta işlediği bir matematiği var. Gerçekten karmaşık, içine girilmesi zor ama girildikçe haz veren cümlelerin matematiği bu. İki sayfada Avrupa tarihini özetleyebilen bir yazardan bahsediyoruz zira; ya da “ahiret sanayii” gibi çok işlevsel bir kavram ortaya koyan, geçmiş ve gelecek arasındaki yolculukta, tembel okuru zorlayan bir yazardan.

        Anlayacağınız dilden konuşayım: Bazı bölümlerde Sherlock Holmes tadı alacaksınız, bazılarında Da Vinci Şifresi; bazıları Borges’in “rüya içre rüya” hikâyelerine götürecek sizi, tasavvuf hikâyelerine. Gökyüzüne yükselip tamama baktığınızda ise “İhsan-ı Kâmil”i göreceksiniz…

        **kutu**

        “YEDİNCİ GÜN”DEN İHSAN OKTAY ANAR’CA…

        CİNSELLİK

        “Kız onu ittirse de adam durmuyordu. Hele hele eli, kadınların bebek beslemesine yarayan bir organa doğru kayınca kız çığlık atıp ayağa fırladı.”

        PERA

        “Tuhaftır, Pera’daki tüm apartmanlar erkekliğe, delikanlılığa sığmayacak kadar süslü, ama doğruyu söylemek gerekirse ziyadesiyle güzeldiler.”

        ZEHİR

        “Ancak ârif birinin yazdığı gibi zehir, içilmediği takdirde ömrü belki de on yıllarca uzatan emsalsiz bir ilaçtı.”

        İSTİBDAT

        Saadeti ve saltanatı daim olsun, Müslümanlar’ın Halifesi Devletlu Padişah Efendimiz’in istib… Tövbe! Haşa! Efendimiz’in devri bir huzur, sükun ve sükut devriydi. Huzuru imamlar hutbeleriyle camilerde, sükunu polisler sopalarıyla sokaklarda, sükutu ise hafiyeler jurnalleriyle şehirde sağlıyorlardı.

        HÜRRİYET

        “Anlaşılan ‘hürriyet,’ Selanik’ten Dersaadet’e, müzik kulağı pek olmayan evde kalmış bir kız kurusuna koca bulmak için sipariş edildikten sonra, Galata Gümrüğü’nden fors ve rüşvetle geçen âhenksiz bir piyano gibi gelmişti.”

        KADER

        Çünkü hayatının değişmeyeceğini gayet iyi biliyor, buna da kader diyordu. Zaten kader, bir memurun sabit geliri gibiydi: Fiyatlar yükselip alçalsa bile maaş, yani kader değişmezdi.”

        **resimaltı**

        Çok çalışılmış bir roman “Yedinci Gün” ve Anar’ın bütün kitaplarının bir toplamı gibi…

        Diğer Yazılar