Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Tabii ki, böyle bir yazı başlığı gördüğünde herkes kendine göre bir yorum yapacaktır. Mevzu dil olunca insanın aklına neler geliyor neler!

        “Acaba biz neyi kastediyoruz?” diye sorarsanız, cümlenin yapısına baktığınızda bunu açıklamanın pek çok yolu aklıma gelmiyor değil.

        “Dile sahip çıkmak” hususunda eğer biz buradaki “dil” kelimesini lisan, konuştuğumuz, yazdığımız lügat manasında ele alırsak, millet olarak bu işin altından kalkamayacak bir vebal altında olduğumuz ortadadır. İyisi mi biz o noktalara hiç temas etmeden, doğrudan dil, ahlak ve din ilişkisini konuşalım.

        Bir insanın yaşaması, ölmesi, yemesi, içmesi ve bilgi alması milyonlarca diye ifade edebileceğimiz birçok sebep ve vesilelere bağlıdır. Milyonlarca insan şu veya bu sebeple hayatlarını sürdürmekte, gene milyonlarca insan sayamayacağımız kadar sebeplerle ölüp gitmektedir.

        Aynen bunun gibi insanın manevi ölümü ve hayatı da birçok sebeplere bağlı olabilir. Dil ve dili kullanma şekli insanı manen ihya eder, diriltir veyahut kalbini ve manasını idam sehpasında sallandırır, imhasına sebep olabilir. Çok küçük zannettiğimiz sözler, bazı kelimeler de maneviyatımızın elimizden akıp gitmesine sebep olabilir. Çok küçük gördüğümüz mikrop ve virüslerle hayatımızın elimizden kayıp gitmesi gibi...

        Dile sahip olabilmek için insanın ilk önce kendisine sahip olması gerekli değil midir? Aklı yerinde olmayan bir insanın sözlerine itibar edildiğini hiç gördünüz mü? Aklî muvazeneyle söz ve konuşma birbiriyle orantılı olduğu için “Konuşuyorum o hâlde düşünüyorum, düşünüyorum o hâlde ben bir varlığım” sözü bile bize bir şeyler anlatmıyor mu?

        Akıl nûrlandığında, yani kalpteki mâneviyat ışığı aklı parıldattığında elbet insanın fiili de sözü de bambaşka bir şekil alır, almalıdır. Düşünün ki imanla dopdolu olan bir kalpten ve bunu idrak eden bir akıldan ilk önce istenilen şey kelime-i şehâdettir. Dille ikrar ettiği, kalben tasdik ettiği bir söz insanı bir anda iman dairesi içine alır. Bir sözle girilebilen bu mukaddes daireden, manen kendimizi kaybettiğimizde sarf edebileceğimiz bir sözle çıkılabilir. Bu anlattıklarımızın işi zorlaştırmakla hiç alakası yoktur. Hele bir “Evet” sözüyle, bir imza ile hayatımızın kaç kere değişik hâller aldığını düşünürsek, bunun maneviyatta da benzerliği olduğunu söylememiz sizler için sürpriz olmamalıdır.

        Demek ki konuşmak, dilini muhafaza etmek yani sahip çıkmak gerçekten de çok önemliymiş. İşte bundan dolayı dilimizle imtihan olunmaktan kendimizi hiçbir zaman kurtaramadığımızı çok iyi anlamalıyız.

        DİLİN HASTALIKLARI NELERDİR?

        Dilin afetleri saymakla bitmez. Fakat ana hastalıklarını şöyle bir hatırlayalım:

        YALAN

        Yalan konuşmak, hele dinini ve insanların inançlarını direkt olarak etkileyen yalan beyanda bulunmak asla bir mü’minin sıfatı olamaz. Bu nevi yalanla iman, aynı kalpte ve dilde bulunamaz. Herkesin üç aşağı beş yukarı bu hususta bilgisi ve dikkati vardır diye ümit ediyorum.

        GIYBET

        Yani sizi görmeyen yahut yanınızda bulunmayan bir kişi hakkında, duyduğunda hoşlanmayacağı bir sözü sarf etmek... Elbisesiyle, fiziki yapısıyla, huyuyla ilgili onda gördüğünüz, var olan bir şeyi gıyabında söylemek, ezcümle o kişiye ihanet etmek... Cenâb-ı Hakk, Kur’ân-ı Kerîm’inde gıybeti aleni olarak yasaklar, ayrıca “ölmüş kardeşinin etini koparıp yemek” tabiriyle, dilden kaynaklanan bu musibetin çirkinliğini de bizlere açıklar. (Hucurât Sûresi-12. âyet)

        İFTİRA

        Laf taşımak, söylenilen sözleri başka meclislere, başka insanlara taşımak, neticesinde de insanların arasında fitne, dedikodu, nefret tohumları saçmak...

        İftira dille işlenen en büyük günahlardandır. Olmayan bir şeyi başkası hakkında söylemek, hele bu iffetli bir hanım ise altından kalkamayacağı bir günah ve vebalin dibini boylamaktır ve tam bir şahsiyetsizlik alâmetidir.

        Gıybet yahut iftira eden kişi çok kötü biri olmakla birlikte aynı zamanda bu fiiliyle kendi iğrenç karakterini ortaya koyar. Bu fiili işleyen; laf alıp götürmeyi, şahsiyetsiz, karaktersiz olmayı kendine huy ve şekil olarak seçmiş kimsedir. Nitekim cemiyette bu nevi insanları herkes aynen ifade ettiğim şekliyle tanır ve tiksinir.

        Ama bizde bir enformasyon, haber alma hastalığı var ya... Böylesi adi insanlardan bile bir şekilde bilgi(!) almak iştahımız yüzünden, onları dinlemekten bir türlü kendimizi alıkoyamayız.

        İNSANLARI KIRMAK

        Dilin afetlerinden biri de insanları diliyle taciz etmek, kırıcı yahut küfürlü konuşmaktır. Karşısındaki insana hakaret etmeye lüzum yok, cemiyet içerisinde bağırarak, ahlâksızca konuşmak gene aynı şekilde dilin afetlerindendir. Hepimizin televizyonlarda, sokakta, toplu taşıma araçlarında maalesef şahit olduğu, konuşma şeklindeki seviyesizlik bu kötü örneklerden sayılabilir.

        BOŞ KONUŞMAK

        Boş konuşmak, hiçbir faydası olmayan, lüzumsuz lakırdılar etmek de ufak bir afet değildir. Kalbi karartır, dinleyenleri hevâ ve hevese sevk eder, neticede bu kendini bilmezlik ve hakikatten uzak konuşmalar Allah Teâlâ’nın gadabını celp eder.

        Bunları okuduktan sonra “Hiç mi konuşmayalım?” diyeceksiniz. “Yukarıda anlattıklarımızı yapıyorsanız hakikaten hiç konuşmayın!” diyesim geliyor. Cemiyette güzel bir söz kalmadıysa, o cemiyet çöker. İnsan olmak, akıl ve dil sahibi olmakla ifade edilirse, o dile yakışan; güzellikleri, doğruları konuşmak değil midir?

        Din insanı terbiye eder ve etmelidir. Madem ki İslâm’ın ilk şartı şehâdet yani kalpteki duyguları, aklî melekeyi istikâmet üzre kılıp bunu dille ifade etmektir, o hâlde dinin dilimiz üzerindeki terbiyesine riâyet etmek biz inananlar için en mühim şeylerin başında gelmelidir.

        Diğer Yazılar