Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Efendimiz’in (SAS) bizlere en güzel ve en açık şekliyle ortaya koyduğu İslâm dinindeki ibadetlerin hemen hemen hepsi, doğrudan ve ilk etapta fertleri yani tek tek her şahsı gözetse de, dinimiz ferdî bütün sorumlulukları, beraberlik şuuruyla yaşamamızı hep tavsiye etmiş, yani selametimiz için dinin yaşanabilir alanında hep beraber olmayı teşvik etmiştir.

        Bu birlik şuuru öyle bir noktaya taşınmıştır ki Müslüman olmayanların hayat hakkının, inanç özgürlüklerinin, mallarının ve ticaretlerinin; birlik ve beraberliği bozmadıkları müddetçe bizzat Müslümanlar tarafından korunması dini bir yükümlülük olarak kaideye bağlanmıştır.

        Yüzlerce belki binlerce defa inananların yani müminlerin kardeş olduğunu ve gene aynı şekilde nerede yaşarlarsa, nerede bulunurlarsa bulunsunlar bir vücut gibi mütalaa edilmeleri gerektiğini duymuşuzdur.

        Bendeniz bu örnek üzerinden daha farklı şeylerin de söylenebileceğini düşünüyorum. Şöyle ki; insanın vücudundaki uzuvları, organları, hücreleri ve sistemleri düşünüp mevcut birçok faaliyeti göz önünde bulundurduğumuzda, bir vücudun bünyesinde yüz binlerce işi barındırdığını görürüz. İnsan vücudunun tespit edilebilecek en küçük birimlerinden endamına kadar her ne varsa, kendi işini en iyi şekilde yapmaya çalışan parçacıklardan oluşmaktadır.

        Evet, vücudumuzdaki yapılar ne kadar ayrı işleri yapıyor, farklı sahalarda hizmet ediyor gibi görünseler de; insan vücudu bir noktaya hareket ettiğinde tüm bu hizmetlerle, işleyiş ve fonksiyonlarla belli bir noktada birleşir, hepsinin katkısıyla bir fiil gerçekleşir. Bu uzuvlardan birisi hastalansa, o insanın yapmak istediği şeye uygun bir durumda olmasa tüm beden bu sıkıntıyı hisseder ve yapacağı işten alıkonur.

        MANEVİ BÜNYEMİZİ SARAN BİR HASTALIK:

        DUYARSIZLIK Şimdi işin bir de başka tarafına bakalım... Diyelim ki bir kişi belli saatler içerisinde vazifesini yapmak istiyor fakat gözleri ya eğlencede ya da televizyonda bir şey seyretmek istiyor. O insandaki zihni dağınıklık veya belli azalarının başka zevklere ve rahatlıklara dalıp gitmesi, fert olarak o insanı bütün bir noktada tutabilir mi? Kalbindeki birlik duygusunu sağlayabilir mi? Yapması gereken bir işe aklen konsantre olabilir mi? Herhangi bir işi yapıyor görünse de bundan performans elde edebilir mi? Veya daha hissi konuşalım. Kendisini ve etrafındakileri o işi ciddiyetle yaptığına inandırabilir mi?

        Kıymetli dostlar! Şu sıralar belki, “Bunları konuşmak için zaman ve zemin uygun değildir” diye düşünebilirsiniz ama bendeniz içinde yaşadığımız toplumda başka bir hastalığın şiddetli bir safhaya geldiğini ve manevi bünyemizi tamamen sardığını düşünüyorum. Çoğu zaman biz, “toplumdaki hadiselere duyarsızlık” noktasından tenkit ediliyoruz ve bunu sıkça dillendiriyoruz.

        Ama unutmamalı ki duyarsızlık sadece hastalığın adıdır. Bu hastalığın sebebiyse bizim duyarlı olmamız gereken noktalarda duygularımızın başka yere ipotek edilmesi veya saptırılmasıdır. Başka bir deyişle, yas ilan edildiğinde bayrakları yarıya indirmek, teessüfler bildiren kınama mesajları çekmek her ne kadar tedavi gibi görünse de, esas bizi ayağa kaldıracak ruhi tedavinin heva ve hevesimizden vazgeçmek olduğu gerçeği artık anlaşılmalıdır.

        Yoksa televizyonun bir köşesinde logo şeklinde konulmuş, yarıya indirilmiş bir bayrak altında, dejenere olmuş insan müsveddelerinin yaptıkları ahlaksızca programlar ne örfle, âdetle ne de iman ve İslâm’la izah edilemez.

        Bunları yapıyor olmak, en hafif tabiriyle sahtekârlıktır. El, göz oynaştayken herhangi adi bir mesleği bile icra etmek mümkün olamaz hale geliyorsa, tamamen kalbi duyarlılık isteyen bir işte yahut bir mevzuda zevk ü sefa çılgınlığıyla ortak bir noktada buluşmak hayalin ötesinde bir hayaldir. Böyle kıyaslandığında timsahın gözyaşları bile çok daha masum, çok daha gerçektir.

        NELERİ KAYBETTİĞİMİZİ BİR DEFA DAHA GÖZDEN GEÇİRMEMİZ İCAP EDİYOR

        Bizim duygularımız, rüyalarımız, hayallerimiz kirlenmiştir, hatta çalınmıştır. Gözümüzün gördüğü her şeyi ister, görmediklerini merak eder ve en kötüsü bunlara teşvik edenlerin de peşine düşer bir hale geldik. Kendi ülkemin televizyonlarında, radyolarında, siyasetçilerinde, sokaktaki insanında gördüğümüz tablo şu: Hep bu tamah ve hırsla dopdolu, heva ve hevesinin peşine düşmüş ve bu yanlış hislerle; sözüm ona kanaat sahibi insanlara dönüşmenin kıyısındayız. Nasıl ki Batı dünyasına baktığımızda sadece kendilerini düşünen, egoist, materyalist, dar görüşlü, hatta ortaçağ zihniyetinin bile gerisindeki gericileri görüp onlardan tiksiniyorsak bizim de kendi şerefli, haysiyetli, ulvi ölçek ve sınırlarımıza bakarak neleri kaybettiğimizi bir defa daha gözden geçirmemiz icap ediyor.

        Timsahın gözyaşları, mensubu olduğu familyaya göre değerlendirilir. Batı’dan ne bekliyorsunuz ki? Onlar kendi köklerini ve mensubu oldukları genetik yapıyı ortaya koyuyorlar, ama biz bu muyuz? Bizim ölçülerimiz onlarla kıyaslanabilir mi? Kardeş şuuruyla, bir ümmet ve millet olarak birleşeceksiniz, ama eğlence, zevk ü sefada tamamen bu batasıca dünyayı taklit edeceksiniz. Sonra da asil ve asıl manevi kodlarınıza uygun hassasiyeti bir vücutta barındıracaksınız. Bu ne fert ne de toplum olarak vücuttaki birliği sağlayamaz. O zaman mesele şudur: Bu duygu derinliğimizi nasıl kaybettiğimizi fark etmemiz ve nasıl uyuşturulduğumuzu tespit ederek fıtri fabrika ayarlarımıza dönmemiz gereklidir.

        Tüm inananlara sesleniyorum! Birlik ve beraberlikten sizi alıkoyan ne varsa, ama fitne, ama eğlence ve zevk ü sefa, hepsi için şöyle bir kendimizi yenileme eşiğine gelmiş durumdayız. Fitne ve fesat çıkaranları herkes gözünden de, sözünden de tanıyor, anlıyor ama iliklerimize kadar işlemiş bu dünyevileşmek hastalığının teşhis ve tedavisine bir türlü gayret edilmiyor. Tahribat neticesini verdikten sonra ister bunun adı sarhoşluk, gaflet olsun, ister ihanet. Bizim birliğimizi ve emanetimizi çaldırdıktan sonra ne fark eder ki...

        Diğer Yazılar