Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        İslam; insanı içiyle ve dışıyla, inandığı değeri şahsiyet olarak göstermeye davet eden bir dindir. Nefis ruhla, beden kalple, akıl hislerle, fert ve toplum beraberce hep tevhid etrafında şekillenir, hep İslâm ile bu birliği yansıtır. Dünyayı ahiretten ayıran, ayrı gösteren, beden, nefis ve canı ayrı, ruhu, kalbi ayrı telakki eden ve gene akıl ve duyguyu birbirinden koparan anlayış şekillerinin hiçbiri İslâm’ın tevhid inancını ve kulluk mefhumunu karşılayamaz.

        İşte İslâm içerisinde düşündüğümüz yahut bize İslâm medeniyeti olarak intikal eden ve tevarüs edilen tüm hareketlere, mektep, meşrep, mezhep olarak ortaya konulan değerlere baktığımızda, hep bu tevhidin, bu birleşmenin unsurlarını görürüz.

        Burada bir mühim noktaya daha dikkat çekmek istiyorum. Dinimiz, bu birlik ve beraberliğin bir şiarı olarak hepimizi tek tek alakadar eden en önemli ölçüleri koymuştur. Bu ölçülere baktığımızda aklı, nefsi yani canı, malı, mülkü, nesli ve dini korumak, muhafaza etmek sorumluluğu ve zorunluluğunu müşahede ederiz. Aklı, nefsi, malı, nesli, dini, ırzı heder eden bir anlayışın yahut tatbikatın asla ama asla İslâm diniyle alakası yoktur, olamaz. Dinimizin hangi hükmünü incelerseniz, emir, yasak, ibadet namına hangi kaidelerini ele alırsanız, bu ölçülerin muhakkak korunduğunu şüpheye yer bırakmayacak şekilde görürsünüz.

        DİNİN KAYNAĞI VAHİYDİR

        Bu izahatı yapmamızın esas sebebine yavaş yavaş gelelim... Dikkat ettiyseniz korunması gereken şeyleri sayarken biri hariç diğerlerinin insandan insana, toplumdan topluma değişen maddeler olduğunu hemen fark edeceksiniz.

        Mesela akıl.. Senin aklın başka çalışır, benim aklım ayrı çalışır.

        Nefis, can... Senin bir şey hoşuna gider, benim bir şey hoşuma gitmez. Bunlar değişkendir fakat dinin akla, mala, cana, ırza ve nesle bakışını siz tam orta yere koyarsanız, o zaman “Bize göre akıl”, “Bana göre canımın istediği” gibi ihtilaflar kendiliğinden ortadan kalkar. Çünkü din insanların aklına, canının istediklerine, mal kazanmalarına, evlad u iyalinin, çoluk çocuğunun durumuna göre şekillenmez.

        Dinin kaynağı vahiydir. İnsan ancak; bunları vahyin ışığı altında değerlendirmekle kendi şahsiyetini ve manevi emanetini bulacaktır.

        Peki... İnsanların çoğu bu olmazsa olmaz kaideleri nasıl çiğner hale geldiler ve nasıl bu kadar vahşete, savaşa, dehşete düştüler?

        Yazılanlara bakınca cevap verildi aslında ama biz tekrar altını çizelim. İnsanlar şöyle yaptı:

        Baktılar ki kendi akılları, heva ve hevesleri, bu din içerisinde istedikleri gibi şekillenemiyor, kendilerine göre kolay bir yol buldular. Dinde sapık fırkalar, mezhepler çıkararak kendileri Allah’ın (CC) indirdiği dine uyacaklarına, dini kendilerine uydurdular.

        Bugün sadece Suriye’de değil dünyanın birçok yerinde akan kanın zehir köklerinde bu yatmaktadır. Sadece Müslümanların birbirlerini kırmasını, öldürmesini, bunu helal saymalarını, birbirlerine kâfir, müşrik demelerini kastetmiyorum. Başka başka inançları kullanarak diğer inanan insanların üzerine gelen, insan suretindeki o yamyamları da kastediyorum.

        Vahiy doğru anlaşılsaydı aynı asr-ı saadette olduğu gibi bütün insanlık rahat ederdi. Hıristiyanlar, dinlerini yaşamaları için Müslümanları kendi ülkelerine, devletlerine davet ederlerdi. Yahudiler bile kendi inançlarını hayatlarında sürdürebilmek için vahiyden kaynaklanan bu adalete sığınırlardı.

        KÜFÜR; BİR MİLLETTİR

        Tarihte din savaşı hiç olmamıştır. Aynı zamanda ilk peygamber olan ilk insanla başlayan insanlık tarihi boyunca, inananlarla inanmayanlar arasında çekişmeler olmuş, inançsızlar kendi heva ve heveslerine uymak, daha fazla insanı sömürebilmek, kendi arzularını rahatça yaşayabilmek için kendilerini din kisvesinde gösterme tarafını tutmuşlardır. Aynı hastalığın bir başka veçhesi olarak; Müslüman olduğunu iddia eden ve buna rağmen çoluk çocuk demeden insanları katleden adi mahluklar da din sahasında ortaya çıkmıştır.

        İnsanın hayatındaki akıl, ruh, can, mal, nesil ve inancını rahatlıkla yaşayabilme özgürlüğüne kasteden hiçbir hareket İslâm kelimesiyle beraber aynı cümlede zikredilemez. Çünkü din; bunların muhafazasını bizlere beyan ederken hemen etrafında, insanın hayatını, ticaretini, siyasetini, eğitimini, hukukunu da şekillendirebilecek bir yapıdadır.

        Ticaretle aldatan bir kişiye Müslüman kimliğiyle hitap edebilir misiniz? Başkalarına hayat hakkı tanımayan bir kişiye “Müslüman” demeniz nasıl doğru olabilir? Siyasetinde ve hukukunda, kendi inancından olmayanlara nefes alma hakkı bile tanımayan bir yapıya İslâm gözüyle hiç bakabilir misiniz?

        O halde artık şu kararı kesin olarak vermemiz icap eder. Bizi birbirimize düşman eden, Allah’a (CC) muhabbet edenleri müşrik ve kâfir gören, kâfirlerle, müşriklerle işbirliği yapıp inanan insanları sırf mezhep taassubuyla yok etmeye çalışan kimseleri ve devletleri Müslüman kimliği adı altında tartışmayalım. Eğer hadiselere böyle bakabilirsek problemi çok net bir şekilde anlayabilir, inananlarla inanmayanlar arasındaki savaşı ve kimin hangi cephede durduğunu kolaylıkla seçebiliriz. Eğer bunu yapmazsak hâlâ Müslümanların Müslümanları kırdığını düşünür, teşhisi yanlış koymuş oluruz.

        Dostlar, meşhur bir sözdür, bunu lütfen hafızalarınıza ve kalplerinize kaydediniz: “Küfür; bir millettir.”

        Diğer Yazılar