Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Kıymetli dostlar! Bilmem fark ettiniz mi? Dini algılama ve dindarlık ilişkilerimiz, söylem ve hareketlerimiz çok değişik bir şekil almaya, tuhaf yönlere doğru evrilmeye başladı. Bu “Anormal” diyebileceğimiz üslup, hayatımızdaki değişikliklere baktığımızda diğer tercihlerimizden ve sahalardan daha farklı gibi görünse de aslında hem temel noktalarda hem de netice, sonuç noktalarında acayip benzerlikler arz ediyor.

        İnsanın dini hayat tarihine yani ilk insandan beri var olan inanç dünyasına baktığınızda bazı genellemelerle kaide sayılabilecek analizler yapmak mümkündür. Mesela bu süreç içerisinde “Yanlış, sapkınlık” olarak nitelendirebileceğimiz ne kadar ifsâd edici, bozguncu, zalimane hareket varsa hepsinin temelinde, çıkış noktasında “dini, inancı kendi anlayışına göre çevirme, izah etme” hastalığı yatmaktadır. Halbuki böyle midir? İnsan hür yaratılmıştır lâkin dini kendine göre yorumlama özgürlüğüne sahip ve muktedir midir?

        Buna en güzel, en kesin cevabı Allah Teâlâ peygamberlerini göndererek vermiştir. İnsanlar “zaman”la bu resûl ve nebileri de kendi anlayışlarına göre çarpıtmakla, bıraktıkları emaneti kendi ego ve hırslarına alet etmişlerdir ama “dinin aslı” Hakk katında “İslâm” olarak muhafaza edilmiş ve son nebi Efendimiz (SAS) ile bozulmamış hâli ayan beyan ortaya konulmuş, tamam edilmiştir.

        Âdem’in (AS) oğlu Kabil Habil’i öldürürken, Nemrud İbrahim’e (AS) kafa tutarken, Firavun Hazret-i Musa’ya (AS) zulmederken, Yahudiler yüzlerce peygamberi katlederken, Nuh’a (AS) kavmi eziyet ederken, çocuklar diri diri kabirlere gömülürken hep bu “kendine göre din anlayışı” ile Allah Teâlâ’nın dini arasındaki farklılık karşımıza çıkmaktadır. Âdem (AS) ile şeytan arasındaki bariz farkı görebilmelidir bir mü’min...

        İşte bundan, yani bu çarpık anlayıştan dolayıdır ki; Firavun’un suya gark olurken ve iş işten geçtikten sonraki ibretlik hâlini Kur’ân-ı Kerîm bize “Ben Musa’nın Rabb’ine inandım” yani “Kendi anlayışıma göre değil, peygamberin anlattığı İslâm’a göre inandım” sözü ile açıklamıştır.

        Günümüzde din inkâr edilmiyor. Yani dinin varlığı reddedilmiyor. Fakat bazen sahasından uzaklaştırılıp dar alanlara hapsediliyor, bazen de kullanılmak ve üzerinden menfaat sağlanmak için adeta çaya çorbaya katılmak isteniyor.

        Evet, dinin insan vicdanında kök salması hatta insanın “ancak din ile vicdan sahibi olabildiği” gerçeği yadsınamaz. Fakat dinin vicdan ve izandan yoksun olanların karanlık göğüslerine hapsedilmesine de müsaade edilemez, dini hayat bununla sınırlandırılamaz.

        Kur’ân-ı Kerîm’in ilk ayetleri Rabb’ül- âlemîn, Âlemlerin Rabb’i Allah (CC) fermanını, hakikatini ilan etmektedir. Bu hâşâ boşuna söylenmiş bir söz olabilir mi!..

        Din tevazudur, güzel ahlâktır, merhamettir, mahlûkata muhabbetle hizmet, Rabb’imize ibadet, taattir... Evet ama sadece camide, mevlit, ölüm, hasta ziyareti veya yardımlaşmada mı Rabb’imizi ve dinimizi hatırlayacağız? Ticaret, miras hukuku, yemek içmek, rızık temini, kardeşlik ve insan hukuku, toplumsal hayat, sağlık, temizlik, eğitim ve aile dini hayatımızın dışında mı? Herkesin aynı şekilde inanmasını bekleyemez ve buna kimseyi mecbur edemezsiniz ama bu bakışla yani din ve Allah Teâlâ olmadan mü’min, Müslüman, dindar kimsenin bu hayatı yaşayabilmesi mümkün mü?

        Bu soruları ve sorgulamaları zihin dünyamızda bir an önce yapmaya başlayalım. İnşallah sonra bu konu hakkında biraz daha konuşalım, neticeleri değerlendirelim.

        Fakat bugünkü sohbetimizden ayrılmadan önce şunu söylemek isterim ki eğer Allah’a (CC) gönül vermiş mü’minler isek bizi aştığını düşündüğümüz şeylerde değil, “bizim işimiz, bizim kudretimiz, aklımız ve sahamız” kabul ettiğimiz şeylerde Rabb’imizin kudretini ve dinimizi hatırlayalım, gözetelim. Bunu “hatırlamak” unutulmamalı, unutulmaması gerektiği de hatırdan çıkarılmamalı. En güzeli Allah (CC) düşüncesi, ahiret hayatı fakriyle Müslüman gibi yaşamalı ve insana yakışan ahlâk ve iman ile ömür sürmeli... Hem en güzel hem en sağlamı bu olsa gerek... Ne dersiniz?..

        MESNEVİ'DEN

        Hazret-iOsman’dan (RA) önce bir vahiy kâtibi vardı. Bu kişi vahyolunan ayetleri dikkatle yazmaya çalışırdı. Efendimiz (SAS) kendisine vahyedilen ayetleri ona söyler söylemez hemen bir kâğıda aktarırdı. Vahyin nûru o kâtibe de vurunca gönlüne bazı hikmetler doğmaya başladı. Efendimiz (SAS) onun gönlüne doğan hikmetleri aynen ifade buyururlardı. Bu hâl kendisine ağır gelen adam yolunu şaşıranlardan oldu.

        “Allah (CC) nûru ile nûrlanan peygamber ne söylüyorsa o hakikat benim gönlümde de doğuyor” demeye başladı. Böyle diyen kâtibe Allah’ın (CC) kahrı erişti. Adam hem dinden çıktı hem de kâtiplik görevinden alındı. Kin güderek Efendimiz’in (SAS) ve İslâm dininin düşmanı kesildi.

        Efendimiz (SAS) “Ey inatçı kâfir! Mademki nûr sendendir, neden şimdi nûrsuz ve simsiyah kaldın? Eğer ilâhi bir nûr kaynağı olmuş olsaydın senden böyle kapkara su çıkar mıydı?” diye sordu.

        Kâtip halk arasında adı kötüye çıkmasın diye ağzını açmadı ve sustu. İçine düştüğü durumun üzüntüsünden yanıp yakılıyordu ama gururu yüzünden tövbe etmiyordu.

        Hikmetin gönlüne aksetmesi o kâtibi yoldan çıkardı. Sen de gel sadece kendini görme, kendinde bir şeylerin varlığına kanma ki bu varlık iddiası seni doğru yoldan saptırmasın.

        Diğer Yazılar