Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        “ACABA niçin yazarken zorlanıyorum?” diye kendi kendime düşünüp cevap ve çözümler arıyorum. Bazen “Metni oluştururken cümle ve kelimelerin yerli yerince olması, düzgün, dengeli ifadeleri seçme gayreti diyorum”, bazen de “Yazmanın konuşmaktan zor oluşu bilinen, kabullenilmiş bir realitedir, tabii ki zorlanacaksın, öyle kolay mı yazmak?” diye düşünüyorum. Mana bütünlüğü, bilgi, birikim falan filan... Ama bugünlerde biraz daha kafayı taktım galiba. Bu cevaplar çok sıradan geldi bana ve kalbim tatmin bulmadı, bu sorgulama ve zorluğun beni getirdiği çözüm fikirlerinden...

        Sonraları bir şey fark ettim. Evet konuşmak kolay, yani yazmaya göre daha kolay. Yoksa saçmalamadan, sorumluluk, edep ve insani ölçülerde konuşmak elbette mühim ve çok önemli bir fiil. Ama konuşmayı kolay kılan şey galiba karşınızdaki insanı fark edebilmeniz, onun anlayışına, sizin dinleyiş ve durumuna göre muhatap bularak bu davranışı yapabilmeniz. Nitekim sizi hiç dinlemeyen yahut siz konuşurken tuhaf, rahatsız edici tavırlar içinde bulunan bir kimseyle de konuşamaz, sıkıntı çekersiniz. Konuşacak bir şey bulunamaz adeta. Kelimeler, cümleler tükenir, biter. Konuşmakla aktaramadığınızı belki yazarak, kısa not ve mesajlarla iletmek böylesi durumlarda daha pratik bile oluyor neredeyse...

        Neyse yazı meselesine gelince... Burada kelimelerle sizin ifade etmeye çalıştığınız şeyi kimin okuyacağını, ne kadar ilgi duyacağını kestirememek işi zor kılıyor. Hikâye, hayal, nefsin hoşuna gidecek şeyler yazmak için fazla bir efora ihtiyaç yok. Çünkü hemen hemen herkes bu nevi duygu ve hislere hazır vaziyette. Bedeni zevkler için ekstra bir çaba gerekmiyor. Biraz gıdıklar, dürtüverirseniz hemen kıvamına geliyor. Ancak doğru, ruh ve kalbe ait bir hakikat satırlara dökülecekse içinizden bazen şöyle vehim ve vesveseler geçiyor:

        “Yahu bırak bu işleri!.. Kim okur, kim takar bu sözleri... Adamın derdi mi var zannediyorsun? Umurunda mı? Para kazanma, eş bulma, iş becerme, zevk, eğlence, şehvet olmadan ne yapsın bu anlattıklarını? Reşit, sen söyle sen işit... Uğraşma kardeşim!..”

        ‘İNSANIN DEĞERİNİ DERDİ BELİRLER’

        Hakikaten insan aslında derdiyle yani ne derdi varsa ona göre şekillenen, ihtiyaçlarını gören, hayat süren bir varlık. Hatta Hazret-i Mevlânâ’nın “İnsanın değerini derdi belirler” manasına gelen sözü ne müthiş bir gerçeği vurgular.

        “Beden kalıbı içinde onu hareket ettiren ve kişiyi ebedi âleme çeken, hiç yerinde durmayan bir ruh varmış. Bana ne!

        Kalbin yani etten, kandan ibaret olmayan bu beden kalbimizin izdüşümünde merhamet, muhabbet ve tecellilerin hatta tüm güzelliklerin yansıdığı, kendini gösterdiği gönül varmış... Ne yapayım?

        Yemek, içmek, cinsellik, para, mal, mülk, çocuk derdi insanı insan yapmaz. Nereden gelip nereye gittiğini anlayıp o muazzam aşka ermek ile ancak insan olunurmuş.. Hocam bunlar ince iş ya, hiç kafam basmıyor..”

        Kur’an-ı Kerim seni insan yapmak için geldi ve nasıl insan olunur onu da Efendimiz (SAS) ile aşikâr gösterdi. Sadece “ben” diye yaşama, insanlıktan çıkar, kan emici vahşileri bile utandıracak durumlara düşersin. Aklın, nefsin, neslin, malın ve bu dünyada sana verilen nice nimetlerin başına bela olmasını istemiyorsan gel kendini tanı, hakikati bul, o gerçek güzellikle ol...

        “İyi de arkadaş yani daha ben hayatımın baharındayım. Elbet bunları da bir ara düşünürüm.. Hem ben aslında dini de çözdüm. Öyle fazla derine inmeyeceksin, durumu idare edeceksin işlem tamam...”

        İşte bu telkinlere, her biri çok önemli haz ve hakikat ölçülerine böyle dertsiz, gamsız yaklaşan daha doğrusu yaklaşmayan kimseye düşünüp de bu hususta ne yazabilirsiniz? Neyse ki sizlerle bu köşede biraz olsun dertleşip sohbet imkânı bulabiliyoruz.

        DERT OLMADAN DERMAN, DEVA VE ŞİFA VERİR Mİ?

        Bugünlerde ajanslara bir haber düştü. Eminim birçoğunuz duymuş, görmüşsünüzdür. Hani şehit annesini azarlayan otobüs şoförünün düştüğü kepaze durum. Kadıncağız, “Ben şehit annesiyim, kanun bana ücretsiz ulaşım hakkı tanıdı” diyor. O herif de “Ne yapayım şehit annesiysen, ben vergi veriyorum, para kazanmak zorundayım” diyerek hem ahlak ve insanlıktan hem de ticaret ve basit matematik hesabı yapmaktan aciz bir durum sergiliyor. Ne kadar vahim ve acı değil mi?

        İşte ulvi, kutsal derdi olmayan insanlar ne kadar basit, adi şeyleri hemencecik kutsayıveriyor. İçimizde o şehitlik arzusu ve şehit yavrunun acısını, derdini hissedebildiğimiz içindir ki biz bu çarpık zihniyeti fark edebiliyoruz. Ama bu dert olmasaydı belki bizler de insanlıktan uzak bu davranışa, “Adam haklı” diyecek seviyesizliğe düşebilirdik. Kutsal dertlerimiz bizi insan yapıyor. Bu arada bu nevi kimselere çok güzel emsal teşkil edebilecek dâhiyane cezayı veren hâkim kardeşimi de tebrik etmek istiyorum. Hani şu 12.33’te imza atma meselesi. Gerçekten harika...

        Dert gerçek değilse, yeni tabirle “sanal” ise derman da “sanal” oluyor. İstediğiniz kadar “artırılabilir gerçeklik” formülleri uygulayın. Samimi dert olmadan bu doğrular, hakikatler kişinin bırakın kalbini kılını bile oynatmıyor.

        Belki bazıları şöyle diyecek. “Yahu hoca sen ne yapacaksın okunup okunmadığını, muhatap bulamamayı? Allah (CC) için yaz, vazifeni yap, gerisine karışma...”

        “Evet iyi hoş da böyle olduktan sonra yazacağıma iki satır bir şey okur veya ne bileyim bir ibadet yahut hasta ziyareti, muhtaç bir kimsenin hizmeti gibi şeylerle meşgul olurum. Yazı yazmak farz mı vacip mi? Merak eden, arayan, soran, araştıran yoksa” diye cevaplar da geliyor bazen aklıma...

        Allah Teâlâ bize şerefli, aziz, güzel ve “insan”a yakışan “dert” versin ki bizler de böylece dermana, bizi güzel insan eyleyen makamlara kavuşalım.

        “Amin” sadasını duyamıyorum ama yazdığım için olsa gerek öyle değil mi? Yoksa dua tabii ki temiz kalbinizde yankı bulmuştur.

        Diğer Yazılar