Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Oscarlı yıldız Russell Crowe’un başrolünde oynayıp yönettiği “Son Umut” (The Water Diviner), gösterime girdi. Çanakkale savaşında kaybettiği oğullarını arayan bir babanın öyküsünü anlatan film, Kuvayı Milliye ruhuna selam göndererek kalbimizi kazanıyor

        JOSHUA Connor (Russell Crowe) vatanı Avustralya’da toprağın metrelerce altındaki suyu sezgileriyle bulabilen bir çiftçi. Su, onun için yaşam anlamına geliyor. Filmin öyküsü de simgesel olarak yaşamın anlamını yeniden bulmak üzerine. Joshua, Gelibolu’ya geldiğinde toprağın altında Çanakkale savaşında kaybettiği 3 oğlunu arıyor. Bu kez sadece sezgileri değil, iki Türk askeri de yol gösteriyor ona. “Son Umut”, Joshua Connor’ın, savaştan yenik çıkmış Osmanlı topraklarında sadece oğullarının cansız bedenlerini değil, tam aksine yine yaşamın kaynağını bulmasıyla ilgili bir film. Joshua’ya yeni hayatı için ilham verenler ise Mustafa Kemal’in önderliğinde yeni bir ulus için bağımsızlık mücadelesine girişen Kuvayı Milliye askerleri.

        ‘DÜŞMANLAR’ OMUZ OMUZA

        Eşleri Türk olan Andrew Knight ve Andrew Anastasios’un kaleme aldığı senaryo, meseleye sadece Avustralya değil Türk cephesinden de bakıyor. Hem de ilk sahneden itibaren. Kaldı ki, film Anzakların geri çekildiği günde, Gelibolu’daki Osmanlı siperlerinde başlıyor. Russell Crowe’un kamerası Anzak siperlerine yapılan saldırıyı Osmanlı’nın cephesinden takip ettikten sonra bizi Joshua ile tanıştırmak üzere Avustralya’ya götürüyor.

        Russell Crowe yönettiği bu ilk uzun konulu filmde, seyirciyi hemen avucunun içine alacak Hollywood usulü bir duygusallığın peşine düşüyor. David Hirschfelder’in müzikleri ve Andrew Lesnie’nin dijital efekt destekli şık görüntüleri eşliğinde ilerleyen gösterişli bir sinema bu. Russell, özellikle Avustralya’daki kum fırtınası sahnesi ve savaştan yıllar sonra Gelibolu’da hayatını kaybeden askerlerin toprak altında arandığı bölümlerde başarılı. Buna karşılık, Joshua - Ayşe (Olga Kurylenko) ilişkisi ve İstanbul bölümlerinin biraz egzotik, yüzeysel olduğunu düşünüyorum. Kayaköy’deki Mevlânâ tarikatı ve Joshua’nın oraya gelir gelmez Yunan saldırısının başlaması gibi sahnelerin de klişelere teslim edildiği görülüyor. Filmin en sahici ve derin yanı ise Joshua ile Binbaşı Hasan (Yılmaz Erdoğan) ve Cemal Çavuş (Cem Yılmaz) arasındaki dostluk. Joshua’nın birkaç yıl önce oğullarının savaştığı iki “düşman” askeriyle omuz omuza, savaşın kayıplarını ve travmalarını aşmaya çalıştığı bölümler, filmin en sağlam yanını oluşturuyor. Yılmaz Erdoğan savaş yorgunu, tecrübeli asker Binbaşı Hasan’ı hassasiyetle yorumlayarak kendisine atılan pası gole çevirmesini biliyor. Cem Yılmaz da imkânları dar bir rolde üstüne düşeni fazlasıyla yapıyor.

        EN İYİ ÇANAKKALE FİLMLERİNDEN BİRİ

        Oscar kazanmış, tüm dünyanın tanıdığı Russell Crowe gibi bir sinemacının böylesine Türk dostu bir film çekmesi, açıkçası Türkiye için milyonlarca dolarlık tanıtım yatırımına bedel. “Son Umut”un Batı’dan gelen Türkiye aleyhtarı filmlere tepkili olan seyircilere bir tür terapi gibi geleceğini düşünüyorum. Batılıların bize tuttuğu aynada kendimizi belki de ilk kez bu kadar şık ve güzel göreceğiz. “Son Umut”un da Çanakkale filmleri arasında Peter Weir’in “Gelibolu”su kadar olmasa bile iyi bir yerde duracağını düşünüyorum.

        Filmin notu: 6.5

        Sakın pes etme!

        “İki Gün ve Bir Gece”nin (Deux jours, une nuit) ilk sahnesinde Sandra’yı (Marion Cotillard) gündüz vakti yatağında uyurken görüyoruz. Sonra arkadaşı ve eşi tarafından apar topar kaldırılarak patronuyla görüşmeye götürülüyor. Sandra filmin çoğunluğunda zorla ringe çıkarılan yorgun, gönülsüz bir boksör gibi. Sakinleştiricilerle ayakta duruyor, sürekli uyumak istiyor. Ama çalıştığı işyerinden atılmamak için, 16 çalışma arkadaşını kendisi lehinde oy kullanmaya ikna etmek zorunda. Arkadaşları Sandra’nın işte kalması için oy kullanırlarsa 1000 Euro ikramiyeden olacaklar. AB üyesi bir ülkede işverenin işçilerine böylesi bir oylama yaptırabiliyor olması gerçekten utanç verici. Bazı iş arkadaşlarının açık açık “Kusura bakma 1000 Euro’ya ihtiyacım var” diyerek Sandra’yı reddetmesi de çalışan sınıfın geldiği noktayı gayet iyi özetliyor. Filmi yazıp yöneten Belçikalı Jean Pierre ve Luc Dardenne kardeşlerin yegâne amacı, 1000 Euro’luk ikramiyenin emekçileri birbirine nasıl düşürdüğünü, çalışanların ne kadar benmerkezci hale geldiğini anlatmak değil. Asıl vurgulamaya çalıştıkları bir emekçinin sonuna kadar pes etmeden mücadele etmesi gerektiği. Kuşkusuz dayanışma duygusunun da altını çiziyorlar. Öte yandan, beyaz Avrupalıların çoğunun ikramiyeyi tercih etmesi, AB sınırları içinde yükselen ırkçı, faşist dalganın bir işareti sanki. Buna karşılık, Sandra’nın göçmen arkadaşları çok daha merhametli ve vicdanlı davranıyor. Dardenne kardeşler önceki filmlerinde olduğu gibi Sandra’yı yine hareketli bir kamerayla yakından takip ederek sağlam bir gerçeklik duygusu inşa ediyorlar. Filmde aşağı yukarı bütün sahnelerde yer alan Marion Cotillard da kariyerinin en iyi performanslarından birini çıkarıyor. Filmin zamana karşı bir yarış gibi geliştiğini ve bu yanıyla gerilim türüne girdiğini de belirtelim.

        Filmin notu:7

        Diğer Yazılar