Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Filmin orijinal ismi “Ford v Ferrari”... Seyrettikten sonra “Ford v Ken Miles” demek de mümkün; çünkü Ford – Ferrari rekabeti sadece bir çerçeve... Hikâyedeki asıl dramatik çatışma, kurum ile birey arasında geçiyor... Otorite – birey ve sermaye – emek çatışmaları da var işin içinde...

        Kaldı ki, hikâyenin başına döndüğümüzde Ford'un temel amacının Ferrari'yle rekabet etmekten ziyade daha çok otomobil satmak olduğunu görüyoruz... Genç yönetici Lee Iacocca'nın (Joe Bernthal) yaptığı sunum sırasında patron Henry Ford II (Tracy Letts), Ferrari'yi rakip olarak görmediğini ve yarış otomobili üretme fikrinin ona anlamlı gelmediğini söylüyor.

        Dolayısıyla her şey, Ford Mustang'i geliştiren ekipte yer alan ve yıllar sonra otomobil endüstrisinin yıldız isimlerinden biri olacak Lee Iacocca'nın başının altından çıkıyor.

        Iacocca, o yıllarda Ford'un pazarlamasının başında... Düşen satışları engellemek için patronunun önüne yeni bir vizyon sunuyor.

        Hedefi, “babalarının otomobillerini kullanmak istemeyen” genç nesli yakalamak... Genç nesil için hız ve rekabet, diğer her şeyden daha önemli... Onlar otomobilin işlevinden ziyade imajını önemsiyorlar.

        Iacocca ve Ford'un ilk planı, aslında Ferrari'yi satın almak... Ama İtalyan otomobil şirketi Fiat'ın da araya girmesiyle olaylar öyle bir noktaya geliyor ki Le Mans 66 yarışını kazanmak ve Ferrari'nin pistlerdeki üstünlüğüne son vermek, Ford'un bir numaralı kurumsal hedefi haline geliyor...

        Peki, Ken Miles (Christian Bale) kim? Önce işinin ehli bir oto tamircisi, sonra tutkulu bir otomobil yarışçısı olarak çıkıyor karşımıza... Kimseden lafını sakınmayan, çok ters, aksi ve kavgacı bir adam... Dolayısıyla, Ford dahil hiçbir büyük markanın çalışmak istemediği biri.

        Öte yandan, Ken Miles'ın da Ford'da çalışmak gibi bir derdi yok... Her şeyden önce Ford'un ürettiği otomobilleri sevmiyor. Dahası, Ford'un kurumsal bürokrasisinden ve kravatlı yöneticilerinden hiç haz etmiyor... O yüzden, Carroll Shelby'nin “Gel beraber Ford'u Le Mans'ta zirveye çıkaralım” teklifini “Ford'da hiçbir şey yapılmaz” diye hemen reddediyor...

        Sağlık nedenleriyle yarış pistlerini terk etmek zorunda kalan Carroll Shelby (Matt Damon), sadece Ken Miles ile kazanacağını biliyor... Çünkü Miles, sadece sezgileri ve refleksleri mükemmel bir yarış pilotu değil. Bir yarış otomobilinin nasıl olmasını gerektiğini bilen gerçek bir uzman... Öyle ki, kullandığı yarış otomobilinin tüm sorunlarını tek tek analiz edebiliyor...

        Shelby, Miles'ı ekibine almak için Ford mühendislerinin ürettiği GT-40 motorunun takılı olduğu bir otomobil denetiyor ona... Miles'ın otomobil ve yarış tutkusunu iyi bildiği için o koltuğa bir kez oturdu mu, kalkamayacağını, hayatını tamircilikle geçirmek istemediğini biliyor... Gerçekten de tahmin ettiği gibi oluyor ve Miles hız ve otomobil tutkusuna söz geçiremeyip ekibe katılıyor...

        Ne var ki, başta Leo Bebee (Josh Lucas) olmak üzere Ford'un kravatlı yöneticileri, Miles'ı hiç sevmiyor ve onu ekipte istemiyorlar... Shelby ise onsuz kazanamayacağını biliyor... İşte hikâyenin asıl omurgası, bu çatışma üzerinden şekilleniyor...

        Bir yanda, Ford'un kurumsal kimliğini temsil eden kravatlı yöneticiler, diğer yanda her şeyiyle gerçek bir emekçi olan Ken Miles var... Ama burada Shelby ve onun yanında çalışanları unutmamak gerek. Film, Miles'ın ekibin bir parçası olduğunu ve başarının takım çalışmasıyla geldiğinin altını özenle çiziyor...

        “Asfaltın Kralları”, iki şirketin rekabeti üzerinden ilerleseydi çok da parlak bir noktaya gelemezdi... Jez Butterworth, John-Henry Butterworth ve Jason Keller'in imzasını taşıyan senaryo, Enzo Ferrari (Remo Gironi) ile Henry Ford II'nin husumetini komik ve eğlenceli bir şekilde sunmayı tercih ediyor.

        “Asfaltın Kralları”, Ford ve Ferrari şirketlerinin kurumsal anlamda gönül rahatlığıyla onaylayacağı bir film gibi gelmedi bana. Tam aksine, her iki kurumun hoşuna gitmeyecek ayrıntılar var... Enzo Ferrari'nin kibri ve kontrolsüz saldırganlığı, Ford'un Ken Miles'a yaptığı kurumsal haksızlıklar görülmeyecek gibi değil...

        Dolayısıyla, filmi rekabetten ziyade Ken Miles'ın mesleğine duyduğu aşk üzerinden okumak gerekiyor... Miles, Le Mans 66'yı kazanmak için her şeyini ortaya koyan gerçek bir emekçi... Zaten filmin büyük bölümünde onu işçi tulumları içinde görüyoruz. Üstü başı hep kir pas içinde... Shelby'nin, Miles'ın fırlattığı İngiliz anahtarını çerçeveletmesi boşuna değil. Ken Miles'ı yarış otomobilinden ziyade o İngiliz anahtarı anlatıyor...

        Shelby'nin teklifini kabul etmesinin tek nedeni, para değil. Kuşkusuz ailesini geçindirmek zorunda... Ama asıl mesele, işine duyduğu tutku... İşini iyi yapmak için gösterdiği o insanüstü çaba... Filmin güzelliği de buradan geliyor.

        Le Mans'taki o son turda Miles, bir anda asıl arzusunun finiş çizgisini ilk sırada geçmenin ötesinde bir şey olduğunu hissediyor... Kurumsal karara saygı duymanın ötesinde bir itki var orada... Orada Shelby'nin filmin başında tarif ettiği o kendinden geçme anını yaşıyor... Rekabetle açıklanamayacak bir haz bu... "Otomobille bütünleşmek ve uzay zamanda yekpare bir kütleye dönüşmek"... Otomobil hızlandıkça diğer her şeyin yavaşladığı bir ruh hali... Miles'ın vites kolunu öne iterek, yaşadığı anın tadını çıkardığı o sahnede asıl arzusuna kavuştuğunu, finiş çizgisini birinci bitirmenin, onun için artık sadece bir teferruat olduğunu hissediyoruz.

        Filmdeki diğer karakterleri, Miles ve Shelby'yi birleştiren o tutkuyu anlayanlar ve anlamayanlar diye ikiye ayırmak mümkün... O ayrımda Henry Ford II ve Enzo Ferrari'nin farklı yerlerde olduklarını söyleyelim... Hatta bütün hikâyeyi tam da o “şapka çıkarma” anından okumak mümkün... Sonuçta otomobil satmak ve Le Mans heyecanı ayrı şeyler...

        Asıl önemlisi, Miles finişten sonra kendi adına bir aydınlanma yaşıyor sanki... O ters, aksi kavgacı adam gidiyor, yerine asıl arzusunu anlamış, hayattaki önceliklerinin ne olduğunu keşfetmiş olgun, sakin bir adam geliyor...

        Burada Christian Bale'in Miles'a getirdiği yorumun katkısı çok büyük... Defalarca şahit olduğumuz gibi Bale, inanılmaz bir oyuncu... Öyle çok fazla hayranı yoktur belki... Adının afişe büyük yazılması bilet garantisi anlamına gelmez ama Hollywood'un yaşayan en büyük oyuncularından biri olduğu bilinir...

        Başta Matt Damon olmak üzere diğer oyuncuların katkılarını da unutmayalım. Henry Ford II'yi oynayan Tracy Letts mesela... Shelby'nin kendisini yarış otomobilinin içine oturttuğu o sahnede gerçekten iyi iş çıkarıyor. “Asfaltın Kralları”nın, Miles'ın eşini oynayan Caitriona Balfe için bir çıkış filmi olacağını tahmin etmek zor değil... Miles'ın oğlunda Noah Jupe da gayet iyi...

        James Mangold, hangi filme imza atarsa atsın, hangi janrda çalışırsa çalışsın hikâye ve senaryonun hakkını en iyi şekilde teslim eden bir yönetmen... Üslubu hikâyenin önüne asla geçirmiyor, karakterleri incelikle işlemesini biliyor...

        Yarış sahnelerine çok yeni bir yaklaşım getirdiğini söyleyemem belki ama başta Le Mans olmak üzere bütün otomobil yarışı çekimlerinde çok sağlam iş çıkarıyor. Kenar süslerine, gösterişe, stilize sahne tasarımlarına hiç girmemiş Mangold. Gerçekçi bir tarz benimseyerek yarışın hikâyesi neyse onu anlatmış. Mesela, kaza sahnelerinde “slow motion” tekniğini kullanıp sahneleri köpürtmüyor. Kameranın, kurgunun varlığını tümüyle unutup yarışa odaklanıyoruz... Kendi adıma en çok sürücünün bakış açısını kullanılan çekimleri sevdim...

        Yarış sadece görüntüyle değil sesle de anlatılıyor. Filmin ses tasarımı bir bütün olarak gerçekten çok iyi...

        Mangold ve ses ekibi, sadece yarış sahnelerinde değil bütün otomobil sahnelerinde motor sesini yüksek bir seviyede kullanmışlar... Otomobili, görüntüsünden ziyade motor sesiyle hissediyoruz.

        Mangold, 1966 itibarıyla bir yarış otomobilinin sürücü koltuğunda oturmanın işitsel ve görsel anlamda nasıl bir deneyim olduğunu yeterince iyi anlatıyor. Tam da bu sahnelerde “First Man”deki klostorofobik uzay kapsülü çekimlerinden esinlenmiş olabileceği de akla geliyor...

        “Asfaltın Kralları” akıllarda 7 bin devir gerilimiyle kalacak bir film... Motoru kırmızı çizginin ötesine geçip 7 bin devrin üstünde çalıştırmanın beraberinde getirdiği risk, etkili şekilde görselleştiriliyor. Öyle ki, otomobilin parçalanıp dağılması, nerdeyse pist kazalarından daha tehlikeli bir durum olarak hafızamıza kazınıyor.

        Son olarak, Marco Beltrami ve Buck Sanders'in müzikleriyle filme yaptıkları katkının altını çizmem gerekli...

        “Asfaltın Kralları”nda kuşkusuz klişeler de var... Miles'in eşiyle, oğluyla olan ilişkileri mesela... Ama “Miles – Shelby ve Ford şirketi” arasındaki çatışmaların iyi kurulduğu kesin... Otomobil yarışı filmlerini sevip sevmemeniz çok önemli değil. Sonuçta, sizi alıp götüren gerçek bir hayat hikâyesi seyretmek isterseniz kaçırmayın...

        7/10

        Diğer Yazılar