Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Netflix yapımı “Marriage Story” her şeyiyle bir boşanma öyküsü ama Noah Baumbach filmin ismini koyarken vurguyu evliliğe yapmış.

        Baumbach'ın asıl derdini deşifre eden bir tercih bu... Çünkü Baumbach'ın aklı gelecekte değil geçmişte... Boşanmanın getirileri ve artılarıyla değil, götürdükleri ve negatif yanlarıyla ilgileniyor... Ve bütün filmi, yıkılan evliliğe ve kayıp aşka düzülen bir matem gibi çekmiş...

        Sözgelimi açılış sahnesi... Önce Charlie (Adam Driver) anlatıyor Nicole'ün (Scarlett Johansson) en sevdiği yanlarını... Sonra Nicole'ün anlatımıyla Charlie'yi tanıyoruz... Romantizm daha ilk dakikalardan inşa ediliyor. Hem de sahici ve sağlam bir sinemayla.

        Bu anlatımlar bize sadece sevgiyi değil, mutluluğu da hissettiriyor... Keşke her evlilikte, her ilişkide herkes birbirini böyle güzel sevse, diye geçiriyoruz içimizden. Filmin daha ilk anlarından itibaren, Charlie ve Nicole'ün ayrılığına çok üzüleceğimizi biliyoruz. Hatta tüm filmin, ayrılığın bize vereceği hüzün duygusuyla sürüp gideceğini de hissediyoruz... Öyle de oluyor... Nicole'ün yatağına gidip tek başına ağladığı sahne, matem duygusunu daha da güçlendiriyor.

        Baumbach, sonuna kadar ayrılığın verebileceği bütün acıları tek tek bulup çıkarıyor adeta. Hem de hiç bıkmadan, inatçı bir tavırla...

        Sadece avukatların devreye girmesinden, işlerin çirkinleşmesinden söz etmiyorum. Film zaten tümüyle boşanma sürecinin zorlukları üzerine inşa edilmiş durumda... Ayrıntılara indikçe bütün filmin ayrılığın matemi üzerine kurulduğunu görmek mümkün.

        Mesela Charlie'nin hüzünlü otel odasındaki yalnızlığı ve Los Angeles'ta tuttuğu evin renksiz soğukluğu... Filmin diyaloglarını hiç duymasanız sadece görüntülere baksanız, Charlie'nin yalnız kalma sürecine, terk edilmesine odaklanan bir hikâye anlatıldığını düşünmeniz mümkün. Nicole ise hiçbir sahnede onun kadar yalnız kalmıyor. Sürekli başkaları var çevresinde. Sete gittiği ilk gün ilgi odağı oluyor mesela. Karavanına giderken 4-5 kişi onu izliyor.

        Nicole, yeni bir hayata başlıyor yeni bir heyecanla. Charlie'nin hayatı ise kötü gidiyor ama zorlanıyor. Özellikle de ruhsal anlamda...

        Nicole'ün çocuğuyla olan ilişkisi daha yakın ve sıcak. Charlie ise çocuğuyla bağ kurmakta hep zorlanıyor. Charlie hep yalnız ve melankolik bir erkek olarak resmediliyor.

        Sözgelimi Cadılar Bayramı baba ve oğul için son derece hüzünlü geçiyor. Baba ile oğulun hayatında Nicole'ün eksikliğini hissediyoruz. Ama mesela, Cadılar Bayramı gecesini annenin nasıl geçirdiğini hatırlatmak isterim...

        Nicole bir şekilde yoluna devam ediyor, uyum sağlamasını, eğlenmesini biliyor. Erkeğe ise hep hüzün ve yalnızlık düşüyor... Baumbach'ın finale doğru çok az kesme yaparak çektiği şarkı sahnesinde bile yalnız aslında. Charlie, arkadaşlarından uzakta sahnede tek başına “yıkılmadım ayaktayım” mesajını veriyor...

        Ayrılık sonrası Nicole ve Charlie'nin libidolarına baktığımızda da yine bariz bir dengesizlik göze çarpıyor. Charlie'deki libido kaybı çok açık...

        Açılış sahnesinin sıcaklığıyla filmin geri kalanı arasında da ciddi bir ton farkı var.

        Noah Baumbach, ilk bakışta Nicole'ün kendi yoluna gitmesini onaylayan bir hikâye anlatıyor gibi görünüyor. Ama filmin görsel tasarımını, ayrılık sürecini onaylamaktan ziyade kayıp aşkın matemini yansıtmak üzerine kurduğu söylenebilir.

        Filmin göstergelerini fazla derine inmeden çözmeye çalıştığımızda da evliliğin kayıp bir cennet gibi tasvir edildiğini görmek mümkün... Sözgelimi, renk paletlerine baktığımızda Nicole ve Charlie'nin evliyken yaşadıkları New York, ayrılık sürecini temsil eden Los Angeles'a göre daha sıcak, insani bir yer olarak resmediliyor...

        Nicole ile Charlie'nin birlikte çalıştığı tiyatro kumpanyasındaki sıcak renklerle Los Angeles'ın açık renkleri arasında inkâr edilemez bir kontrast var...

        New York'ta ya da tiyatrodaki tüm kadrajlarda insanlar birbirlerine yakınlar.

        New York kalabalık sokaklarıyla renkli, canlı, hayat dolu bir yer... Los Angeles ise beyaz gün ışığıyla tasvir edilen “ferah” ama mesafeli bir şehir... Renkler New York'a oranla biraz uçuk ve soluk.

        New York bariz şekilde kayıp aşkın sıcaklığını, Los Angeles ise ayrılığın soğukluğunu sezdiriyor... New York sanattaki samimiyeti, yaratıcılığı; Los Angeles ise paranın ön plana geçtiği samimiyetsiz bir ortamı temsil ediyor. Nicole'ün gittiği ilk test çekiminde, bir anneye bebeğin nasıl tutulacağını söyleyen erkekler var kamera arkasında...

        Daha açık göstergelere baktığımızda da ayrılık sürecinin acılarını görüyoruz.

        Charlie'yi çok seven anne (Julie Hagerty) ve kız kardeşin (Merritt Wever) boşanma nedeniyle yaşadığı hayal kırıklıklarına itirazım yok. O sahnelerde mizah var... Ama özellikle çocuğun olduğu her sahnede ayrılığın acısını damardan hissediyoruz... Hatta bir sahnede Henry (Azhy Robertson) eski usul melodramları hatırlatacak şekilde ikisinin kollarını tutup bırakmıyor.

        Peki bütün bu matemin, hüzün duygusunun kaynağında ne var?

        Çocuk, ayrılığa karşı. Babanın ayrılmayı pek istemediği, mecbur kaldığı açık... Peki, anne?

        Noah Baumbach'ın bu devirde kadın düşmanı, anti feminist bir film çekmesi elbette düşünülemez. Avukatına ve bize kalbini açtığı sahnede Nicole'ü anlıyor ve tabi ki ona hak veriyoruz. Evliliğin içinde kaldıkça kendi kişiliğini bulamayacağını görüyoruz orada... Nicole, özgür olabilmek ve kendini bulmak adına Charlie'den ayrılmak ve başka bir hayat kurmak zorunda. Çünkü Charlie, baskın kişiliğiyle Nicole'ü kendi dünyasının bir parçası haline getirmiş durumda. Nicole'ün mesleki olarak kendini geliştirmesi ve bağımsızlaşmasına karşı hep duyarsız kalmış.

        Dolayısıyla, Nicole sonuna kadar haklı ve film, bunun altını çiziyor. Lakin bu haklılığa karşı “İyi ama...” diyen bir tavır var... Baumbach'ın, yönetmen olarak enerjisini Nicole'ün özgürlük arayışını övmekten ziyade Charlie'nin çaresizliklerine ayırması bile bence bu tavrın açık bir göstergesi...

        Sizi bilmiyorum ama ben film boyunca, kendine yeni bir hayat kuran Nicole'ün özgürleşmesinin getirdiği o enerjiyi hiç hissetmedim. Nicole çok kararlı davranıyor ama doğruyu yaptığından sanki emin değil. Birkaç sahnede Charlie'nin eşi gibi davranmaya devam ediyor mesela... Sözgelimi, finaldeki ayakkabı bağlama sahnesi, sorumluluklarının hiç bitmeyeceği anlamına mı geliyor?

        Diyeceksiniz ki, film Nicole'ün özgürleşmesi üzerine değil. Peki ne üzerine? Boşanmanın acıları üzerine mi? Evet, hem de fazlasıyla...

        Tam da bu noktada, Baumbach'ın Nicole'ün özgürlük talebini haklı bulmakla birlikte duygusal olarak hep Charlie'nin yanında duran bir film çektiğini düşünüyorum...

        Avukatları işin içine sokan, olayı mahkemeye taşıyan Charlie değil, Nicole... Charlie, Nicole'e oranla daha zayıf bir karakter ama son tahlilde “her şeyi aramızda halledelim, istediğini al” diyen yumuşak başlı biri... Açılış sahnesinde "Charlie ne istediğini çok iyi bilir, ben bilmem" diyor Nicole... Ama boşanma sürecinde tam tersini görüyoruz. Tüm bunlar, kadın düşmanı seyirciler için Nicole'ü suçlama fırsatları değil mi? Bütün evliliklerin her koşulda devam etmesi gerektiğine inanan bağnaz erkek egemen zihniyetin kendisini sorgulayabileceği bir film değil “Marriage Story”... Tam aksine, “Bak erkek ne acılar çekiyor” diyeceği bir film...

        Kuşkusuz Baumbach kadın düşmanı değil. Özgürlüğü Nicole'ün en doğal hakkı gibi gördüğü kesin. Asıl mesele, Nicole'ün aldığı kararlar nedeniyle Charlie'nin boşanmanın her aşamasında sürekli acı çekmesine yaptığı vurgular... Burada Baumbach'ın erkek olarak bilinçdışının devreye girdiğini söylemek mümkün.

        Özetle, film Nicole'ün bağımsız bir kadın olarak kendini bulmasına değil, Charlie'nin yalnızlıktan doğan melankolisine odaklanıyor.

        Hatta Nicole'ün avukatı Nora'ya (Laura Dern) neden boşanmak istediğini anlattığı o sahne dışında Charlie'nin Nicole'ü pasifleştiren baskın erkek karakterine getirilen kayda değer, ciddi bir eleştiri göremedim ben filmde...

        Evlilik bazen tarafların her ikisi için de bir kafes haline gelebilir. Nicole için böyle bir durum olduğu çok açık ve Nicole bu kafesten çıkmak zorunda ama film bu zorunluluğu yansıtmaktan ziyade Charlie'nin yaşadığı zorlukları öne çıkarıyor. O acıyı Charlie'nin kendiyle yüzleştiği bir trajedi gibi kursa belki daha anlaşılır bir tavrı olabilirdi filmin. Çünkü trajediler, insanların yaptığı hataların bedellerini ödemesini anlatır. Charlie'nin ise filmde yaptığı hatalarla yüzleştiğini ya da pişmanlık duyduğunu söylemek biraz zor. Charlie filmde, Nicole'un ayrılık kararıyla yaşadığı sarsıntıları atlatmaya, ayakta durmaya çalışan bir karakter olarak çiziliyor.

        Sözgelimi, Asghar Farhadi'nin birbirini seven, buradaki gibi birbirine saygılı iki insanın ayrılık sürecine odaklanan filmi “Bir Ayrılık”ta erkek, hatalarından hiç vazgeçmeden, kibirli şekilde kendi yoluna gider ve biz ona acımayız. Burada ise erkeğin yaşadığı mağduriyet baştan sona bütün filmi kontrol ediyor...

        Evliliği, ayrılığı anlatan sinema klasikleriyle, sözgelimi Ingmar Bergman filmleriyle karşılaştırmaya ise galiba hiç girmemek gerekiyor. Acı çeken iyi kalpli iki insanı anlatan “Marriage Story”, insan ruhunun karanlığını görünür hale getiren o filmlerin yanında çok naif, duygusal ve iddiasız duruyor...

        “Marriage Story” kötü bir film değil kuşkusuz... Baumbach sahici bir hayat hikâyesi anlatmış, inandırıcı karakterler oluşturmuş ve güzel sahneler yazmış. Oyunculuklar gerçekten çok iyi... Scarlett Johansson, kariyerinin en iyi performansını çıkarıyor; çok duyarlı ve mükemmel bir yorum getiriyor rolüne... Tiyatro sahnesinde ağlayamamaktan söz edip göz yaşlarını saklayarak odasına geçtiği sahne mesela ya da avukatına Charlie'yle bütün ilişkisini anlattığı anlar... Sırf Johansson'un oyunculuğundaki nüanslar için bile film ikinci kez izlenebilir. Adam Driver da her sahnesinde çok iyi.

        “Marriage Story” dört dörtlük bir oyunculuk şovu... Laura Dern, Alan Alda ve Ray Liotta bir yana, annede Julie Hagerty, kız kardeşte Merritt Wever filmde rol aldıkları kısa sürelerde şahane performanslar çıkarıyorlar...

        Baumbach'ın yönetmenliğine itirazım yok. Gerçi oyuncuların döktürdüğü, duygusal gerilimin yükseldiği sahnelerde çok fazla kesme yapmasından bazen rahatsız oldum ama özellikle kadrajlarını çok sevdim. Onca diyaloğa rağmen resimlerle hikaye anlatmasını çok iyi bilen bir sinemacı... Mesela, garaj kapısını kapadıkları sahne... Baumbach, günümüzde çok az yönetmenin kullandığı 1.66:1'lik kadraj formatıyla bence harika bir iş çıkarıyor... Özellikle iç mekânlar ve pencerelerden görünen manzaralar dikkat çekici. Görüntü yönetmeni Robbie Ryan'ın işini de başarılı buldum...

        Ne var ki, birçok meslektaşımın aksine “Marriage Story”yi çok sevdiğimi ya da etkilendiğimi söylemem mümkün değil. Noam Baumbach'ın başyapıtı benim gözümde hâlâ yine bir ayrılık sürecini anlatan “The Squid and the Whale”...

        6.5/10

        Diğer Yazılar