Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        1950 yapımı “Sunset Boulevard”dan bu yana, Hollywood’u anlatan filmlerde trajedi sanki biraz daha ağır basar…

        Genelde başarıyı kutsayan Hollywood’un, kamerayı kendine doğru çevirdiğinde başarısızlığa odaklanmaktan çekinmemesi, kayda değer bir noktadır.

        Bu yaklaşım, gerçekçilik midir, yoksa bir tür kendine acıma mı? Seyircinin “düşmüş yıldızları” kendine daha yakın hissetmesi ihtimalini de unutmamak gerek...

        Peter Quilter imzalı “Eye of the Rainbow” adlı müzikalden uyarlanan “Judy” de parlak bir kariyerin çöküş dönemini anlatan filmlerden biri… Ve tabi ki, bir gerçek hayat hikâyesi…

        Judy Garland, 1999’da Amerikan Film Enstitüsü tarafından klasik dönem Amerikan sinemasının 10 büyük kadın starından biri olarak gösterilmiş bir isim… Ayrıca, ödüllerle dolu şahane bir müzik kariyeri var.

        Garland, filmlerde oynamaya başladığında 8 yaşındaydı. 1939 yapımı “Oz Büyücüsü”yle (The Wizard of Oz) gelen şöhretin ardından gençlik ve yetişkinlik yılları boyunca uzun süre zirvede kalmayı başardı…

        “İkinci baharı”nı yaşaması gereken yıllarda ise maddi sorunlar nedeniyle çöküş dönemine girdi…

        Senaryosunu Tom Edge’in yazdığı “Judy”, efsane yıldızın hayatının son dönemini anlatıyor. Ama başta açılış sahnesi olmak üzere, bizi ara sıra “yükseliş dönemi”ne götürüyor ve ergenlik çağının eşiğindeki genç Judy’nin Hollywood setlerinde yaşadıklarına tanık ediyor…

        Film, Judy Garland'daki ruhsal çöküşün asıl olarak yükseliş döneminde başladığının altını çiziyor… Hatta “Judy”nin dramatik yapı olarak tümüyle bu fikir etrafında inşa edildiği söylenebilir…

        Özellikle açılış sahnesi, unutulacak gibi değil… Yapımcı Louis B. Mayer (Richard Cordery), bırakın bir çocuğu, bir yetişkini dahi tedirgin edecek şeyler söylüyor genç Judy’ye (Darci Shaw)… Hep “içeride” kalması için ona “duvar”ın öteki tarafındaki, yani film stüdyosunun dışındaki sıradanlık, mutsuzluk ve yoksulluktan söz ediyor.

        Mayer’in o sakin ses tonu ve ikna edici konuşma tarzının altında marazi bir sevgisizlik, tehdit dolu bir saldırganlık var. Her şey genç Judy’yi baskı altında tutmakla ilgili; çünkü Judy, stüdyonun kasalarını parayla dolduran bir yıldız Mayer’in gözünde… Çocukluğu, gençliği kimsenin umurunda değil. Starlık egosunun kontrol altında tutulması, hep aynı kiloda kalması ve söz dinlemesi gerekiyor.

        Tüm bu açılış sahnesinin belirli ölçülerde kapitalizm eleştirisi içerdiği de söylenebilir… Sonuçta, eğlence sektörünün elinde metalaşmış bir çocuktan söz ediyoruz…

        Belki sönmüş yıldız hikâyelerine alışık olduğumuzdan Judy Garland'ın (Renée Zellweger) hayatının son döneminde olup bitenler, finale kadar fazlasıyla öngörülebilir bir güzergâhta ilerliyor. Ama genç Judy’nin yaşadıkları için aynısını söyleyemem.

        Estetik olarak bakıldığında da yönetmen Rupert Goold'un bu sahneleri değişik tarzda çektiğini görmek mümkün. “Resim” ve duygu olarak filmin geri kalan kısmından çok farklılar. Film, çok doğru bir tercihle genç Judy’yi sadece setlerle sınırlı bir alanda gösteriyor bize. Her şeyin dekor olduğu bir dünya bu… Yani, yalan dünya… İlk sahnede doğa bir dekor olarak kurulmuş mesela… Daha sonra kafe, havuz gibi başka dekorların içinde görüyoruz Judy’yi... Sonuçta, genç Judy yalan dünyaya mahkûm bir hayat sürüyor. Sürekli çalışmak ve hayatının büyük bölümünü orada yaşamak zorunda…

        Öte yandan, yanılsamalarla dolu bir dünyada yaşasa bile gerçeğe dokunmak isteğini hiç kaybetmediği belli. Özellikle genç Mickey Rooney ile diyalogları ve havuz sahnesi, Judy’nin sınırlamalara karşı verdiği tepkinin göstergeleri…

        Judy Garland’ın hayatının son döneminde bir zamanlar kaçmak istediği o dünyaya, film setlerine dönmek istemesi ama kabul edilmemesi, bence filmin en can alıcı meselesi… Lakin, film bunun pek farkında değilmiş gibi çok tanıdık bir çöküş öyküsü anlatmaya odaklanıyor.

        Genç Judy’nin olduğu bölümlerde film, dramatik olarak yoğun ve etkileyici… Londra sahneleri ise biraz dağınık, gevşek olmasının yanı sıra hantal bir tempoda ilerliyor. Londra’daki Garland, özgüvenini bulmakta zorlanan, sevgi ve ilgi arayışında biri… Tüm yaşadıklarının bir özyıkım sürecinin doğal sonucu olduğunu hissediyoruz. Yine de her şeye rağmen kendi ayakları üstünde durmaya çalışması, kayda değer bir nokta. Özellikle çocuklarına olan bağlılığı dikkat çekici… İlk bakışta sorumsuz ve dağınık görünse de annelik duygusunun onu hayata bağladığını görüyoruz…

        Londra’ya gelişi ve daha sonraki süreç, tümüyle annelik duygusu üzerinden anlatılabilirmiş aslında. Ama film, finalde dikkatimizi çok daha başka bir noktaya çekiyor: Judy Garland'ın hayatındaki bütün dönemleri birleştiren duygu ve motivasyon, sahneye çıkmayı, şarkı söylemeyi ve en önemlisi seyircinin ilgisini seviyor olması... Bir noktadan sonra onun için her şeyin, sevilme ihtiyacıyla ilgili olduğunu hissediyoruz...

        Final, her şeyi toparlıyor ama yine de filmin bütünü tatmin edici olmaktan uzak kalıyor. Belki karakterin olumlu ya da olumsuz anlamda hiçbir değişim yaşamıyor olmasından kaynaklanıyor bu… Açılışla final arasında Judy açısında değişen çok fazla bir şey yok aslında..

        Genç Judy ağır baskı altında, 40'lı yaşlarındaki Judy ise içindeki özyıkım isteğine sanki söz geçiremiyor… Mickey Deans (Finn Wittrock) ile evliliği, Londra’da yaşadıkları, eşcinsel bir çiftle kurduğu arkadaşlık, profesyonel olarak kendisinden sorumlu Rosalie (Jessie Buckley) ile olan ilişkisi aslında hikâyeyi hiçbir yere götürmüyor. Film, bütün bir Londra bölümü boyunca dramatik olarak aynı noktalarda patinaj yapıp duruyor...

        “Judy”yi seyrederken, ABD’de unutulan ve hayatlarının son döneminde İngiltere’de huzur, sevgi ve ilgi arayan Hollywood yıldızlarıyla çekilen yakın tarihli iki filmi hatırladım: Gloria Grahame'nin hikâyesini anlatan “Yıldızlar Asla Ölmez” (Film Stars Don’t Die in Liverpool - 2017) ve “Laurel ve Hardy” (Stan & Ollie - 2018)… Her 3 filmde de yaş almış starların genç Amerika’nın acımasız kapitalizminden yaşlı ada İngiltere’nin ilgisine sığınmaları gerçekten kayda değer bir nokta…

        Filmden sonra, tüm bu filmlerin biraz da seyircinin kendini onaylaması için çekilip çekilmediğini düşündüm. Sonuçta, Judy Garland sıradan insanların ulaşamayacağı yerlere gelmiş uluslararası büyük bir star ama son geldiği noktada, sevgiye şefkate muhtaç, zayıf ve kırılgan bir insan… Sevgi arayışı, tuhaf şekilde herkesi eşitliyor ve şöhretin gerçekten çok da anlamı olmadığını düşündürüyor. Mutsuz starlarla ilgili filmler belki bu yüzden çekiliyor. “İnsanın ne olduğunu değil, ne olacağını?” düşünmesi gerektiğini hatırlattıkları için...

        “Judy”yi çok beğendiğimi söylemem mümkün değil ama sadece Renée Zellweger’in performansı için bile önerebilirim. Zellweger kuşkusuz filme çok şey katıyor ve tek tek bütün sahnelerde çok iyi... Karakterin acılarını, hislerini, içindeki karmaşayı, ruhundaki o kapanmayan yaraları çok duyarlı, içten bir yorumla getiriyor karşımıza. Kendi adıma, Zellweger’i oyuncu olarak daha önce hiçbir filmde bu kadar beğendiğimi hatırlamıyorum. Oscar ödülünün de en güçlü adaylarından biri olduğu kesin...

        6/10

        Diğer Yazılar