Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Türk asıllı Makedonya vatandaşı Hatice Muratova’nın hikâyesini anlatan “Bal Ülkesi” (Honeyland), en iyi uluslararası film ve en iyi belgesel dallarında Oscar’a aday olarak bir ilki gerçekleştirdi.

        “Bal Ülkesi"ne, uluslararası film kategorisinde Güney Kore yapımı “Parazit” karşısında şans veren kimse yok. Buna karşılık, belgesel dalında Oscar'ın en güçlü iki favorisinden biri…

        “Bal Ülkesi” Kuzey Makedonya’nın dağlık bölgesinde bulunan Bekirlija köyünde geçiyor.

        Hatice Muratova ve 85 yaşındaki yatalak annesi Nazife dışında köy sakinlerinin tümü yıllar önce göç etmiş; çoğu da Türkiye’ye gitmiş…

        Köyde elektrik ve su yok. Küçük ve döküntü bir evde yaşıyorlar. Hatice, atalarından öğrendiği kadim yöntemlerle balcılık yapıyor. Kovanlardaki balı arılarla paylaşmaya büyük özen gösteriyor. Kovandan her bal aldığında “Yarısı size yarısı bana” diyor. Sakin ve yalnız bir hayatı var. Ara sıra uzaklardaki kasaba pazarına gidip ballarını satıyor. Bir gün köye 7 çocuklu göçebe bir aile geliyor. Hayvancılık yapıyorlar ama baba Hüseyin Sam, geçim zorluğu nedeniyle bal işine girmeye karar veriyor. Aileyle iyi komşuluk ilişkileri kuran Hatice, bildiği her şeyi çekinmeden onlara da öğretiyor.

        Dünya prömiyerini geçtiğimiz yıl Sundance Film Festivali’nde gerçekleştiren “Bal Ülkesi”, ilk gösteriminden bu yana seyirci ve eleştirmenlerden çok olumlu tepkiler aldı. Sundance’de üç önemli ödülle başlayan festival turu boyunca başka birçok ödül kazandı. “2019 yılının en iyileri” değerlendirmelerinde adı geçen filmlerden biriydi, Oscar başta olmak üzere birçok ödüle aday gösterildi.

        KONU, ÇEKİMLER SIRASINDA DEĞİŞTİ

        Tamara Kotevska ve Ljubomir Stefanov’un yönettiği film, ilk başta kısa bir belgesel olarak tasarlanır. Yönetmenlerin niyeti ülkenin orta bölgesinde yer alan Bregalnica nehri civarındaki hayatı belgelemektir; ama Hatice Muratova’nın arılarla kurduğu ilişkilerden çok etkilenip belgeselin konseptini arılar ve ekolojik denge olarak değiştirirler.

        Ekip Hatice ile çalışırken Hüseyin Sam ve ailesinin köye gelmesiyle film, hiç kimsenin öngörmediği farklı bir yöne doğru gitmeye başlar. Çekimler tam 3 yıl sürer ve her şey bittiğinde ellerinde yaklaşık 400 saatlik bir kayıt vardır…

        Belgesel ekibi, çekimler sırasında Hatice ve diğer kişilerin konuştuğu Türkçeyi anlamaz ve genellikle beden diliyle iletişim kurarlar. (Açıkçası, altyazılar olmasa Hatice'nin Türkçesini bizim de anlamamız mümkün değil.)

        Dolayısıyla, filmde prova edilerek mizansen verilerek çekilmiş sahneler yok.

        İki yönetmen, iki kameraman, bir sesçi ve kurgucudan oluşan ekip, kişilere müdahale etmeden köyde olup bitenleri görüntüler. Hatice ve Hüseyin’in ailesinin bir noktadan sonra kameraların varlığına alışmaları ve doğal davranmaları, ekibin en büyük şansı olur. Çekimler bittiğinde iki yönetmen ve kurgucu, ses bandına hiç dikkat etmeden, sadece beden diline ve görüntülerin anlamına odaklanarak filmi kurgular. Kaba kurgunun ardından çevirmenler eşliğinde altyazılar hazırlanır ve diyalogların gerçek anlamını ancak o zaman keşfederler.

        Uygulanan yönteme “Cinema Verité” (Gerçek Sinema) demek mümkün. Öte yandan, Sovyet sinemacı Dziga Vertov’un kamerayla gerçek hayatı keşfedip kurguyla anlam yaratma esasına dayalı “Sine - Göz” kuramını hatırlattığı da söylenebilir. Ama yönetmenlerin yöntemi teorik olarak düşünüp uygulamadığı kesin. Belli ki her şey çekim pratiği içinde ortaya çıkmış...

        Sonuç olarak, karşımıza gelen 89 dakikalık filme baktığımızda yönetmenlerin gerçekten sağlam ve sıkı bir iş çıkardıkları kesin… Dış sesin, anlatıcının kullanılmadığı; Hatice Muratova ya da diğer kişilerin röportaj yapar gibi kameraya karşı konuşmadığı bir belgesel bu…

        “Bal Ülkesi”nin asıl başarısı belirli bir noktadan sonra hikâye anlatan film tadında ilerlemesi...

        Peki, bu nasıl bir hikâye derseniz, içinde dramatik bir filmdeki kadar çok çatışma ve çelişki olduğunu söyleyebilirim. Hatice, çevresindeki arılarla birlikte ekolojik bir dengede yaşıyor. Hüseyin ve ailesi ise kapitalist tüketim toplumunun temsilcisi olarak dâhil oluyorlar Hatice’nin hayatına… Hüseyin, 7 çocuğunu geçindirmek adına daha çok bal üretip satmayı hedefliyor ve bir noktadan sonra Hatice’den öğrendiklerini uygulamamaya başlıyor. Hatice ile aile arasındaki ilişkiler bozulurken köydeki ekolojik denge sarsılıyor.

        “Bal Ülkesi” gerçek bir öyküden yola çıkarak "daha çok üretim, daha çok kâr" mantığının doğaya verdiği zararı etkili şekilde anlatıyor.

        ARILAR BALI BİZİM İÇİN YAPMIYOR

        Açılış sahnesinde kamera, uçurum kenarında daracık yerde ilerleyen Hatice’yi takip ediyor. Kameramanın ekipmanıyla orada nasıl yürüdüğünü anlamak gerçekten zor. Hatice, özen ve dikkatle bir taşı kaldırıyor ve petek petek karakovan balı çıkıyor karşımıza… O bala dokunmak ve tadına bakma arzusuyla doluyoruz bir anda… Öylesine doğal ve güzel görünüyor ki… Hatice’nin o mükemmel peteklerin yarısını arılara bırakması daha ilk andan filmin ruhunu belli ediyor. Film boyunca arıların doğal yuvalarda yaptıkları başka kovanları da görüyoruz. Tüm bu sahnelerde, o bala ulaşma arzumuzla yüzleşirken arıların balı “insanlar yesin” diye değil, kendileri için yaptıklarını bir kez daha anlıyoruz… Hatice arılara saygılı, peki diğer insanlar? O balı görür görmez yemek isteyen bizler? Filmin bu arzunun yarattığı sonuçları anlattığı söylenebilir.

        İşte bu yüzden, filmin benim için çarpıcı yanlarından biri, organik ve kaliteli bala ulaşmaya çalışan şehirliler olarak doğanın bozulmasına yaptığımız dolaylı katkıyı görmek oldu.... Hüseyin’den bal alıp şehirlilere pazarlayan aracının bitmek tükenmek bilmeyen bal talepleri, bir bakıma hepimizin her şeyin daha iyisini, daha doğalını tüketme ihtirasımızı sergilemiyor mu? Doğanın dengeleri biraz da bu açgözlülükten bozulmuyor mu? Hüseyin’le çalışan aracının köye her geldiğinde kovandan yeni çıkarılmış petek ballarını dişleye dişleye iştahla yemesi kuşkusuz tesadüf değil. Bal film boyunca bütün güzelliğiyle orada karşımızda duruyor. Göçebeler balı bol bol tüketirken, Hatice ve annesinin evinde tüketim çok daha ölçülü…

        Hatice’nin doğayla ilişkisi, uyumu, arılara olan saygısı ekoloji dersi niteliğinde… Kovanlara yaklaşırken nadiren maske kullanması, arılardan hiç çekinmemesi gerçekten çarpıcı. Öte yandan, annesiyle olan ilişkisi, ona gösterdiği şefkat ve sevgi de akılda kalıcı. Anne, bir tür kraliçe arı gibi. Hatice ise işçi arıdan farksız… Filmin belki en dokunaklı yanı Hatice’nin yalnızlığı…

        “Bal Ülkesi”nin sadece çevreci temalarıyla değil insan hikâyesi olarak da etkili bir film olduğunu düşünüyorum. Filmin bu kadar başarılı olmasının nedenlerinden biri hiç kuşkusuz Hatice’nin kişiliği… Bilgi birikimini seve seve paylaştığı, ıssızlığın ortasında can yoldaşlığı yaptığı komşularının bir anda ona zarar vermeye başlaması, çarpıcı bir dramatik açmaz sunuyor bize. Kendisini yalnızlıktan kurtaran insanlar bir anda geçimini tehdit etmeye başlıyorlar. Gerçi yoruma açık bir konu ama Hüseyin'in Hatice'ye karşı duyduğu utancı unutmayalım. Sonuçta, Hatice'ye zarar verdiğinin farkında... Tüm bunlar gerçekten ilgiye değer noktalar. Tüketim toplumunun, sorumsuzluğun, açgözlülüğün doğayı tükettiği, küresel ısınmanın giderek arttığı bir dönemde Hatice’nin varlığı hem içimizi ısıtıyor hem de dönüşü zor bir yola girdiğimizi hatırlatıyor.

        Fejmi Daut ve Samir Ljuma imzalı görüntülerin filme yaptığı katkıyı unutmamak gerekiyor. Çekim yerinde elektrik kaynağı olmadığı için bütün filmi doğal ışıkta çekmişler. Gece sahnelerinde ateş, gaz lambası ve gökyüzündeki Ay'dan başka bir ışık kaynakları yokmuş. Filmdeki tüm görüntüler doğal ışığın kendine özgü güzelliğini, sahiciliğini yansıtıyor.

        7/10

        Diğer Yazılar